Aylin Özer

FÜG

Kan çok fazla değildi ama kokusu midesini bulandırıyordu. Refleksle irkildi ve içindeki mısır gevreklerini püskürttü. Onu bu halde gören kadın, çığlık atarak yerdeki çocuğu kucakladı, düştüğünü sandığı kanepeye yatırdı. Çığlığı duyan bir adam yan odadan koşar adımlarla geldi. Çocuk; yağmura yakalanmış bir kuş, çirkin ördek yavrusu olduğunu bilmeyen bir kuğu, fırtınadan sarhoş olmuş bir balık gibi bu iki insana baktı.

Adam ambulansı arıyor, kadın çocuğun ayaklarını yukarıya kaldırarak güya şoka girmesini engellemeye çalışıyordu. Tüm bunları yaparken de ağlayıp dövünüyordu.
“Muharrem oğlum. N’olur, n’olur bizi bırakma. Bırakma bizi!”
Ambulans beklenirken kadın aynı cümleleri kötü bir şarkının nakaratı gibi tekrarlayıp duruyor, adam da ellerini çocuğun alnına koymuş başından akan kanları temizliyordu.
Yaklaşık on dakika sonra ambulans geldi. İkinci kata hızla çıkan görevliler, çocuğun nabzını, şekerini, tansiyonunu kontrol ettiler. İç kanama geçirip geçirmediğini anlamaya çalıştılar. Tansiyon, nabız, şeker… Her şey çok normaldi. On yaşındaki bir çocukta olması gereken ne varsa o kadardı. Görevliler işlerini yaparken adam kadına bağırıyordu.
“Ben sana demiyor muyum şu telefonla ilgilenmeyi bırak da çocuğunla ilgilen biraz diye.”’
Kadın ağlamaya devam ederken adamın bu sözlerin üzerine birden durdu ve aynı şiddetle yanıt verdi.
“Bir de babası olacaksın, kumandayı çocuğundan çok seven baba mı olur?”
Tekrar ağlama pozisyonunu aldı kadın. Sağlık görevlileri araya girip, sorunun ne olduğundan emin olamadıklarını, çocuğun bir an önce hastaneye götürülmesi gerektiğini söylediler. Muharrem etrafa ve olup bitenlere anlamsız bir şekilde bakmaya devam ediyordu. Korkudan titriyordu, kimseyi tanıyamıyordu. Anne denilen kadını da, baba denilen adamı da hayatında ilk kez görüyordu. Bağrışmalardan dolayı daha da korkmuş ve ambulans görevlisi genç kadının elini sıkıca tutmuştu.
Onu sedyeye yatırdılar ve yakındaki Soma Devlet Hastanesi’ne götürdüler. O gece müşahede altında kaldı. Nöbetçi doktor beyin MR’ı ve tomografi çektirdi, kan testlerinin hepsini yapıldı fakat çocuğun neyi olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Tüm hayati veriler normal olmasına rağmen Muharrem hiç de normal değildi. Anne ve babasını tanımıyor, isimlerini bile hatırlayamıyordu.
O gece acilde, ertesi gün hastane odasında, daha ertesi gün tıp fakültesindeki hastane odasında ve sonraki iki yıl boyunca Muharrem hayatında yaşadığı ilk on yıla dair hiçbir şey hatırlayamadı. Sanki yeni doğmuştu ve sadece son iki yıldır yaşıyordu. Yaşamındaki ilk on yıl kaybolmuştu. Yaşamı kaybolduğu için mi düşmüştü kanepeden, yoksa kanepeden düşünce mi yaşamı kaybolmuştu? Bunu dahi bilmiyordu.
Manisa’daki hastanenin psikiyatristi Üzeyir Bey, Muharrem’e bir türlü teşhis koyamıyordu. Türkiye’nin bilinç kaybı yaşayan en küçük hastası ile yaklaşık iki yıldır çalışıyor ve hiçbir netice alamıyordu.
Muharrem bir gün okuldan eve geldiğinde çantasını üzerinden düştüğü kanepeye fırlatıp mutfağa koştu ve iki yıldır tanıdığı annesine “Anne anne, ölen köpeğimin adını hatırlıyorum” dedi sevinçle. Annesi telefonda konuşuyordu, babası ise son ses maç izliyordu.
Onu kimse duymadı. Tekrar ambulansın sesiyle uyandı.
*Bu öykü ilk kez Panzehir Dergi’nin Dünya Öykü Günü 2025 etkinliğinde yazar tarafından okunmuştur.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir