YAŞARKEN VE...
“Bundan sonra hiç ayrılmayalım, hep birlikte olalım; yaşarken ve ölürken.”
Aşk-ı Memnu H.Z. Uşaklıgil
Bir dergide tesadüfen bulduğum bu alıntı, dünyamı değiştirdi.
“Ansızın ağlamaklı gözlerim Ayten Hanım’ınkilerle birleşti, bütün bir ders yılı kırgın kalmıştık onunla.
-Ne gereği vardı niçin geldiniz?
-Barışmak istiyorum sizinle.
-Dargın mıydık?
-Dargınlık ve bunun için çok üzülüyordum.
-Çocukluk ediyorsunuz Turan Bey.
Salonda caz, bilmem neden vals çalıyordu. Sesler, müziğin akışı, önceki gibi ilkel değildi üstelik.
-Ömrümde ilk kez dans etmek istiyorum sizinle.
-Neler söylüyorsunuz, üstelik ötekiler gibi içki de içmediniz.
Önünde eğildim Ayten Hanım’ın.
-Bu vals bizim için.
Yaşlı kız çocuk kadar uzak bir şeye gülümsedi sanki o an saygın bir dirençsizlikle valsimi kabul etti.
Dönüyorduk, alaca ışıkta alabildiğine dönüyorduk, bir sanatçının valsiydi bu ve o sanatçı beni döndüre döndüre alıp götürüyordu bu amansız düğün evinden, bozkırdan, bu çorak hayattan. Ayten Hanım rüyalarında dans etmiş kırık insanlar gibi ustaydı. O vals bitmesin istiyordum, gözlerimde damlalar vardı.
-Şimdi bitecek ve gideceksiniz bu odadan çocuğum; doğa zorlanamaz.
“O vals bitti.”
Bu sayfayı Tadımlık adıyla yayınlanan Milliyet Sanat Dergisi’nde gördüm. Şaşkınlıkla. Çünkü edebiyata salt o zamanlar sadece “toplumcu klasik edebiyat” gözüyle bakılıyordu. Oysa orada bireysellik tamamlanmadan toplumsal ideolojinin de var sayılmayacağı öğretiliyordu. Türkiye’de böyle roman yazılabiliyor mu diye düşündüm. Ve sayıklar gibi yineliyordum, otuz yılı geçti ve bu sayfadakileri ezberden yazıyorum.
O sayfayı sonra kopardım ve sakladım.
İzmir’e gittiğimde, ilk işim o romanı, Yaşarken ve Ölürken’i almak oldu.
(Çünkü ressam Turan’ın yaşadığı kasabada yaşıyordum. Kitap değil kültürel her şey çekilmişti o “Karakasaba” sınırlarından). Yani kutsal bir şeymiş gibi göğsüme bastırarak, kırıştırmamaya çalışarak tutuyordum kitabı.
Resim öğretmeni olarak çalıştığım o karanlık, ilkel ve gerici kasabada eve kapanarak okudum, okudum. Ancak beni şaşırtan şey şuydu. O romanda anlatıcılardan biri sanki benim yaşamımı yaşamıştı ve onu anlatıyordu. Ürperdim. Benimkine yakın, acılı bir kasabadaki resim öğretmeni Turan o kasabadaki ikiyüzlü ahlâk içinde yaşarken neredeyse benim yaşamımı yaşamıştı. Şaşkındım. Roman bitti. Ve Selim İleri’nin sendromu bende yaşamaya başlamıştı. Sevgi sendromu, sevgisizlik sendromu, hüzün sendromu… Ve de, ve de, ülke coğrafyasındaki yara- estetik çelişkisi.
“Estetik gereklidir ama yaşadığımız hayatı yok saymadığı sürece.”
Romanda Ressam Turan’a bunu söyleten yazar; aslında, yaralı bir kasabada aynı acıyı yaşayan Ahmet Özbek’e de ulaşmıştı bir bakıma.
“Orada hep ağlayan Sevgili Türkiye’yi gördüm” sözünü onlarca yıl yineledim. Ve onun “Bir Akşam Alacası”nda gördüklerini gördüm, yaşadım.
Dostoyevski’nin Raskolnikov’u beni on beş yaşında yakalamıştı, ancak yirmili yaşları geçerken kendimi yine gerçeğimle içe dönük buldum. O sarsıntı bende hiç dinmedi. Ve o acıyla Solan Şehir’i yazdım. Düşünce ve Duyarlık kitabı ise belki de yol haritasıydı. Şu anki bozgunumu anlatamam. Acının estetiğini bize anlatan insan artık yok. Bir ağabey gitti ve bu karanlık dünyadan onu ne kadar sevsek de yapayalnız gitti. Dostlukların Son Günü’nde o yalnızlığın hiç bitmeyeceğini anlamıştım. Bir de yazarın ressamlarla bu kadar yakınlığının nedenini de. Yaşamın şiirini arayan bir insan sonunda bundan vazgeçmişti
Bulamamıştı. Ya da sonunda söylediği şeydi o: “Kirletilmiş aşk duygusu”.
Tabii üst bir dille çoksesli bir kitap bizi sorularla baş başa bırakmıştı. Kitapta birkaç anlatıcı birbirini yalanlarken, okur da şaşkınlığa düşüyordu. Ben o kasabayı hiç unutmadım, hep ürpertili rüyalarda gördüm. Yaralı bin yaşama tanık bir romancıyı ise:
-U n u t a m a m k i ..
Oysa yazar belki de anlamlı soruyu kitabın sonuna bırakmıştı:
“Yitirdikten sonra bulduğumuz o şey… Yoksa?”
Yoksa…
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.