Şebnem Gürler Oakman

İLK KİTAPLARIM

Okumaya nasıl başladığınızı hatırlıyor musunuz? Tadını alarak, zamanı ve mekânı unutup karakterlerle hemhal olarak, her satırı iliğinizde kemiğinizde hissederek okumaya diyorum. Ne zamandı? Bir düşünün.

Evinize yatılı bir misafir gelmişti, mahcup bir ifade ile almıştınız hediye getirdiği Balonla Beş Hafta’yı. Anneniz teşekkür etmeniz için ısrar edip dururken gözünüz kapaktaki balona takılıp kalmıştı. Balon deyince aklınıza doğum gününüz için babanızın zorlanarak şişirdiği eğlencelikler geliyordu. Bu kocaman balon da neyin nesiydi? İçinde de tuhaf giyimli insanlar. Sonra art arda geldi yazarın diğer kitapları. Ne dünyanın çevresini seksen günde dolaşmadığınız kaldı, ne denizler altında yirmi bin fersah gitmediğiniz. Sizi Jules Verne ile tanıştıran misafire sonradan nasıl da teşekkür ettiniz.
Belki de hiç evlenmemiş, çoluk çocuk derdine karışmamış bir amcanız vardı. Diğer büyüklerin tabiriyle boş gezenin boş kalfasıydı, olmadık işlerle uğraşırdı. Ama siz onun kendisine kitaplarla dolu, büyülü bir dünya inşa ettiğini biliyordunuz. “Şimdiki Çocuklar Harika’yı okumalısındemişti sizi önemsediğini gösteren ciddi bir tavırla. Asık suratlı bir öğretmenin verdiği ödev değil, samimiyet ve sevgiyle verilen bir öneriydi.
“Seveceksin, kapılıp gideceksin, inan bana.”
Kapılmıştınız gerçekten. O harika mektuplar canınızın sıkıldığı bir gün sizi içine alıvermişti.

Salondaki kocaman vitrinin raflarında, ansiklopedi fasiküllerinden kalan daracık yere sıkışmış kitapları keşfetmiştiniz günün birinde. O. Henry diye bir yazarın sararmış bir öykü kitabı geçmişti elinize. Adamın ilk adını dahi öğrenememiştiniz ama öykülerini oracıkta hemen okumuştunuz. Onları öyle çok sevmiştiniz ki öykü yazarı olmaya dair hayaller kurmaya başlamıştınız. Belki oldunuz belki de olamadınız ama o ilk öyküler aklınızdan hiç çıkmadı.
Akrabalarınızı ziyarete gitmiştiniz, sizi evdeki gencin odasına oturtmuşlardı. Onun sizinle pek ilgisi yoktu, sevgilisiyle telefonda konuşuyor, gözü dünyayı görmüyordu. Odasının artık pek ilgilenmediği bir köşesinde duran çocukluk kitapları çarpmıştı gözünüze. Tozlu raftan Robinson Crusoe’yu almıştınız. Saçı sakalı birbirine karışmış bu adamın hikayesi neydi acaba? Genç akrabanız kayıtsızca bir el hareketi yapmıştı. Al götür şu çocuk kitabını demek istiyordu belli ki. Almış ve öyle büyük bir merakla okumuştunuz ki yemek masasına getirdiğiniz için annenizden azar dahi işitmiştiniz. Robinson kadar Cuma’yı da sevmiştiniz. Irkçılık, ayrımcılık gibi kavramları düşünmek için çok küçüktünüz. Cuma iyi bir dosttu gözünüzde.
Babanızın işlerinin bozulduğu, annenizle babanızın ayrıldığı, en iyi arkadaşınızın başka şehre taşındığı ya da kardeşinizle kavga edip durduğunuz, iyi notlar alamadığınız o boğucu yaz günlerinde, sizi kitaplar kurtarmıştı. Tom Sawyer’ın maceralarına, Pal Sokağı Çocukları’nın acısına, Polyanna’nın bitmek bilmez iyimserliğine, Dört Kardeştiler hikâyesinin hüznüne sarılmıştınız. Milliyet Çocuk dergisinin yeni sayısını dört gözle beklemiş, alır almaz her seferinde satırı satırına okumuştunuz. Cimcime’nin sözleri bugün bile aklınızda değil mi?

İlk Agatha Christie’nizi de o yaz okumuş olabilirsiniz, yaşınıza uygun değil diye elinizden alınmadan önce hızla bitirmiştiniz. Gri hücrelerini en iyi şekilde çalıştıran Hercule Poirot’ya, roman boyunca takip ettiğiniz hepsi birbirinden ilginç karakterlere ve kitabın sonunda onlara verdiği konferans eşliğinde açıkladığı katile ilk selamınızı vermiştiniz. Bir tane ile yetinemezdiniz, devamı gelmişti elbette. Harıl harıl okumuş, katili tahmin etmeye çalışıp her seferinde yanılmıştınız.
Okuldaki yakın arkadaşınızla Beşler Çetesi ve Gizli Yediler serilerini keşfetmenize ne demeli? Yalayıp yutuyordunuz bu küçük kitapları. Çözeceğiniz bir olay olacağı beklentisi ile okul bahçesinde dolaşıp durur olmuştunuz. İki küçük detektif…
Çizgi romanları nasıl es geçeriz? Teksas (kırmızı ceketlilerin kim olduğunu yıllar sonra anladınız ama önemli değildi bu, işgalciler ve direnişçiler vardı ortada), Tommiks, Zagor, Kızılmaske ile maceradan maceraya koşmuştunuz. Profesör’ü, Konyakçı’yı, Doktor’u, Rodi’yi, Suzi’yi ayrı ayrı çok sevmiş, arkadaşlığın güzelliğini hissetmiştiniz. Mandrake’de kocaman adam Abdullah mesela, nasıl da vazgeçilmezdi? Ya da uzak, egzotik bir ülkeden gelmiş güzel Narda (göçmenlik ile ilişkilendirmeden, safça seviyordunuz siz kahramanları, yıllar sonra anladınız bu kavramları) güçlü bir kadındı, sevgilisi Mandrake’den arka planda kalmıyordu kötülükle mücadelede.
Arkeolog Martin Mystere, sevgilisi Diana ve Neandertal adam Jawa (Sezgileri nasıl da kuvvetliydi) ile kayıp kıta Atlantis’i aramış, gizemli olaylara dalmıştınız. Yalnız kovboy Red Kit’i okurken Düldül ve Rintintin yoldaşınız olmuştu. Hadi itiraf edin, Daltonlar en sempatik suç çetesiydi. Kızılderili şefin sözleri de ayrı bir âlemdi. Dünya meselelerini, zulümleri, sömürüleri hep sonradan öğrendiniz, o zamanlar sadece keyifle okuyan bir çocuktunuz. O kadar çok çizgi roman okurdunuz ki kiralamaya başlamıştınız, size onları kiralayan orta yaşlı dükkân sahibi gülümseyerek izliyordu o halinizi.
Şeker Portakalı’ndan mı bahsetsek, Çocuk Kalbi’nden mi, Küçük Prens’ten mi, Pinokyo’dan mı yoksa Define Adası’ndan mı? Her birinde zihniniz ve kalbiniz heyecan ve merakla yolculuklara çıkmış, oradan oraya savrulmuştu. Kurak toprağın suyu emmesi gibi iştahla okuduğunuz bu ilk kitaplar şimdi belleğinizin ve duygu dünyanızın temel parçalarını oluşturuyor.
Bunların ardından kim bilir neler geldi? Dallanıp budaklanarak devam etti okuma keyfiniz. Ama ilkleri unutamadınız, henüz dünyanın derdine, ağrısına, sızısına, kirine bulaşmamışken okuduğunuz, içine girdiğiniz, hevesle dolaştığınız çocukluğunuzun kitapları.
Onları güzellikle analım ve hepsine yürekten bir selam gönderelim, ne dersiniz?

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir