YOLUK EV
Sevgili Meliha,
Akdeniz’in bu eşsiz sahil kentine taşınalı çok zaman olmadı. Denize neredeyse elli metre uzaklıkta bir ev kiraladık. Evimiz bahçeli, düzgün, lüks binaların, koca koca apartmanların arasında, açıkçası hem yavru gibi hem de pek pejmürde kalıyor. Çevredeki az ya da çok katlı tüm binalar, bir yanaşmayı süzer gibi biraz hayret biraz da tiksintiyle tepeden bakıyorlar bu garibana. Esasında sırf bu yüzden bu seçkin semtte bu kadar ucuza tutabildik.
Evin konumu mükemmel ama her yanı dökülüyor. “Yoluk Ev” diye tabir etmemin nedeni, dışının tıpkı kavrulmuş iç fıstık gibi kabuk kabuk oluşu, ellesen soyulacakmış hissi vermesinden. Sahibi Hilmi Bey, yaşlıca, kaygısız ve savruk bir adam. Benimkini gözü pek tutmuş, hiç nazlanmadan “Verdim gitti” demiş. Yıllardır badana yüzü görmeyen apartmanın üst katında eşi ve oğluyla birlikte oturuyor. İşi gücü varsa yoksa balkona kırma masayı atıp sanat müziği eşliğinde içmek, demlenmek. En iyi bildiği şey bu. Hani “Dünya yıkılsa umuru olmaz” derler ya işte öyle bir zat-ı muhterem sevgili ev sahibimiz. Geriye kalan tüm zamanlarını uykuyla geçiriyor. Anadan atadan kalma bu iki katlı mekâna öylesine bağlı ki kapısını aşındıran müteahhitlere bugüne kadar hiç yüz vermemiş. Karısı Rüveyda Hanım ve oğlu Alp, pastan demir tırabzanları bile sallanan, boyaları dökük, bu acınası ev satılsın diye çok uğraşmışlar ama bizimki Nuh deyip peygamber demiyormuş. Geniş bahçesinde, bakımsızlıktan yaprakları ökse tutmuş limon ağacından başka ağaç yok. Oysa dört yanı açıklık, bomboş. Akdeniz’in bitek toprağından can fışkırır diyebiliriz ya kulak asma. Tıpkı sahibi gibi miskin, insanda onarma, düzeltme isteği uyandırmayacak kadar bezgin, halsiz ve iştahsız bu bahçe. Oraya buraya atılıvermiş tuğla parçaları, araba lastikleri, çer çöp insana bıkkınlık verecek ölçüde göz yoruyor. Düşünsenize bir ihata duvarı bile yok.
Bilirsin, ben kelimenin tam anlamıyla düzen tertip hastası biriyim. Nasıl olup da böyle bir yerde yaşamaya razı olduğumu açıklayayım izninle. Aslında zor bir insan değilimdir. Genellikle kendimi hep yüzyılın Pollyannası gibi addederim. Oldum olası her şeye pozitif yaklaşmaya ve uyumlu davranmaya çalışırım. Orası ayrı.
Mutfak balkonunda kocamın artık o bıktığım Zihni Sinir projelerinden sıyrılıp da gerçek hayata katılma çabasını seyrediyorum şimdi, bıyık altından gülerek. Tıpkı bu ev gibi yalıtımını ve dahi her bir şeyini kendi elleriyle yaptığı karavana bakıyorum biraz da hayranlıkla. Kısacası yakın zamanda karavanımızla tüm yöreyi köşe bucak gezeceğimiz için razı oldum bu Allahlık evi kiralamaya. Yoksa dünyada kabul etmezdim.
Akşamın mis gibi tatlı meltemi evimizin yaprak yaprak duvarlarından tuğlalarına, oradan pencere pervazlarına dokunup iç odalara, perdelere, koltuklara, biblolara uzanıyor ıpılık evecenliğiyle. İçimi tüy kadar hafif bir dokunuşla sarıp sarmalıyor. Ne iyi ettik de geldik buralara diye kendimden hoşnut, bu güzel havanın esintisine bırakıveriyorum benliğimi.
Akşam saatlerinin dinginliğinde Hilmi Bey’in balkonundan insanın içini gıcıklayan nağmeler geliyor kulağıma.
“Ömrüm, seni sevmekle nihayet bulacaktır. Yalnız senin aşkın ile ruhum solacaktır.”
Şarkının Rüveyda’nın gençliğine mi atfedildiğini bilmem ama dinleyicisinin huşu ile mest olduğuna şahidim. Salatalık turşusuyla kavun ve rakının yoğun anason kokusunu duyumsayabiliyorum. İklimlerin insan davranışları üzerine etkisinden olsa gerek, buraların insanı biraz mıymıntı oluyor sanırım. Hiçbir şeye elimi sürmeden öyle başıboş, amaçsız, plansız programsız (ne diyor zamaneler: spontane) yaşamak istiyorum artık. Bu sıcak beni de miskinleştirip uyuz kedilere çeviriyor. Uzun yıllara sığan memuriyet hayatına paydos. Çok yorgunum.
Sabah erkenden mayomu giyip üstüne tiril tiril plaj elbisemi geçiriyorum ve şipidik parmak arası terliklerimle yıllardır hayalini kurduğum denizle kavuşma anına odaklanıyorum. Nasıl heyecanlıyım bilsen. Senelerce birbirinden uzak hasret çeken iki sevgili gibiyiz. Yeni doğan güneşin altın gibi parlattığı kumlara bata çıka kavuşuyorum ona. Galiba pürüzsüz saten kumaş gibi mavi denizin ilk ben bozuyorum ütüsünü. Sarılıyorum. Kollarında kaybolmak istiyorum. Hiç ses etmiyor, devinimsiz, dingin… Ben ne kadar kulaç kulaç onu kucaklasam da o kımıltısız, ağırbaşlı, hem de “Nerede kaldın? ” der gibi sitemkâr… Sonra etek uçlarındaki fırfırlar oluyoruz sahildeki bir kaç kişiyle kıyıda. Dalga dalga sallanıyoruz ve sanki bol sütlü bir kremanın içinde yüzüyoruz.
Kıyıda kaç saat kaldım, ona olan hasretimi dindirmek için hatırlamıyorum. Güneş tepemde boza pişirmeye başlamadan gitmek gerek. Yeni yeni uyanan kentin tembelleri balkonlara, verandalara kahvaltı hazırlama derdindeler şimdi.
Eve yaklaşırken yan duvara asılı bir ilan görüyorum. Aaaa, o da ne? Beynimden vurulmuşa dönüyorum. Üç kuruşluk keyfim darmaduman olup uçuyor. Şaşkınlıktan ayaklarım birbirine dolanıyor. Soğuk soğuk terliyorum. Merdivenleri ikişer ikişer çıkıyorum ki bir an önce Hilmi Bey’den malûmat alayım. İkinci katın merdivenlerine ulaşmadan ürkek ve cılız bir ses.
“Ama baba! Dün dedin ki…”
Ev sahibim adeta kükrüyor:
“Ulan eşşoğlu eşşek! Benle mi çalışıp kazandın da evi verecen mütayite. Defol git gözüm görmesin seni. Yok, vermiyorum efendim. Ver-mi-yo-rum. İşte o kadar. Ben öleyim ondan sonra ne halt ederseniz edin.”
Rüveyda Hanım’ın sinik, hastalıklı yüzünü görüyorum kapı aralığından. Meğer nasıl olmuşsa adamcağızın zil zurna sarhoşluğundan faydalanan Alp, babasının ağzından girip burnundan çıkmış ikna eder gibi olunca da hemen ilanı yapıştırmış. İş ciddiye binince de bizimki,
“Sarhoştum aydım, ben bu işten caydım” deyivermiş.
Yani sevgili Meliha, bizim bu evde ne kadar oturacağımız Hilmi Bey’in alıp verdiği nefese bağlı, diyebiliriz. Hoş yasal haklarımızı biliyoruz, ha deyince kapı dışarı edemezler de, ne me lazım. Kısacası Meliha, Hilmi Bey’in sağlığına duacıyım.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.