??
Gamze Haklı Geray

AVUNTU

Her sabah aşağıda bekleyen uzun kulaklıyla akşamüstü binanın kapı pervazını tırmıklayan benekli de olmasa yerimden kıpırdar mıyım? Kıpırdamam. Salondaki şilteye yapıştık, bütünüz âdeta. Ayaklarım balon gibi. Bacaklarımın şu koca bedenimi taşıyıp taşımayacağından kuşkulansam bile iki gariban aç susuz kalmasın diye harekete geçerim.

 

Hayat bir gün beni üzerinden atacak, gençlikte devirdiğim çamlarla yüzleştirecek elbette. Sanki sonucu mutlak başarısız bir deneyin öznesi gibi dikkatle izler, sonra olmamış, hiç olmamış diyerek sinirli sinirli parmak sallar. Hadi oradan. Yılların yorgunluğundan zaten bezmişim. Her gün bir köpekle bir kedi uğruna yönümü belirlerim. Az çaba mı bu?
Kutsal kâseyi teslim alacak keşiş gibi uzun ince bir yola çıkar, sokağın sonundaki bankamatikten maaşımı çekmeye giderim. Dile kolay evden tam iki yüz elli adım. Makineyle aramızda sıkı bir gönül bağı kurduk. Hatta zat-ı şahanelerinin bağımlısıyım. Bana ödülümü sunar; samimiyetle kurcalarım. Kurcaladıkça huylanır gibi gelir, vereceği varsa da cimriliği tutar. Bir gün elden ayaktan düşmekten, köşesine varamamaktan, yola hiç çıkamamaktan için için korkarım.
Bugün erken uyandım. Yatakta uzun uzun kaşındım. Ne sabah toplantıları, ne azar derdi. Buna yaşamak mı denir Allah aşkına. Bak, efendi, sabah olmuş ama gitmen gereken bir iş yok. Heceleyerek kendine tekrarla. E-mek-li-sin, u-yu-mak ser-best. Zaten dünya sensiz de halleder.
Bu sabah hiç yapmadığı bir şey yaptı uzun kulak. Cama doğru uzun uzun havladı. Kuyruğunu mütemadiyen salladığını gördüm, dişlerinin arasından ıslık gibi bir ses çıkardığını duydum. Bu tembel herif herhalde evrenin merkezinde olduğunu sanıyor kendinin der gibi yüzüme baktı. Evrenin değilse de küçük dünyasının merkezinde yaşayan, en mühim işi iki mahalle arası gidip gelmek, kuş, kedi, köpek, sincap, kirpi, yolda artık kime rastlarsa karnını doyurmak olan, geri kalan zamanda koltuğuna ilişip tüm gün eylemsizliğe adanan yaşamın sahibi aklı yarım ihtiyarın tekiyim işte.
Evet, eski soluk mavi koltuk hâlâ dayanıyor. Beni herkesten daha iyi tanır. Ritmimiz uyumlu, hukukumuz eski. Çöktüğümde kucaklar. Öyle şefkatli. Becerip yaptıklarımla yapamadıklarımın çetelesini tutarım. İkinci liste uzadıkça uzar. Kendimi sorgulamaya artık vaktim bol. Bana sorarsanız dış dünyada neyin heyecan verici olduğunu merak etmekten daha eğlenceli bu iç soruşturma.
Saatin rutin tık takları arasında geçen ömürden şikayet edilmez. Arada yemek yapmaya, temizliğe gelen asık suratlı Safiye’nin zili çalışını beklemek dışında derdim, sıkıntım yok. Gelse bir türlü gelmese başka. Seçeneklerim var üstelik. Zıkkımın kökünü yerim. Kendim sorar kendim cevaplar, kendim pişirir kendim yerim. Değmeyin keyfime.
Evrenin gizemlerini düşünürüm. Oturduğun yerde düşünülecek konular bunlar. Kuantum meselesine takıldım mesela. Bana gerçeğin göründüğü gibi olmadığını, gözlemin kim tarafından yapıldığına bağlı olarak kaybettiğim okuma gözlüğümün aynı anda hem iki yerde bulunabileceğini, hem hiç var olmayabileceğini söylüyorlar. Şu işe bak. Gözlüklerini nereye koyduğunu bulmaya uğraşan derisi de içi gibi kuru bir adamım. Eğer gerçeklik bu kadar kaypaksa, sanırım hiç kaybetmediğimi bile iddia edebilirim. Belki de hâlâ burnumun üzerinde, fark etmemi bekliyorlar.
Bir de zaman meselesi var ki sormasın kimse. Ezeli düşmanım. Zamanın da sabrımın genişliği gibi bir boyut olduğunu inkâr edemem ama çocukken daha yavaş hareket ettiğine yemin edebilirim. Şimdi genç bir delikanlının motoruyla hızlandığı gibi hızlanıyor, yanımdan rüzgâr gibi geçip gidiyor. Öylece duruyorum, durmayı seviyorum. İleride bunarsam sadece salondaki koltuğun yerini doğru saptamayı başarabilmek tek amacım. Eğer gerçek, dedikleri kadar belirsizse, belki yarın, zamanın kıyıcığıma sokulduğu, gözlüklerimin hiç kaybolmadığı bir dünyaya bile uyanabilirim. Kim bilir.
Oturmak için mükemmel günler bunlar. Ayaklarım dibine kadar battıkları toprakta kök salmışlar. Homo sedensliğe terfi edeli epey oldu. Pek sevdim ben bu boyutu. Eskiden vakitsizlikten hayallerim bir kenarda dururdu. Şimdi vaktim bol, yapacak şey yok. Ne tuhaf şey şu hayat. Sanırım koşmanın bana iyi geldiğine inandırmıştım kendimi. O kadar meşguldüm ki önemli bir iş yapıyormuşum gibi hissederdim. Tekerleğin içindeki hamster gibiymişim. Şimdi nasıl da sakin ortalık. Durağan, eylemsiz. Kuşları tekrar duymaya yetecek kadar sessiz.
Doktorlar bu kadar uzun süre hareketsiz kalmanın iyi olmadığını söyler. Daha çok yürümelisin. Yürümek mi? Bu tür heyecan bünyeme ağır gelir. Allah korusun, çay mı yoksa kahve mi kararı bile yorgun kalbimi sarsabilir. Dünya bekleyebilir. Dürüst olalım, pek bir şey kaçırdığım yok. İster bir dağa tırmanayım, ister bu koltukta uzanayım, ufukta aynı güneş doğup batıyor.
Bedenimi paketlere sarıp korumuş, rahmetli babamın deyişiyle şu dümbelek dünyaya kazık çakmayı planlamışım. Ona da babası öyle dermiş. Atalarımdan miras genetik özelliği yaşatmak bana da nasip olmuş. Yaşamayan ölmezmiş.
“Allah gecinden versin” dedi yan komşu. “Çoluğuna çocuğuna bağışlasın”. Bıyık altından güldüm. Ne çocuğu. Bekârlığı sultanlık etmişim. Gerçi belli olmaz. Yıllar sonra biri çıkar “Bu çocuk senden efendi” deyiverir. Ayıkla pirincin taşını. Al başına belayı, ömür boyu çekersin ceremesini.
O bakımdan evdeki koltuk insanın ebedi tahtıdır. Ekrana yapışık yeni yetmeler klavyede parmaklarına nasıl güveniyorlarsa ben de soluk mavi koltuğuma canı gönülden inanırım. Vücudumda kare bir girinti oluşsa bile en sonunda, yerimden kıpırdamam. Oturan boğa değil oturan adamın çilesi. Hayat mı seninki diyenlere bir çift sözüm var. Baldırlarımdaki damarlar almış başını gidiyor. Hayat dediğin dik durabilen iskeletin kadar.

 

Küçük kozamı pek güzel örmüşüm. Çıkıp gitmek, başka bir yerde yeniden başlamak mümkün mümkün olmasına ama… Bir an, sadece bir an.  Öyle saçma bir düşünce ki bu. Otur oturduğun yerde. Geçmişte sincap gibi bir orada bir burada, amirlerinin her talimatını eksiksiz yerine getiren adam şimdi kağnı hızıyla yol alsa kime ne zararı? Uykularımla rüyalarımı bile çalmışlar ruhum duymamış. Rüyasız gecelerden bulutsuz sabahlara kıvançla uyanıyorum. Gündüzler de benim, geceler de. Hayatım siesta. Neden olmasın?
Uzaktan kumanda elimde televizyon izlerken bir kase patates cipsinin sonsuz şefkatine sığınırım. Karşıma biri denk gelirse yılların süzgecinden geçen bilgeliğimi ispata uğraşırım. Ve kıymeti anlaşılamamış, kenara atılmış eski eser gibi neyi beklediğimi bilmeden pineklerim. Belki şu aşağıdaki çocukları da eve alma zamanı gelmiştir artık. Garibanların yukarı bakmaktan boyunları tutuldu.
Velhasıl kelam, kendi kozasında huzur bulan yorgun ruhlar beni mutlaka anlar. Yalnızca gerçekten kaybolmuş olanların anlayabileceği türden huzurun sesidir bu.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir