Gamze Haklı Geray

KÖKLERDEN KANATLARA

“Zeytin ağaçları, onları diken elleri bilseydi yağları gözyaşına dönüşürdü.”

Mahmud Derviş

Şehir karıştırılmış kart destesi gibi açılıyor önümde. Her şey simetriyle inşa edilmiş, sanki başkasının rüyası için yaratılmış. Yabancı yüzler. Geçip giden görüntüler. Buz gibi havada eriyen dondurmayı yiyen çocuklar, parkta köpekleriyle yürüyüş yapan genç kadınlar. Herkes kendi halinde. Şehir aidiyeti umursamıyor. Şehir nereden geldiğini ya da nereye gittiğini sormuyor.

 

Binaların keskin köşeleriyle bağ kurduğum söylenemez. Ayak izlerimiz silinirken yeniden köklenmekten söz ediyorsun. Kavrulmuş kestane kokusunda kaybolabilirim oysa. Yapamıyorum. İnsan istenmeyen yerde durmamalı diyorum da inanmıyorsun.
“Yarım kalmış şiirlerini tamamlamayı denesene. Yazıyormuşsun zaten arada.”
“Kim söyledi?” diye sordum.
“Kimin söylediğinin ne önemi var. Meşguliyet iyidir, kafanı dağıtır.”
“Karakalem çalışmayı yeğlerim. Çizmeyi daha iyi beceriyorum. Zaten kafa dağıtmaya ihtiyacım yok. Aksine zihnim berrak olmalı.”
“Özlüyorsun.”
“Elbette. Bazı günler anneannemin çorbasını, akşam vakti yoğunlaşan yasemin kokusunu özlüyorum.”
“Bazı günler burayı da seviyorsun, adım gibi eminim.”
“Şehrin düzeni, sessiz temiz parklar iyi hissettiriyor.”
“Ya insanlar?”
“Bilmiyorum” dedim. “Epeydir insanları sevmeyi unuttum galiba. Ama sokak müzisyenlerini seviyorum. Meydanlardaki kafeleri. İzin günümde dolanıyorum aralarında. Hep bir parçam eksikmiş gibi. Dili biraz daha öğrenebilsem belki her şey yerine oturacak.”
“Çoğumuzdan fazla parçan var. Gücün buradan geliyor.”
“Ama parçaları bir araya getirmek zor.”
Tütsü kokan odamda lambanın sıcak ışığı havayı ısıtıyor. Parmaklarım gece gündüz mosmor. Keskin kışları benimsemeyi öğreneceğim eninde sonunda. Benzersiz bir yerde çok önemli kişilermişiz gibi davranıp başkalarının merhametine sığınıyoruz. Dünyanın huzurlu köşelerinde yaşayanlar için savaş, uzak talihsiz coğrafyalara ait gözyaşlarıyla sulanmış eski bir masal.
“Grafitiye mi başlasam acaba. İlk eserimin teması ne olmalı sence?”
“Süresiz yatılı misafirlik nasıl?”
“Güzel öneri. Annem çok sever yatılı misafiri. Ama belki de duvara yaslanmış siyah beyaz kaygılı bir adam çizerim ya da şehri ikiye ayıran bulanık nehirle uzaklardaki dağı.”
“Harika” dedim. “Sanat eleştirmenleri bayılır. Hakkını vermeliyim, aramızda en hızlı uyum sağlayan sensin.”
“Uyum zekânın belirtisiymiş” diye güldü. “Hayatımı planlamaya uğraşıyorum. Hadi gel bir gün şehir dışında sana söylediğim tepeye çıkalım. Belli mi olur belki ilham gelir.”
“Peki” dedim. “Çıkarız.”
Burada doğmuş biri gibi yürüyor, izliyorum. Anlamlandıramadığım kelimelerle, jestlerle konuşuyorlar, susuyorum.
“Söyle bakalım, bugün ne oldu?”
“Ne oldu?”
“Artık kahve çekirdeği simyacısıyız. Ayın baristası seçtiler. Plaket mi verecekler yoksa ekstra bir masa mı sileceğiz bilemem elbette.”
“Bak Avrupa’da medeniyetin göbeğindeyiz. Birbirimizden o kadar farklı değiliz. İnsan insana benzer en sonunda. Alışacaksın. Ben nasıl alıştıysam siz de alışacaksınız. Alışınca sen de bırakamayacaksın.”
“Ne demezsin.”
Siz ne zaman biz oldunuz, onlar oldunuz? Biz ne zaman siz olacağız? Zamirleri ne zaman düzene sokacağım?  Kalemi kavrayan kim? Anlatıları kimden ödünç aldım, köklenmekle uçmak arasında nerede asılı kaldım?
“Önemsiz ayrıntıları hayatın merkezine koyan pek çok insan var” dedim. “Arkamızda ne bıraktığımızı bilmiyorlar. Rüzgârın uğultusunda kalbimin nasıl çarptığını, gecenin bir vakti sokakta aniden yükselen kahkahalarda ellerimin titrediğini farketmiyorlar. Üstelik buradaki sorun galiba biziz. Kimse göçmenlere bayılmıyor.”
“Bence bir gün bayılacaklar. Zaten herkesin derdi kendine dostum. Bir sorun diğerini önemsiz kılmıyor ki.”
Ortalık sessiz. Kuşlar bile şarkılarını terk etmiş gibi. Bulutların ardına gizlenmiş cılız güneşin beni de memnun ettiği zamanlar gelecek. Şimdilik soğuk havanın ciğerlerimi doldurmasına ses çıkarmıyorum. Ne aradığımı unutuyor, sonra mazinin karman çorman bohçalanmış parçalarında kendimi buluyorum. Aniden dünya başka bir yer gibi görünüyor gözüme. Geçen gün bir çocuğun arka sokakta avaz avaz ağladığını duydum. Sesindeki korku içimi sıktı. O küçük kalp hayatın gürültüsünde kaybolmuştu sanki. Çocukken bir gün büyüdüğümde her istediğimi yapabilecek kadar özgür olacağımı düşünürdüm.
“Kendilerini gerçekten bizim yerimize koyabiliyorlar mı acaba?” diye sordum. Çok üzgünüm, seni anlıyorum. İşte tam da buzdolabı kapısına yapıştırılacak türden bir cümle değil mi bu?”
 “Bazen hissedebildiklerini düşünüyorum. En azından çabaladıkları kesin. Sevmek anlamaktan kolay olabilir yine de.”
Yastığa sarılıp gözlerimi kapadığımda beynimdeki sesler kesiliyor, sonra yeniden içimde o uğultulu tepeler, insanların yüzlerindeki mahsunluklar. Kelimelere inanmayı unutmuşum. Bizi iyileştirecek kadar güçlü değiller. Ve zihnimde hayata dair ayrıntılardaki canlı renkler teker teker ellerimden kayıyor. Komşunun kahkahası, yasemin kokularıyla zeytin ağaçlarının gölgeleri eski yıpranmış bir film şeridinin sahneleri gibi titrek. Unutmanın tuzağına düşmeyi kim ister?
“Unutmak istemiyor musun?”
“Gözümü kapadığımda kâbus kaldığı yerden devam ediyor” dedim. ”Ekranı kaydırıyorum, bir bakıyorum sonraki ekran siyah.”
“Zihnimde geçmişin bölümlerini düzenleyip saklayabileceğim, her odasını istediğim zaman teker teker ziyaret edebildiğim kocaman bir bellek kulübesi kurdum. İstemediklerini çekmeceden çıkar, çöpe at. Sen de dene.”
“Aklım da kalbim de karmakarışık. Söyleyemediklerimi unutmadan nasıl söyleyeceğim? Tek derdim bu.”
“Kısa kısa cümlelerle içindekini anlatmayı deneyeceksin.”
“Nasıl yaparım bilmiyorum” diye yanıtladım. “Kısa yazmak yüksek düzeyde incelikle kesinlik gerektirmez mi? Keskin bir duyguyu satırlara nasıl sığdırabilir insan? Kelimelerin ritmini değil, çizgilerin akışını, şekillerin kıvrımını, renklerin sessiz dansını seviyorum sanırım. Şiir ruhumun kabul edemediği bir kesinlik demek. Kelimeler içimde dönüp duruyor, boğazımın duvarlarına takılıyor, sayfalara dökülmeyi reddediyorlar. Mecazlara, ritimlere uzanmak istedigimde sis gibi dağılıp kayboluyorlar. Dizeler karalamaların ötesine geçemiyor. Çizmekse nefes aldırıyor. Kelimelerin yapamadığını yapıyor, içimdeki düğümleri çözerek sessizliğe hayat veriyor.”
“Ne kadar basit değil mi? Kalem kâğıtla bir dünya kurmak.”
“Çizerken açıklamak zorunda kalmıyorum. Hiç kelimelerin sana engel olduğunu hissettiğin oldu mu?”
“Bazen. Anlatmak için yöntemler arıyoruz. Arada duruyoruz, deniyoruz. Boşluklara sürükleniyor hayatımız.”
Durursam moleküllerime ayrılmaktan çekiniyorum. Çocukluğuma dönmeyi, arkadaşlarımla zeytinliklerde uçsuz bucaksız maviliklerin altında koşmayı, kendimi güneşe bırakmayı istiyorum. Gözlerimi kapatıp anneannemin yüzünü anımsamaya çalışıyorum. Asmalarla sarılı bahçeyi her gün çapalayan, zahter ve nane kokulu kemikli buruşuk ellerinden dökülen kan kırmızı nakışları. Aklımın hayaletleri bunlar. Bir gün yuvaya döneceğimi, taze pişmiş tabun ekmeğinin ve dilimlenmiş karpuzun kokusunu yeniden içime çekip zeytin ağaçlarını uzun uzun seyredeceğimi, olgunlaşmamış meyvelerine dokunacağımı, hayatı güzelleştireceğimizi hissediyorum. Burada ne geçmişimize dair bir kokunun izi, ne de yavaş yavaş büyüyen ağacın sabrı var.
“Anneannem babasının yorgun ellerinin altında gıcırdayan, denizin yüküyle ağırlaşmış teknesini anlatırdı. Balıkçılar derdi, suyun maviye uzanan sonsuzluğuna ağlarını salarken, her dalga geçmişin acılarını usul usul kıyılara taşır. Çok şey aklıma geliyor. Yıllar önce bahçeye açılan verandada oturuyorduk.  Bir anda kanatlı bir böcek sürüsü karanlık bulut gibi toprağın üzerine indi. Vızıltılar kulakları sağır edecek kadar güçlüydü. Titreyen kanatlar her tarafımızı sardı. Yolunu şaşıran birkaçı içeri de girmiş. Zavallılar camı delip çıkmak için epey debelendiler. Çırpınışları giderek çaresizleşti. Başta evin böceklerin istilasına uğradığını sanan annem sonunda kapıyı açmaya cesaret etti. Kendilerini dışarı atıp sürüye karıştılar. Geldikleri gibi kaybolup gittiler. Sadece hayatta kalmaya çalışıyorlardı oysa.”
“Bak işte yazacak ne çok hikâye var, anıların, ifadelerin canlı.”
“Yazamam” dedim. “Bunu benden isteme. Yazar sesinin baskın gelmesinden sanırım korkuyorum. Şimdilik kendimi iyileştirmeyi değil sadece bağ kurmayı istiyorum. Belki bir şeyler çizebilirim. Bambaşka birine dönüşmek için. Belki de henüz tanışmadığım özbeni keşfetmek için. Sanki iki dünya arasında görünmez bir ip var. Çizmek birleştirmenin tek yolu bence.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir