SahmeranArtwork logolu
Müge Süzek

BİR PARMAK BAL

Yörenin en büyük aşiretinin kına gecesine davetliyiz. Yol yorgunluğunu henüz atamadık. Ortamın coşkusunu seyre dalmışken aşiretin hatırı sayılılarından olduğu anlaşılan adam ‘’Şehrimize hoş gelmişsiniz, buyurun” diyerek bizi rengarenk kıyafetleri ile çiçek bahçesine dönen mekânda, kiminin önceden yakılmış kınalı elleriyle düğünün en canlı aktörleri genç kızlara emanet etti. Daha ne olduğunu anlamadan ucu bucağı olmayan halay çemberinin ortasındaydık.

Müzikler, ritimler değişiyor, çeşit çeşit danslar sabırla öğretiliyor. Kınalar yakılırken, havai fişekler, davul zurnalarla kan kırmızı kıyafetiyle yerine yerleşen gelin adayı ile fotoğraflar çekiliyordu. O sırada tanıdık bir çift göz görüyorum. Kimdi bu derken yakalayamıyorum. Küçük kızlar hayranlık içerisinde bizi izlerken, bizler de kiminin altın, kiminin gümüş kemerlerine dikkat kesiliyoruz. Dört yanımızdan kuşatıldığımız ortamda onların gözünden nasıl göründüğümüzü merak ediyorum.
Çok güzeldik çok güzel dans ediyorduk İstanbul’dan mı gelmiştik ne kadar kalacaktık asıl düğün yarındı birkaç gün sonra mı dönecektik biletlerimizi değiştiremez miydik… Hayranlık, mutluluk, sevinç içerisindeki küçük kızlar.
1-2-3, 4-5-6, sol arkaya, sağ iki adım öne. Omuzlar sağdan sola değil, yukarıdan aşağıya, gövent değil govend. Eller serçe parmaklarımızdan zarifçe kenetlenmiş, kah kol kola, kah omuz omuza, müziğin ritmine kapılıp gidiyoruz. Fotoğraflarımızı çekiyorlar, Instagram adresleri, telefonlar alınıyor. O an arkamdan sürtünerek geçen birini duyumsuyorum. Dönüyorum. Kimseler yok. Biraz oturalım diyorum. Yorulduk herhalde. Erkekler masalarından kalkıp yerlerini verirken, oturmaya fırsat kalmadan, kolumuzdan çeken gençlerle halayın ortasında buluyoruz yeniden kendimizi.
Bir ara gözüm kararıyor. Bahçenin karanlık köşesinde kalmış kuyuyu görüyorum. Susamışım. Kafamı uzatıp kuyunun derinlerine bakıyorum. Dibi kör karanlık. Ansızın bir yılan başı beliriyor. Derisi gri pullarla kaplı, ay gibi parlıyor. “Gel” diyor bana, “gel, burada bol su var.” Kuyunun ucuna bağlanmış ipe tutunarak aşağıya süzülüyorum. Sanki yerin yedi kat altındayım. Yılanla göz göze geliyoruz, bu gözleri tanıyorum. ‘’Korkma‘’ diyor. Önünde iki kap, birinde süt, birinde kopkoyu renkte bal. Bir parmak bal sürüyor dudaklarıma, sonra süt kabını uzatıyor. Kuyunun dibindeki deliklerden onlarca yılan çıkıyor. Bağırmak üzereyken ‘’şşt” diyor, “al bu bir kova suyu, yıka beni, etimin en güzel yeri senin olsun’’ Bir ayna görüyorum, yuvalarından fırlamış gözlerime bakıyorum. Ama hayır, o kadar şefkatli ki, çıkmak istemiyorum. Biraz daha kalalım. Bir süre sonra beni kuyruğuna doluyor, sessizce yukarıya çıkıyoruz. Tekrar aşağıya baktığımda aşağısı aynı karanlık, ipin ucunu salıyorum.
Etrafımda bir kalabalık. Kimi yüzüme su çarpıyor, burnumda limonun keskin kokusu, ‘’Şekeri düşmüştür, yoruldu, bir parça bal verelim ağzına‘’ diyor tanıdık bir ses. Gözümü açtığımda Şahmeran’ı arıyorum. Avucumun içinde etinden bir parça. Davullar, zurnalar o günden beri hiç susmuyor.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir