MY FAVOURİTE CAKE-DEVRİMİN GÖLGESİNDE SANAT; SON DÖNEMEÇTE AŞK
“Can cânâna nasıl ulaşır? Cânân nerede, can nerede?
Zerredir bu, güneştir o. O nerede, bu nerede?”
Hâtıf-ı İsfahâni
1979 yılında Şah Muhammed Rıza Pehlevi yönetiminin devrilmesine yol açan İran İslam Devrimi, dini lider Ayetullah Humeyni önderliğinde başlamış; toplumun muhalif kesiminin katılımıyla desteklenmiştir. Humeyni’nin dönüşü ve muhalif halkın desteğiyle Şah ülkeyi terk etmiş, ardından İran’da İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. Devrim sonrasında İran, dini esaslara dayanan bir yönetim sistemine geçmiştir.
Bu süreç sonrası İran’da sanat ve sanatçılar üzerindeki kısıtlamalar büyük ölçüde artmış, yeni kurulan İslam Cumhuriyeti, sanatın İslami değerlere uygun olmasını şart koşmuş ve özellikle Batı etkisinde görülen sanat türlerine kısıtlamalar getirmiştir. Sinema, tiyatro, müzik, edebiyat ve görsel sanatlarda sıkı sansür uygulanırken, özellikle kadınların başrolde olduğu filmler, aşk ve romantizm konuları, Batılı kültür ve ideolojileri teşvik eden eserler yasak veya sansüre maruz kalmıştır. Kadınların sahneye çıkması, sinema ve müzik gibi alanlarda performans göstermesi ağır kısıtlamalara tabi olmuş; kadınların şarkı söylemesi yasaklanmış, sinema ve televizyonda da tıpkı günlük hayatta olduğu gibi tesettür zorunluluğu getirilmiştir. Filmlerin ve tiyatro eserlerinin senaryoları önceden kontrol edilerek İslami değerlere uygunluk açısından elemeye tabi tutulmuş; yönetmenler ve senaristler İslami kurallara uygun senaryolar yazmak zorunda bırakılmıştır. Kitaplar, şiirler ve edebi eserler de sansürden nasibini almış; özellikle özgürlük, eleştirel düşünce ve bireysel haklar gibi konuları ele alan edebi eserler daha büyük yaptırımlara maruz kalmıştır. Eserlerin yayımlanması için devlet onayı alması şartı getirilmiştir. Bu kısıtlamalar, İran’da sanatsal yaratıcılığı önemli ölçüde sınırlasa da birçok sanatçı farklı yollarla ve güç koşullarda yaratıcı eserler üretmeye devam etmiştir. Rejim baskısı ve ülkedeki sanatsal özgürlüklerin devlet tarafından sıkı bir şekilde denetlenmesine rağmen; İran sineması, metaforlar, sembolik anlatımlar ve dolaylı eleştirilerle öne çıkan güçlü bir sinematik dil geliştirmeyi başarmıştır.
Devrimden sonra İran’da sinema dili oldukça başkalaşmış; sinemanın etkisini fark eden dini kesim de hemen harekete geçmiştir. Örneğin devrimden sonra rejimin propaganda aleti işlevi gören sinema için dönemin bazı fetvacıları, “Kerbela dramını anlatan bir film, bir ayinden daha etkilidir” diyecek kıvama gelmiştir. Tüm dünya tarafından yalnız bırakılması ve içine kapandığı dönemlerde ise uluslararası kamuoyu tarafından tanınan Abbas Kiorastami gibi yönetmenlerin yurt dışındaki festivallerde yaptığı konuşmalarla İran, diplomatik olmasa da sanat yollu bir nefes aralığı bulmuştur.
Özellikle Abbas Kiarostami, Asghar Farhadi, Jafar Panahi gibi yönetmenler, sansürün sınırlarını zorlayarak, insan hakları, adalet, sosyal eşitsizlik gibi konuları dolaylı anlatımlarla ele almışlardır. Jafar Panahi, hükümet karşıtı duruşu ve muhalif filmleri nedeniyle hapis cezasına çarptırılmış ve ülke dışında film yapması yasaklanmıştır. Ancak Panahi ve benzeri yönetmenler, bu baskılara rağmen yaratıcı yollarla sinemayı eleştirinin güçlü bir aracı olarak kullanmaya devam etmişlerdir. Sonuç olarak, İran sineması rejim baskısı altında büyük zorluklarla mücadele ederken, dünya çapında tanınan bir anlatı tarzı ve güçlü bir sinema dili geliştirebilmiştir.
“Güneş doğarken çiçek açarken
Ve hayat geçerken ben seninleyim…”
Bu günlerde isimlerinden My Favorite Cake filmiyle bahsedilen Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha, İran sinemasında öne çıkan muhalif yönetmenlerdir ve özellikle Ballad of a White Cow filmiyle İran’daki adalet sistemi, insan hakları ihlalleri ve toplumsal adaletsizlik gibi hassas konuları ele aldıkları için dikkat çekmişlerdir. Bu film, İran’da ölüm cezası, adalet sisteminin hataları ve bireylerin bu sistem içinde yaşadığı travmalar gibi konuları cesurca irdelediği için İran hükümetinin sansür ve baskısına maruz kalmıştır. Filmin İran’da gösterime girmesi engellenmiş ve yönetmenler yurtdışında festivallere katılma konusunda çeşitli kısıtlamalarla karşılaşmışlardır. Ayrıca, Maryam Moghaddam, filmde oynadığı ve yönettiği için yoğun baskıya maruz kalmıştır. İran’daki otoriteler, bu tür eleştirileri toplumda yaymak istemediğinden filmin yapım sürecini zorlaştırmak ve uluslararası tanıtımlarını sınırlamak için çaba göstermişlerdir. Tüm baskılara rağmen, Moghaddam ve Sanaeeha, İran’ın sosyal sorunlarını ve insan hakları meselelerini sanatsal bir dille aktarmaya devam etmişler; film, dünya çapında birçok festivalde övgü almış ve İran sinemasındaki ifade özgürlüğü mücadelesinin simgelerinden biri olarak kabul görmüştür.
Gelelim ikilinin son çalışması My Favourite Cake (2024) filmine… Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha tarafından yönetilen İran yapımı romantik-dram türündeki bu film, Tahran’da sessiz bir hayat süren 70 yaşındaki dul bir kadın olan Mahin’in uzun süre sonra yeniden aşkı keşfetmesini konu edinir. Mahin, yaşlı bir taksi şoförü olan Faramarz ile tanıştıktan sonra hayatında tek bir gecede heyecan verici bir dönüşüm yaşar. İkili, Tahran’ın muhafazakar toplumunda yasakları çiğneyerek şarap içip dans ederek gecelerini geçirir; bu durum toplumsal normlara karşı bir başkaldırıdır aynı zamanda.
Film, yaşlılıkta sevgi, dostluk ve bireysel özgürlük temalarını işlerken, İran’daki toplumsal sınırlamalara ve kadınların karşılaştığı zorluklara ince bir eleştiri de sunuyor. Mahin ve Faramarz karakterlerine hayat veren Lili Farhadpour ve Esmail Mehrabi’nin performansları ise eleştirmenlerden tam not aldı. Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan film, Chicago Uluslararası Film Festivali gibi birçok festivalde ödüller kazanarak 2024’ün öne çıkan uluslararası filmlerinden biri haline geldi.
Yaşlılık döneminde sevgi, dostluk ve bireysel özgürlük gibi kavramlar, hayatın anlamını yeniden keşfetmeye, insan ilişkilerinin derinliğini artırmaya ve bireyin kendi kimliğine dair farkındalığını güçlendirmeye yardımcı olur. Bu dönemde sevgi, gençlikteki tutkulu romantizmden ziyade, daha sakin, koşulsuz ve empati dolu bir paylaşıma dönüşür. Yaşlanma ile gelen hayat tecrübeleri, sevginin yüzeysel olmaktan çok daha derin bir bağa dönüşmesini sağlar; sevgi artık bir yoldaşlık, güven ve dayanışma unsuru olarak öne çıkar. Dostluk da yaşlılıkta farklı bir anlam kazanır; uzun yılların getirdiği tecrübeler, arkadaşlık ilişkilerini daha anlamlı kılar. Araştırmalar, yaşlılık döneminde güçlü sosyal bağları olan bireylerin daha mutlu ve sağlıklı yaşadığını gösteriyor. Dostlarla vakit geçirmek, yaşam doyumunu artırır ve kişinin hayatındaki duygusal destek ağını genişletir. Bu bağlamda dostluk, sosyal yalnızlıkla mücadelede önemli bir rol oynar.
Bireysel özgürlük ise, özellikle sosyal normların ve fiziksel sınırlamaların daha çok hissedildiği bir dönem olan yaşlılıkta, kim olduğuna sahip çıkmaktır aslında. Kendi kararlarını vermek, kendine göre bir hayat biçimi sürdürmek ve toplum baskılarına rağmen kendi isteklerini takip edebilmek, bireysel özgürlüğün temelini oluşturur. Bu yaşlarda insanlar, kendileriyle daha barışık oldukları için başkalarının ne düşündüğüne daha az önem verir ve özgürce yaşamaya odaklanır. Özetle, yaşlılıkta sevgi ve dostluk; daha derin, daha anlamlı bağlara dönüşürken, bireysel özgürlük ise kişinin kendini ifade etme ve kendi seçimlerini yapma gücünü ifade eder.
Film sinematografik açıdan ambiyansı kuvvetli gece çekimleri, bolca sarı ışık kullanımıyla karakterlerin içsel yorgunluğunun yüzlerine yansımasını perdeye kuvvetli bir görüntü diliyle yansıtmış. Önümüze konan yine İran coğrafyasında yaşayan tutkularının doruklarında iki genç karakter olsaydı, sanmıyorum ki bu denli etkili olsun.
Tüm kısıtlamalara rağmen arzularını canlı tutup yaşama gayretindeki iki kahramanımızın içtenliği, izleyiciyi teklifsizce empatinin kuytularına çekiyor. Lili Farhadpour kadın haklarının her anlamda kısıtlandığı bir ülkede kadın olarak yaşamanın tüm zorluklarını akışta ortaya koyuyor. Biz de göğüs gerdiği zorlukları içselleştirip, mücadelesine şapka çıkarıyoruz. Parkta ahlak bekçileri genç bir kızı alıkoymak istediğinde Mahin’in onlarla korkusuzca çatışması, lokanta sahnesinde Faramarz’ı gözüne kestirmesi, hatta takibine alıp evine davet etmesi kendi toplumu içinde cesaretten de öte tam bir gözü karalık aslında. Evin kapısından içeri adım attıklarında İran’ı dışarıda bırakmayı öyle güzel beceriyorlar ki; bahçe ve evin mutfağı sınırları var gibi görünse de alabildiğine özgür bir yaşam alanına hatta bambaşka bir boyuta dönüşüyor. Kendiliğine bir nebze olsun alan açabilmek adına alınan devasa bir risk… Derdini yalın bir dil ve minimal bir projeksiyonla anlatan bu yapım, güçlü sosyolojik altyapısıyla İran’ın devrim öncesi kuşağına dair unutulanları birer birer hatırlatıyor.
Eve gelişleri sonrasındaki bahçe sekansları, bahçedeki çiçek ve bitkilerin bolluğu dikkat çekici. Bu sekans karakterlerin yaşadıkları aydınlanma ve rahatlamayı somut bir şekilde gözler önüne seriyor. Evin içindeki büyümekte olan bitkinin önünde özçekim yapmaları da birbirleriyle ilgili hayal ettikleri geleceğin zamanla kök salmasını istediklerini hissettiriyor. Birlikte içilen şarap, bahçeye kurulan sıcacık masa, o sırada yapılan küçük tamirat işleri, bakışların ışığında en koyusundan sohbet, müzik eşliğinde “boş vermişim dünyayı” minvalinde ettikleri dans, pastayı süslerken gösterilen özen, duşun altındaki sevimli yakınlık… İran’da bir kadın, kadının evinde bir adam; bahçede çiçek tarhları ve taze kazılmış bir mezar. Gecenin koyu karanlığında can yakıcı bir kabulleniş, bir damla göz yaşının eşlik ettiği tek dilim pasta My Favorite Cake …
Yazarımızın diğer yazılarını okumak için lütfen buraya tıklayın.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.