MAKAM ŞOFÖRÜ
“Dur gitme. Benim kimim kimsem yok. Evlatlarım, akrabalarım hepsi bana yüz çevirdi.”
Dişleri seyrelmiş ağızlarda çınlayan, sonra tavanda yankılanan, ardından bir sürüngen gibi yorganımın altına kıvrılan sesler, sözler akın ediyor salon tarafından. Biri bitmeden öbürü başlıyor.
“Şöyle ekmek ettim, böyle fırına sürdüm. Ekşi mayalı çöreğim enfes oldu, küçük bir de pide attım. Dede parmaklarını yedi. Tam buğday pek sağlıklıymış. Şeker var ya ben de şeker.”
Kız kardeşim, duvarları elleyerek çizgi filmlerden ezberlediği replikleri tekrar ederek ağabeyini uyandırmaya geldi. Muzipliğinden, beni çağırış şeklinden bazı şeyler anlaşılıyordu aslında.
“Kalk kâtip ağabey, ağır misafirlerimiz var. Cumartesi günü aşırı güzel geçecek. Aşırı.”
Ayşe Kadın ile komşusu Kezban Sultan annemi ziyarete gelmiş. Elbette beni de görmek istiyorlarmış. Eğer ölürsem, öteki tarafa yorgun ve uykusuz gideceğim. Bu nedir arkadaş? Bir soluk aldırmıyorlar insana. Kapıdan bacadan giriyorlar, her yerden üstüme hücum ediyorlar; illa yapılacak bir iş, özel bir sorumluluk, kamu kurumlarından bir pürüz buluyorlar. Telefonum hiç susmuyor. Şunu anlayın artık. Ben bu mahallenin muhtarı ya da gönül elçisi değilim. Bana bunlarla gelmeyin, yeter.
Bak bir hadise anlatayım. Geçen gün kafam biraz yükseldi, bastığım yeri görmez oldum. Acil Servis’ten dönerken, Balıkesirli Nine’nin, kaymakamlık tarafından kendisine hibe edilen kömürlerine yardım etmedim diye hâlâ vicdan azabı çekiyorum. Yapmayın bunu bana. Ben zaten bilmediği şeylerden ıstırap çeken ve bu çağın bütün acılarını, aşırılıklarını ruhunda hisseden karanlık, anlaşılmaz, hülyalı bir adamım. Arabayla oradan geçiyordum, Balıkesirli Nine nasıl da gözlerime bakmıştı oysa.
“Oğlum çok yaşlıyım, çuvalları kaldıramıyorum, şunlara bir el at” diye âdeta destek dilendi benden. Aksi gibi talep etmeme rağmen doktor ilaç yazmamış, sabah akşam takibe devam etmemi tembihlemişti. “Tamam ama ben tansiyon ölçtürmek için eczanelere, konu komşuya, rica minnet etmeye mecbur muyum” diyemedim sayın doktoruma. Aile Hekimimi, zamanında E-Devlet üzerinden değiştirmediğim için kendime söve saya çıktım sağlık ocağından.
Canım bu olaya sıkkındı, zavallının evinin önünden kaçar gibi savuştum. Üstelik korna çalmayı da ihmal etmedim nineye. Seksenine merdiven dayamış, kömürler yağmurda kalmasın diye acele eden, canı burnunda insan, klaksondan ne anlayacak züppe? Kerata, küstahlığın âlemi var mı?
Mırıl mırıl, elimi yüzümü yıkadım. Yüzüm şiş, gözlerim kan çanağı, esneye esneye gelenlerin yanlarına çıktım. Kezban Sultan sebep olduğu gürültüyü gâvur gibi biliyor. Kaçın kurası o.
“Koca sesim ile uyandırdım mı seni? Ee hadi kalk gâri, öğlen oldu, bu kadar yatılmaz.”
“Olur mu öyle şey? Ne demek, başım üstüne. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.”
Yalanının hayrını görme inşallah. Ulan bu hayatta vaziyeti idare etmede, zevahiri kurtarmada senin kadar mahir insan çok az vardır. Şu tavırlara bak, havalara bak. Gören de beylerbeyi zannedecek.
İçimdeki laubali sesi, sert bir azarlamayla susturup konuklara odaklandım. Hoşbeş, muhabbet sohbet. Her bir ölümlü, ilk önce ben konuşayım diye öne atılıyor. Harala güreleye tahammül edemeyen annem, kahve yapmak ve bana da kahvaltılık bir şeyler hazırlamak için mutfağa geçti. Kız kardeşim, seni Türk kadınlarına emanet ediyorum diyen bir el işaretiyle odasına çekildi. Hık mık “Sakın ha, Allah korusun, çabuk gel buraya” diye peşinden atıldım ama oda kapısı yüzüme kapandı.
Yeter bu kadar, sadede gelelim. Kara Haydar, hanımı Ayşe Kadın ile tarafıma haber göndermiş. Pazartesi günü aylık almaya gideceği için, erkenden kalkıp evinin önündeki meşhur sandalyesinde beni bekleyecekmiş. Daireye intikal ederken onu almayı unutmayacakmışım.
“Haftanın ilk günü, kalabalık olur. Topal bacağın, hantal bedenin ile binip inmen zor oluyor” desek de kalın kafalı herif dinlemez. Bir kere aklına koyduğunu illa belleğinde sabitlediği zamanda yapacak. Eski insan. “Osmanlı adam” derler ya hani, işte onlardan. Sahi ne demekse bu tespit?
Hâsılı kelam, bir gün beni görmese merak ettiğini ya da kesin bir hata yaptığını düşündüğünü söyleyen Kara Haydar, bana çok selam söylemiş ve geçmiş olsun dileklerini iletmiş. Kafama hiçbir şeycik takmayacakmışım. Bol bol limon suyu içecekmişim. Yüksek tansiyona ekşi birebirmiş.
“Aleykümselam, getiren gönderen sağ olsun. Eksik olmasın kendisi, dediklerini yapacağım.”
Bir mesele daha varmış. Önümüzdeki günlerde, onu Masaldere’ye de ulaştırıverecekmişim. Kaymakamlık, köyün içinden geçen derenin kenarına bir duvar ördürüyormuş. “Devlet, Kara Haydar’ın zeytin bahçesinin kıyısından bir miktar toprak almış” diyorlarmış. O tevatürü yerinde tetkik edecekmiş ama benim keyfimin kaçmasını göz önüne alarak, bu eylemi ileri bir tarihe ertelemiş.
Şuraya bak. Anlaşılan şahsımın işi gücü yok, Kara Haydar’ın emrinde, makam şoförü olarak oradan orada savrulacağım. Benim fikrimi, müsait olup olmadığını sormadığına göre. Öyle ya.
Bir müddet, bir kenarda mazbut durmayı başaran Kezban Sultan hışımla lafı böldü.
“Pazartesi günü, ilçenin pazarı olduğunu bilmiyor mu bu adam? Ayşe Abla, sen ona söyle, salı gitsin maaş almaya. Araç park edecek yer bile bulunmaz alimallah. Bu çocuğa da acıyın canım.”
Mantıklı geldi, Ayşe Kadın’a, benim de Kezban Sultan ile hemfikir olduğumu belirttim. “Kara Haydar’a bunu tam böyle iletiver” dedim. Ayşe Kadın sanki kuşkuları varmış gibi boynunu büktü. Sonrasında, konuşmak isteyip de hepimizin kaçındığı esas konuya gelip dayandık. Çamaşır makinesi meselesinde son durum neydi? Eve tekrar tesisatçı çağırmışlar mıydı?
Şimdilik makinenin kablolarını söküp atmışlar, Kara Haydar görüp de şuuru bozulmasın diye üzerini kilimle örtmüşler. O kara günden sonra bir daha çalıştırmamışlar talihsiz aleti. Yine aynı terane, elektrik faturası çok gelecek, fazla su tüketecek. Ayşe Kadın hâlâ elinde çamaşır yıkıyormuş. Ne anladım ben bu işten. Ben o mereti almak için beyaz eşya mağazalarında hırıl hırıl niye gezdim? Uygun fiyatlı ve sağlam olanı bulacağım diye satış görevlileriyle boşuna mı kafa patlattım?
“Adam, karı, bunların elle tutulur, meymenetli işleri yok” diyen Kezban Sultan yine araya girdi, ısrarla bağırarak konuşuyordu. Balıkesirli Nine’nin kömürlerini, o gün yoldan geçen hayırsever bir delikanlının evine taşıyıp hayır duasını aldığını söyledi. Ardından benim ne kadar içinden pazarlıklı, merhametsiz olduğumu yüzüme haykırırcasına manalı imalı baktı gözlerime. Hiç oralı olmadım. Burama kadar geldi artık. Ben hayır kurumu işletmiyorum burada, kimse kusura bakmasın.
“Gün ola harman ola” diye kestirip attılar, palas pandıras kalktılar. Çamaşır makinesini hâlâ kullandırmadığından dolayı Kara Haydar’a iyice bilenmiş Kezban Sultan’ın çenesi öldürecek adamı. O saate kadar bayılıp düşmediğime çok şaşırdım. Derhal, kapı komşuma tansiyonumu ölçtürmeliyim.
Bir şeyler atıştırdıktan, iki bardak çay içtikten sonra annemin akrabalarımızla olan kavga dövüş anılarını, bilmem kaçıncı kez dinlememek için karanlık odamda biraz uyuyayım dedim. Kısa sürede görülen rüyalar, kâbuslar, arkası yarınlı sanrılar. Çocukluktan kalan sarsıntılar.
Çok geçmedi, kız kardeşimin elime tutuşturduğu cep telefonundan, o malum haber geldi.
O kadar sözün, gerekçenin herhangi bir yararı olmamış, Kara Haydar, illa pazartesi günü gidecekmiş bankaya.
“Oğlum, iş yerine geçerken sen bizi de alıver. Ne yapalım, Dede nallı katır gibi inat ediyor.”
“Emredersiniz Ayşe Kadın” dedim. “Makam şoförünüz, kâtip emrinizde. Bu durumda, sen de araç komutanı oluyorsun. Haydi bakalım. Vatana millete hayırlı uğurlu olsun.”
Kurnazca yüzüme bakan kız kardeşim de bir çizgi film repliğiyle noktayı koydu.
“Boş ver keloğlan. Al bakalım, bu elma neşeni yerine getirir belki.”
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.