Meltem Gönülalan

SARP

Annesinin başrol oyuncum dediği Sarp’la babasının “Olmadı bu çocuk” dediği Sarp aynı kişiydi. Zıtlıkların mükemmel karışımı. Başrol takıntısı falan yoktu oysa, sahnede daha uzun süre kalmasını gerektiren zor repliklerin, uzun tiratların biçilmiş kaftanıydı.

Ezberi zor metinlerin aranan ismi, diğer çocukların altından kalkamadığı, unuttuğu repliklerin suflörüydü. Ona hep absürt karakterleri, uzun konuşmaları verirdi hocası. Hatta aynı oyunda diğer karakterleri de ezberlediği için birinin yokluğunda onun yerini alan cankurtaran olmuştu. Yaşıtlarının pek de yeteneği olmamasına rağmen kayıt ettirildiği oyunculuk kurslarına katılmak istemezdi. Bir şekilde hocaları ikna edip, daha büyüklerin arasına katılarak, bu işi ciddiye aldıklarını sandığı ‘yetişkin’ gruplarına dahil olurdu. Kendisini onların arasında kanıtlardı. Çocukluğu böyle geçti Sarp’ın: Oyuncu olacağım, diyerek. Oldu da.

Bütün hayalin oyuncu olmaktı oğlum. İşte oldun. Ama senin dışında herkesin oynadığını, herkesin sana karşı olmadıkları, olamayacakları ‘iyi insan’ rolüne büründüklerini göremiyorsun değil mi? Onlar gerçek hayatta rol yaparken, senin sahnede bile düzenbaz rolünde inandırıcı olamadığını anlayamıyorsun. O yuvarlak, dümdüz bakan gözlerin hiç beceremiyor çünkü yalan söylemeyi. Hem de hiç beceremiyor be oğlum. İşte bak aynı şimdiki gibi doğrudan bakıyorsun çünkü insanın yüzüne. Kötü insan nasıl olunur öğretmediler evde sana büyürken. Verdiğin sözü tutmasan ne olur bilmiyorsun. Ben söyleyeyim, hiçbir şey olmuyor. Sözünü  tutmayanlar umursamadan devam ediyor yoluna, sen üzülüyorsun. Onlardan çok var o yüzden normal sayılıyor bu, senin gibisi az ve yamuk olmaman sıra dışı. Ama ben bunun rolünü pekâlâ yaparım diyorsun. Çıkarım sahneye aslanlar gibi ‘şerefsiz’ olurum. Olamıyorsun işte, seyirci kızacağına gülüyor sana. Ah Sarp ah. Koca adam oldun hala anlayamadın değil mi, hayallerin beş para etmediğini? Neyse tamam, sustum.

Her şeye mizah katan komik biri oldu hep, girdiği ortamların enerji kaynağı. Bu huyunu insanı gülme krizine rahatlıkla sokabilen annesinden almıştı. Hayatta gülünecek pek de bir şey olmadığını düşünen babasının ‘deliler birdi, iki oldu’ diye tanımladığı ikiliydi onlar annesiyle. Babasının temkinli, hemen her şeye güvenmeyen, objektif, ciddi hallerini değil de, annesinin herkesi kendi gibi sanan, beklentisi yüksek, düşündüğünü söyleyen, fevri hallerini almıştı karakter yapısı olarak. Temkinli olmayı yorucu buluyordu ve babasının tüm uyarılarına ‘O öyle diyorsa öyledir, neden yalan söylesin, beni neden kandırsın ki?’ savunmasıyla karşılık veriyordu. Arkadaşlarını koruyordu her zaman çünkü iyi birinin arkadaşı da iyidir diye düşünüyordu.

Aferin oğlum, aferin. Aynen böyle devam et. Sonra ne oldu? Arkasını kolladığın, evini açtığın o arkadaşların neredeler şimdi?  İnandığın saygın üstat abilerin hangi taşın altında gizli? Kimdi o tüm hayallerini cebine doldurup yanına gittiğin, ‘tamam oğlum yönetmenle tanıştıracağım yarın seni dedim ya, güven bana, o rol senin. Sen ezberle gel, yarın görsün seni, gerisi bende’ diyen arkadaşın? Sabahlara kadar ezber yapıp buluşmaya gittiğin ama tüm gün telefonlarını açmayan, hatta yönetmene senden söz bile etmemiş olduğunu ancak üç ay sonra o yönetmenle başka bir ortamda tanışma fırsatı yakaladığında fark ettiğin, mazeretleri tükenmek bilmeyen o cılız, uzun saçlı oğlanı diyorum. Aman neyse tamam kimse kim. Dikkatini dağıtmadan susayım yine. 

‘At dertleri geriye annecim’ dediğinde Sarp sekiz, ağlarken  yakaladığı annesi otuzların  sonlarındaydı. Şaşkınlıkla bakmıştı televizyondaki Şener Şen’e, annesi filmin onu duygulandırdığını söyleyip apar topar gözlerini silince. Ne kadar şaşırdıysa artık annesi espri patlatıp hem kendini, hem de oğlunu güldürerek havayı dağıtmıştı. Eğlenceli kadındı annesi genelde. Ağlarken yakalanmayı sevmez, bunun gösterilecek bir şey olmadığını, kendiyle alakalı, içsel bir şey olduğunu düşünür ve ayıp bir şeymiş gibi gizlemeye çalışırdı. İşte böyle yakalanırsa da gülmeye çevirirdi rotayı. Büyüdükçe anladı Sarp annesi ne olunca ağlıyor, hangi ağlamayı gizlemeyi başarabiliyor, gülmelerinin ardında kaç kırık hayal yatıyor.

Peki sen en son ne zaman ağladın? Üniversitede okurken en yakın arkadaşını sevgilinle yakaladığında değil, bunu biliyoruz. Oradaki duygun öfkeydi daha çok, ama sevgiline değil ‘en iyi arkadaşım’ dediğin o yakışıklı çocuğa. Arkadaş tanımın değişmişti o dönemden sonra hatırlıyor musun? Güvenle eşdeğer bir şeydi arkadaş, o yüzden azdı. Giden şey güvendi, sevgili değil. Peki ağladığın neydi? Haksızlığa uğradığında ağlıyorsun en çok. Yapmadığını bildiğin bir şeyle itham edildiğinde ve bunu bir türlü anlatamadığında. Sana inanmadıkları zaman çok içerliyorsun. Seni yarı yolda bıraktıklarında, seni ümitlendirip sonra boş verdiklerinde, yumuşak kalbinin üstüne basıp geçtiklerinde. Seni samimiyetlerine inandırıp tam içini döktüğün zaman dinlemediklerinde inciniyorsun. Boş boş bakıyorlar ya hani, işte o zaman. Yanındaymış gibi görünüp olmamalarına içerliyorsun. Yalnız bırakıldığını fark ettiğin zaman ağlıyorsun sen. Yanında sandıklarından geliyor tokat. Acıtan o. 

Hiç istememişti babası oyuncu olmasını. “Aç kalırsın, hiç olmazsa mühendis olsan,” demişti. “Baba sanat şakaya gelmez, kravatla ofisimde oturmaktansa aç kalırım daha iyi,” diye yapıştırmıştı cevabı Sarp. Kaldı da. Her zamanki gibi haklı çıkmıştı babası ama o yine de mühendis olmadığına hiç pişman olmadı. Sonraları üçü arasında hep bir polemik konusu oldu bu. Annesinin mutlu olsun da ne olursa olsun dediği yetenekli oğlu, babasının önce başarılı olsun, sonra zaten mutlu olur dediği oğluyla aynı çocuktu. Olsun, o ikisini de aynı seviyordu bu zıt kutupların. Sonuçta farklı açılardan aynı çocuğa bakıp, farklı yöntemlerle aynı şekilde seven ebeveynlerinin tek ortak noktasıydı. Çocukluk hayallerinden çok memnundu, tam olarak hayal ettiği bu olmasa da. Sığmıyordu bu ülkeye hayalleri, sanat herkes için değildi burada maalesef.

Hani 10 yaşındaydın o yaz, tiyatro ekibini çalıştıran yönetmen ‘bir oyuncu her rolü yapabilmeli, çıplak olamam da ne demek!’ diye gürlemişti o yeteneksiz oğlana, tam da provalar başlamışken. Olacak şey değildi. Çocuk ağlayarak rolden alınmış, sen hemen atılıp ‘ben oynarım’ demiştin. Oyunun sonunda külotla görünen Çıplak Kral olmuştun. ‘Sanat için soyunmaya çocukken başladı benim oğlum’ diyecekti baban yıllar sonra. Sahnede yapamayacağın bir şey olmadığını babana bile göstermiştin o gün. Sonraları birkaç absürt rolde daha kanıtladın kendini ona gerçi. O Nazi yanlısı psikopat apartman kapıcısı rolünde buz kesmişti salon. Seni öldürdükleri sahnede yerdeki çırpınışın annenin boğazına yumruk gibi oturmuştu. O nasıl ölmekti öyle oğlum ya.

Anneannesi onun için her zaman en büyük destekçi ama aynı zamanda da en sıkı eleştireniydi. O ne zaman akıl vermeye, eleştirmeye başlasa Sarp ‘sıkı tutunun anneannem atağa geçti’ deyip sanki çok güçlü bir rüzgâr onu savuruyormuş gibi hareketler yaparak koltuğa tutunur, daha doğrusu tutunamıyormuş gibi yapıp yere savrulurdu. Böyle zamanlarda hiçbirinde bir ciddiyet kalmaz, kadıncağız ne diyeceğini unutur, elleri göbeğinde pek de gevşememeye çalışarak güler, Sarp da fırçadan bir an için kurtulurdu. Anneannesinin kızarken bile kıyamadığı tek torunu, şebeği! Dört yaşına kadar anneannesi baktı ona, ne hikayeler anlattı, ne kitaplar okudu, ne oyunlar oynadı hem de. Kendi dertlerinin tavan yaptığı bir döneme denk geldi bebekliği. O yüzden kafasını dağıtan, kendini değerli hissettiren, kendisine muhtaç ve tam zamanında imdadına yetişen bir torundu. Tam zamanlı can yoldaşı. O yüzden ikisi de birbiri için olmazsa olmazdı. Herkes bir yana, anneannesi bir yanaydı.

En büyük hayalin anneannenin seni en önden izleyip alkışlaması ve hatta ağlamasıydı değil mi? Sahneden ona, sadece onun anlayacağı doğaçlama bir iki laf da atardın belki. ‘Ay alem bu çocuk vallahi’ deyip güler, gözyaşlarını gizlemez, bilakis gururla gösterirdi. Yanındaki tanımadığı bir başka seyirci teyzeye ‘benim torunum’ derdi. Olmadı be oğlum. Gerçekleşmedi bu hayalin. Dur dur ağlama, sırası değil şimdi, az vaktin kaldı. Millet gözyaşı damlasıyla zor ağlar, senin o iki damla yaş her an tetikte. Bir şey hatırlatmaya da gelmiyor. Ee dedik sana bu ülkeye zor sığar bunca hayal. Alemsin hakikaten, üçkağıtçı rollerinde hiç kötü adam olmayı başaramaz seyirciyi güldürür, aklına olmadık şeyler gelince kolayca ağlarsın. Ama sen de haklısın. Haksızlık olduğunda ağlamayacaksın da ne zaman ağlayacaksın? Hayat üstüne üstüne geldiğinde akmayacak da ne zaman akacak o iki damla. 

Son on dakika, toparlanın hadi, diyen ses kendine getirdi onu. Anlaşılan o ki şu an duygusal anılara kapılıp sürüklenecek zaman değildi. Hayalleri boğazında düğümlenen tek kişi de o değildi, umutları buruşturulup atılan son kişi de.

Hatırlıyor musun, Biff* olarak çıktığın sahnede hüngür hüngür ağladığına yönetmen dahil kimseleri inandıramadığını? Gözlerine göz yaşartıcı damla sıktığını sanıyordu herkes. Oysa baban Willy’nin sürekli bir işin olması için sana yaptığı baskılar, daimi hır gür, annenin seni kendini aradığın bir yolculukta olduğunu söyleyerek savunması, babanın seyyar satıcılıkla yeterince yorulduğunu defalarca anlatarak seni bunaltması, kaybolduğunu ve kendini ancak baba ocağında bulacağını sandığını ve bu yüzden onlara sığındığını bir türlü anlatamaman.  Asıl kaybolanın, senin bir geleceğin olmasından ümidi kesen baban olması ve intihar etmesi… Bunlar ağlaman için yetiyordu sana Sarp. Hele ölen babanın hayaliyle hesaplaştığın o sahne, sağken söyleyemediklerini ağlayarak döküldüğün o tirat. Bakma öyle, iyiydin iyi. Gerçek gözyaşları her zaman iyidir. Ama şimdi değil, hayır hayır şu an hiç sırası değil. Kendine odaklan. Kendine…

‘Sarp son beş dakika, hazır ol’ diyen kondüitin sesiyle odağını kendine çevirdi ve kim bilir kaç dakikadır göz göze bakıştığı adamın ‘buraya kadarmış’ diyen hüzünlü gözlerinden kendini sıyırarak kalktı kulis aynasının önünden. Makyajı da bittiğine göre son oyununu oynamak üzere ayağa kalktı. Sekiz yaşında başlayan oyunculuk hayali az sonra son alkışını alınca bitecekti. Sahneye doğru ilerledi.

(*) Biff, Arthur Miller’ın 1949’da yazdığı Satıcının Ölümü oyunundaki evin büyük oğlu Biff Loman.

 

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir