Sude Yenin

CANAVARIN KALBİ

İyi ve kötü arasında sıkışıp kalmış bir ruhunuz varsa hayatınız cehenneme dönüşüyordu. Kendimi ne iyi bir insan olarak nitelendirebilirdim ne de kötü; Araf’ta kalmıştım. İçimde yüzlerce parça, benimle birlikte yaşıyordu.

Bazen fısıltılar, çığlıklar duyardım ve bunların normal şeyler olmadıklarını beynime telkin ederek uykuya dalardım. Zıtlaşan kişiliklerim azap çekerlerdi. Böyle anlarda da hep ruhum sancırdı. Kıskanç bir insan iken bir anda yardımsever biri olabilirdim, bu benim için çok kolaydı. Maskeler yaratırdım ve insanları da bu maskenin altındaki kişilere inandırmaya çalışırdım. Tam olarak ben kimdim, neyi amaçlıyordum? Hiçbir insan bunu tam olarak çözemezdi. Kapalı bir kutu gibiydim onlar için.
Bir tarafım bunu yaptığım için mutlu oluyordu, kimseyle oynamayı sevmezdim lâkin saklı kalan benliğimdeki şeytan beni dürtüp duruyordu o anlarda. Gördüğüm mistik rüyalarda da hep böyle oluyordu zaten. Tanımadığım bir grup kalabalık insan; kulağıma fısıldayan, hiç tanımadığım ama beni hep ürpertmeyi başaran o ses… Ellerinde siyah, deri eldiven bulunan garip, insanımsı yaratıklar ise beni uykumdan sıçratan ve sürekli olarak ağlama krizlerine girdiğim nadir kâbuslardan biri olup çıkıyordu. Ortada duran ben, beni ablukaya almış iki kişi ve ne olduğunu bile adlandıramadığım o ayin. Veyahut da ritüel. Birileri beni çağırıyordu, benden bir şey almak istiyorlardı. “Uyan” diye talimat vermeye çalıştığım beynim bile beni dinlemiyordu. Korkuyordum, kaçmak istiyordum ve boğuluyormuşum gibi hissediyordum. Rüya anında felç geçirmişim gibi tüm uzuvlarım kaskatı kesiliyordu. Öyle ki korktuğum anların sayısında, uyumaktan bile çekinir hâle geldiğim çok gece geçirmiştim. Nefret öyle bir duyguydu ki size pençelerini geçirdiği anda âdeta şeytanın kendisi siz oluyordunuz. Bu kadar güçlü ve yoğun hislerle bezeli kişi kimdi ki, beni almak istiyordu? Benden ne istiyordu?
Rüyalarımda, bana musallat olan o kişilerin ardında biri vardı. Yüreğimdeki ağırlığında bir sebebi olmalıydı, tıpkı garip huylarımın da olması gibi. Yağmurlu ve kapalı havalardan, şimşek çakmasından ve kalabalık yerlere girmekten korkardım. Evet, korkardım. Çünkü gölgeler beni çağırır gibi gelirdi hep. Korkardım, yalnızlıktan ve kimsesizlikten. İnsanlar vardı, ailem benimle aynı şehirde nefes alıp veriyordu ama ben bununla yetinemiyordum. Eksiktim, bir türlü hatırlayamadığım anılarım kayıptı sanki, benimle birlikte sessizliğe gömülmüş ve kaybolmuşlardı. Çok uzun bir süredir suskundum, dilim lâl olmuştu ve kendi karanlığım dışında hiç ışık yok gibi hissediyordum. Korkularım ve endişelerim birbirine karışmıştı, kendimi anlamadığım bir şekilde kurban gibi hissediyordum. Ben istenmeyen şeylerin sonucuydum; asla kabul görmeyen bir evlat, dışlanan bir arkadaş ve daha niceleri.
Uykunun tutsağı hâline gelmiştim artık, bazı zamanlar halüsinasyon görüp görmediğim olaylar silsilesi yaşardım ve uykunun kollarında mıyım diye kendimi sorgular hâle gelirdim. Gerçeklik payı olduğuna ihtimâl bile vermediğim, öyle olaylar yaşamıştım ki artık ne doğru ne yanlış ayırt edemiyordum. Yatağım ahşaptandı ve boyutları küçüktü. Bu yüzden rüyamda, ruhumun havalandığını zannettiğim o korku dolu dakikalarda, yatağıma düşüşüm de bir o kadar hızlı ve rahatsız ediciydi. Huzursuzca kıpırdanıp bir daha da uykunun yakınından bile geçemiyordum o gecelerde. Küçük yatağımda, sokak lambasının cılız ışığına odaklanıp sabah olması için dua etmeye başlardım. Odam tamamen ağaçlık bir alana bakıyordu ve zifirî karanlıktaki öten baykuş sesleri ile geceyi geçirmeye çalışırdım. Ya da ellerimi göğsümde birleştirip sırtüstü bir şekilde uzanıp tavanı izlerdim. Neden normal insanlarla karşılaşmıyorum. Niye böyle olmak zorunda diye içimden geçirdiğim sıralı cümleler birbirini kovalarken de zaman geçerdi. Geçerdi de, benden geçmiyordu işte. Öten baykuşlar, gökyüzünde cirit atan ve beni her yerde takip eden kargaların da bana söylemek istediği şeyler var gibiydi. Sanki kendi alfabeleri vardı ve görünmez harflerle beni yönlendirmeye çalışıyorlardı.
Yine aynı, bitmek bilmeyen kâbuslara dönmüştüm anlaşılan. Yürüyordum, ayaklarım ben geri adım atmak istesem bile ileri doğru hareket ediyordu. Bir ormanda, ayın bile karanlık olduğu bu tenha yerde neyi arıyordum? Ayaklarım benden bağımsız kime doğru yürüyordu? Sonra fısıltılar geri döndüler, artarak ve çığlıklara dönüşerek hem de. Elimi kulağıma bastırma ihtiyacı hissettim. Kalbim dörtnala giden bir at gibi hızlandı, şaha kalkmış gibiydi, sinyal sesi tüm ormanı kaplayıvermişti.
“Durun, durdurun artık şunu’’ diye gür bir ses ile bağırdım. Feryat etmek istiyordum ancak sesim çıktığı için sevinmiştim. Korkuyu iliklerime kadar hissediyordum çünkü.
Beklemediğim bir anda, mengene gibi kısılıp havaya doğru yükseldiğimi hissettim. Kollarımı hareket ettiremiyordum, ayaklarım yukarıda ve ruhum bedenimden ayrılmış gibiydi. Gözlerimi yumdum, midem bulandı ve o an kusacağımı sandım.
“Nihayet tanışabildik, küçük kız. Senden istediğimi bana kendi ayaklarınla getirdin.’’
Aynı ses, kâbuslarımın ortağı.
Açtığım gözlerimi aşağıya çevirdim ve beni esir alan yaratıkla da ilk göz göze gelişimiz oldu. Yarasaya benziyordu, gözlerinin biri simsiyah diğeri ise kahverengiydi ve dönüyorlardı. Gözaltları mosmordu ve gözlerinde kan fışkıracağını düşündüğüm yoğunlukta bir kırmızılık vardı. Dişleri sivriydi, öldürücü derecede de metalik. Kulakları bir elf kadar uzundu ve toynakları… Burnundan sertçe nefes alıp veriyordu. Yaratık diyemeyeceğim kadar fantastikti. Beni esir alan yaratığın yarasa biçimindeki kanatlarıydı. Kanatlar tarafından alıkonulmuştum.
“Benden ne istiyorsun?”
Üç kelime ve boğazımda bir yumru. Korkumu bastırmak için yutkunmak zorunda kalmıştım, boğazım kupkuruydu. Tıslamaya benzer bir ses çıkardı ve kana susamış bir iblis timsali gözlerimin en derinine baktı.
“Canavarın kalbini istiyorum senden, onu söküp bana vereceksin. Yok edilişini büyük bir zevkle izlemek istiyorum.”
İliklerime kadar ürperdiğimi hissettim. Eğer havada olmasaydım tüm bedenim tir tir titremeye başlayacaktı. Ya nöbet geçirecektim ya da bir sanrı. Kaşlarımı çattım ve yaşadığım şeyin sadece korkunç bir düş olduğunu kendime hatırlattım. Burası gerçek değildi, uyanınca hepsi bitecekti.
“Be ben anlamıyorum. Sıradan, basit bir insan, sana hangi canavarın kalbini söküp de sunabilir?’’
Lanet olsun, hissettiğim korkuya rağmen sesim son derece kendinden emin çıkmıştı. Bana bir şey yapacak mıydı?
“Hiçbir şey bilmiyorsun değil mi? Hâlâ kendini masal âleminde sanıyorsun. Senin o korkunç kökenlerin yüzünden her şey. Gördüğün rüyalar, seni takip eden hayvanlar ve her daim yanına düşen tüyler. Bunların hepsi senin yapı taşın ve aslında ne olduğunu sana hatırlatan diğer yanların, en karanlık tarafın ve artık açığa çıkmayı bekliyor.’’
‘’Kökenlerim mi? Ailemin hangi tarafı? Ben aslında neyim?’’
İçten içe hiçbir zaman normal olmadığımı zaten biliyordum ama bunu bana söyleyen şeyin bir yaratık olması çok ironikti.
“Anne tarafından gelen, korkunç genlerin burada olmandaki asıl neden. Kökler ailede şekillenir ve gün gelir özündeki saklı kişiliğini açığa çıkarır. Hiç sorgulamadın mı büyükannen de neden anneni sevmiyor diye? Lanetli bir gene sahipsin Amara.”
Adım buydu, Amara. Anlamlarından beni en çok etkileyen şey ise sert, keskin ve acıydı. Beni tanımlayan bu üç kelime ismimde can bulmuş gibiydi. Acı ile besleniyor, acı ile güçleniyordum. Acı ile ölüyor, acı ile doğuyordum. Keskin ve törpülenemez yanlarımınsa ne olduğunu bilmiyordum. Tanımlayamadığım bu yaratık “Öğrendiklerin daha hiçbir şey” der gibi bakıyordu bana. Büyülü bir dünyaya adım atmıştım, içimde yeşeren karanlık git gide çoğalıyordu.
“Ne yapmam gerekiyor? Sadece burada değil, kendi yaşamımda da normal insanlar gibi hissetmek istiyorum. Sevilen, değer görülen, günlük koşuşturmacası dışında hiçbir derdi olmayan bir insan olmak için her şeyimi veririm. Beni duydun mu? Her şeyimi.”
“Seni serbest bırakıp bir bıçak vereceğim. Onu kalbine saplayıp önünde duran kutuya koyacaksın. O karanlık kalbi yok edeceksin ki bu lanetten kurtulasın. Uyandığın zaman, gözlerini yatağında açacaksın merak etme. Beni, bu yaşananları hatırlamayacaksın. Annene kordon bağıyla dolandığın için onun dışındaki tüm aile bireyleri hayatından def olup gidecek ve onla yeni bir hayata başlayacaksın. Normal, sevildiğin ve lanetsiz bir hayat.”
Söylenenler ve yaşananlar o kadar imkânsız geliyordu ki delirip delirmediğimi anlamak için çevreme bakma ihtiyacıyla doldum. Buna rağmen sadece kafamı salladım. Hemen sonra serbesttim ve ayaklarım yere basıyordu. Toynakları, nasıl olduğunu bile bilmediğim bir şekilde pençeye dönüşmüştü ve bana söylediği bıçağı uzatıyordu. Ellerim titriyordu fakat tereddüt etmeden o keskin bıçağı aldım kalbime sapladım. Ve bir an, sadece bir an için öldüğümü düşündüm. İntihar etmek için tüm bunları uyduruyor muydum yoksa? Nefessiz kaldım, kanlar her yere aktı ve acı… Acı göğsümü delip geçti. Tırnaklarım bundan kurtulmak için avuç içime batmak istiyordu. Kan gölüne dönen elimi kalbime doğru götürdüm. En hassas ve duygularımın katili olan organımı elimde tutuyordum o an. Gözüm yandı, ağlamayacaktım. Bunları unutacaktım, normal biri olacaktım. Saniyeler dakikalara döndü, kutuya iyice yaklaştım ve sonunda cesaretimi toplayıp elimde tuttuğum kalbimi kutuya bıraktım. Kutunun yanında bir kilit vardı, onu çevirdim ve “klik” sesi ile beraber kutu kapandı. Sonsuza kadar. Kalpsiz bir insandım artık. Yaratık bana “Canavarın kalbini istiyorum” dedi ama o anda da bir kalbim yoktu ki. Ben ölüydüm artık, hissiz ve boş bir bedenden ibarettim sadece.
Şeytanî bir gülümseme kapladı yaratığı, dudakları sanki hep bunu beklemiş gibi yukarıya doğru kıvrıldı.
“Artık korkma. Öldüğünü düşünüyorsun ama unutma burada zaten hiçbir şey normal değil. Canavar sendin, çünkü olduğunu sandığın kişi değildin, hiçbir zaman da olmadın. Annenle beraber her zaman bu aileden kurtulmak istediniz ama aile bağınız yüzünden bu insanlardan kurtulamadınız. Kalbini söktüm, o kutuyu da yok edeceğim. Dediğim gibi, uyandığında hiçbir şey hatırlamayacaksın. Yalnızca kendi uydurduğun bir masal kahramanı zannedeceksin beni. Kendi hikâyeni de kendin yazacaksın artık.”
Vücudum, isteri krizine girmişim gibi titremeye başladı, yere yığıldım. Gözlerim kapandı ve boşluğa düşmüşüm gibi hissetmeden önce uyandım.
“Uyanma vakti.”
Sonra tanıdık bir ses duydum, annemin sesi. Nefes nefese bir şekilde, soluklarımın normale dönmesini bekledim. Çekinir bir şekilde etrafımı inceledim; yatağımdaydım ve güvendeydim. Annem tepemde, elinde bir kahvaltı tepsisiyle dikiliyordu. Kaşlarını çatmıştı ve bana kızdığı zamanlar ortaya çıkan o çukur yine kendini belli etmişti.
“Okuluna geç kalacaksın. Yine bir şeyleri sana hatırlatmadan harekete geçmiyorsun.”
Bana kızışını da seviyordum. Aniden yatağımdan fırlayıp anneme sarıldım. Kollarımı boynuna doladığımda normal hissediyordum, öncesi yoktu.
Canavarlar kalpleri olmadan da yaşarlardı, Hayatım uğruna ailemi feda etmiştim. Kalbim vardı ama artık bir ailem yoktu. Zaten hiç olmamış bir şeyden de vazgeçilmezdi ki.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

                                                

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir