LENA GİDİYOR
“Göğe bakıp düşünüyordum :
Artık yolum yok demek ki”
Lorca
“Ben eski sabahlardan kalma bir kalp kırığıyım.”
Lena, yan yataktan mahmur gözlerle bana bakıyor.
“Seher yeliyle yüzüne dolanan tülü kaldırırken sana, ‘bu bir kelebeğin kanadıydı’ deyişini… Bunları mı hatırladın? Aman, adamla ilgili berbat romantizmi taşıyorsun!”
Kişilerin özledikleri hep geceleri aklına gelirmiş, uyuyamazlarmış. Bense sabahları uyandığımda, kendimi çok yalnız ve garip hissederek onu hatırlardım. Hani, bunu hayatta unutmam dediğimiz şeyler vardır; ben bütün unutulmayacakları unutmuştum da sadece onu unutmamıştım. Her sabah aynı gariplik…
“Yok eskisi gibi değilim, geçen mesaj yollamış, onu hatırladım.”
Yataktan doğruluyor, gözlerini kocaman açarak,
“Ne zaman? Niye benim haberim yok? Buraya gelmeden bir adamla tanışmıştın?”
Bir arkadaşlık sitesinde görerek buluştuğum adamı merak ediyordu. İşte, mesaj, tam bu buluşmada gelmişti. Hep olduğu gibi tek sözcükle, “güzelim” yazılıydı. O’na gitmem için yeterli olan sözcük.
“Zamanlamaya bak, aylar sonra ne mesajı?”
“Buluştuğum adamın ceketinde gümüşten kılıca benzer bir yaka iğnesi vardı. Arada yarenlik olsun diye, “iğne Zülfikar mı?” dedim. Çerkes kamasıymış. Adam cahilliğime çok bozuldu, yürümezdi bu arkadaşlık.”
“Doğrusu Zülfikar ile Çerkes kamasını karıştırman, cahilce olmuş!” derken gülüyor.
“Adam bana, ailemin kökenini sordu. ‘Kökenimizi’ çok iyi bilmediğimi, büyük olasılıkla Hititlerden arta kalanlardan olduğumuzu, söyledim. Bu ‘köken’ sözcüğüne sıkıntı veriyor bana? Sıkıldım ben…”
“Hititler mi kaldı? Babanın Arnavut olduğunu da yok saymışsın.” Buna daha çok gülüyor.
Beni ve annemi bırakıp giden babamı, çoktan yok saymıştım. Annemin ailesi hep buralı olduğuna göre; bence az da olsa Hitit değilse bile Frigyalı, Lidyalı ya da benzer halklardan birinin kanını taşıyordum.
Lena ile beraber yola çıkmıştık çok önceden aldığı zeytinliği satmak istiyordu. Hurma Koyunu dolaşırken, tepede bir pansiyona rastlamıştık. Köyün yerlilerinden olan pansiyon sahipleri, sezonu açmamışken bize bir oda verdiler, akşam yemeklerini paylaşarak onların misafiriymişiz gibi davrandılar.
Öğleden sonra çevrede gezinirken, Lena’yı zeytinlikle ilgilenen biri arayınca pansiyona döndüm.
“Bak abi, senin durumuna biz de burada çok üzülüyoruz! Cevat Abi de var oturuyoruz. Bak göreceksin, bazı şeyler hiç belli olmaz, çok daha iyi olacak!”
Her şey iyi olacak, diyememişti. Telefonla konuşan kişiyle bir arkadaşı, güneyde hâlâ akşam soğuğu hissedilirken sobanın başında oturuyorlar. Mekânın sahipleri gibi Fesleğen köyünden olmalılar. Ben aileden biri gibi mutfakta akşam yemeğini bekliyordum.
“Sen böyle yaptıkça biz de üzülüyoruz. Üzülme!”
Başkaları üzülmesin diye üzülmeyi bırakmak…Telefonda konuşan kişinin sesi duyulurken Lena içeri giriyor. Onu kaybetme telaşındayım, satış işini sormuyorum hem arkadaşımı üzmemek için üzülmemeliyim.
“Çökertme’ye eskiden Fesleğenbükü derlermiş.”
Beni dinleyenler masayı kurmakta olan pansiyon sahibi karı koca. Kulağının arkasında sigara yerine bir fesleğen dalı yerleştiren koca, karısını işaret ediyor.
“Fesleğenimi gündüz kulağımdan, gece kucağımdan eksik etmem!”
İçeriye biraz önce giren otuz yaşlarındaki genç adam babasının sözlerine gülüyor. Ailenin rahatlığında, Lena gülünen şeyi anlamaya çalışıyor. Lena düşünceli…
Hep beraber, hazırlanan masaya toplanıyoruz. Fesleğenli bey karısına servis yaparken “kekliğim!” diyor. Lena’ya, kadınının yazmasına iliştirilmiş kadife çiçeğini gösteriyorum, gülümsüyor.
Fesleğen ve hem de keklik hanıma çevre ile ilgili sorular soruyorum, “önceden burada Rum köyleri varmış, biliyor musunuz?”
Fesleğen hanım, gündelik işlerinin derdinde, Yörük ya da göçenlerden kalan bir Rum olmayı dert etmiyor, “Gavurlar bizi burada unutmuş!”
Ertesi gün Gökova körfezini dolaşırken Lena, yakınlarda iyi bir falcı olduğundan bahsediyor, “kahve falları hep çıkarmış!” Önceden olmayan fal merakıyla, gitmekte kararsız kaldığı umuduna kapılıyorum.
Vardığımız köyün sokaklarında falcı kadını arıyoruz. Uzakta bir bakkal göründüğünde rüzgâr çıkıyor, bir şeytan yeli dönerken hindiba çiçeklerinin tüyleri uçuşuyor; çocukken bunlara şeytan donu, dediğimizi hatırlıyorum.
Rüzgâr dindi derken aniden kopan fırtınayla toz bulutu yükseliyor, yürüdüğümüz ıssız sokakta önce kuruyan otlar yapraklar uçuşuyor. Geçen yazdan kalma, plastik şişeler, torbalar saklandıkları yerden havalanarak dans ediyorlar. Etraf, dağılan düşen eşyaların gürültüsüyle yankılanıyor, çarpışan teneke kutularının, yuvarlanan bidonların sesine ilerdeki kabaran denizin sesi karışıyor. Yolun ortasında kalakalmışken bir taş binadan mavi bir masa örtüsü kendini yelken bezi zannederek rüzgârı doldurarak uçuyor. Metalik seslerin eşliğinde önce bir gömlek ve etek sonra iki yuvasına rüzgârı almış bir sutyen askılarını sallayarak geçiyor. Sanki kurtarmak zorundaymışım gibi önümden geçen bir nesneyi yakalıyorum, dengemi sağlamaya çalışırken elimdeki siyah dantel külota bakarak ne yapacağımı düşünüyorum. Taş binanın önünde bir çamaşır ipi sallanıyor, binanın bütün pencereleri panjurlarla kapatılmış. Bir tane erkek donu gelip, Lena’nın göğsüne yapışıyor. Gerçek dünyada değil de bir film sahnesinde yaşıyoruz, eteklerimiz uçuşuyor, saçlarımız dağılıyor. Fırtınanın ortasında, Lena, donu elinde bayrak gibi sallıyor. Kahkahalarla “gavurlar bizi burada unutup gittiler!” diye bağırıyor. Sesi nesnelerle beraber uçuyor, “erkeklerini de götürmüşler, sadece donlarını bırakmışlar!” Yüzümüze çarpan tozlar batıyor. İkimiz birden gülerken, birbirimizden destek alarak kendimizi arabaya atıyoruz. Sallanan arabayla köyden uzaklaşıyoruz.
Yol üzerinde rüzgâr almayan bir kahveye oturuyoruz. Fallara inanıyoruz numarası yapıyoruz. Fincanımda geleceği arıyor.
“İki yolun var, bir yolun ucunda bir gemi var. Bu şey bir şey değil, birkaç şey… (?)
Evet iki yolun var, bir yolun ucunda gemi var ama sen öbür yoldan gideceksin…”
“Ben gemiye binmek istiyorum!”
“Öbür yolda karşına bir gemi çıkabilir, acele etme…Gemili yol belli belirsiz sisler içinde… Köpekli adamın çok sorunu var.”
“Kim o köpekli adam?”
“Geçmişte kalan kötü adam… Adamın biri silahını doğrultmuş ama silah ateş almıyor, tutukluk yapıyor. Silahı çok eski bir silah… Kurtarıyorsun kendini. Her şey güzel olacak… Bedava fal bu kadar işte…”
Ertesi akşam, Barış’ın barında otururken, yanımıza gelen Lena’nın yüzü aydınlanmış görünüyor. Barış ile konuşmasından zeytinliğin satıldığını anlıyorum. Öğrendiğim haberle ve içtiğim şaraptan başım dönerken Lena ile dışarı çıkıyoruz. Yol boyunca konuşmadan yürürken, denize bakan bir köşeye oturuyoruz. Lena içtiği bira şişesini bana uzatıyor,
“Son zamanlarda, rüyamda, kendimi hep Sirkeci Gar’ında görüyordum; üzerimde kara çarşaf vardı ve peçeliydim. Geçen trenlere bakıyordum, insanlar ellerinde küçük valizlerle kaçmaya çalışıyordu. Sonra kendimi gar binasının ortasında buluyordum, annemi bekliyordum, kara çarşaflı kadınların içinden annemi bulmaya çalışıyordum. Annemi hep kullandığı parfümünden tanıyınca kokunun peşinden giderek sesleniyordum, ‘beni bırakıp gitme!’ Alacalı bir güvercin havalanırken anneme sesimi duyurmak için çabalıyordum. Annem olduğunu sandığım kadın, duymazlıktan gelerek bana bakmadan trene binip gidiyordu. Sanki benim burada kalmamı istiyordu.”
Ona, benzer düşler gördüğümü anlatmıyorum.
Son hatırladığım rüyada; kumsalda mavi serin sulara atlama hayalindeyken, bir el beni sahilden uzaklaştırıyor ve bir uçurumun kenarına bırakıyordu. Korkudan üşürken, bu elin aslında iyiliğimi istediğini düşünüyordum!
Karşıda onu bekleyen ülkenin adasına bakarken, bir sır verir gibi fısıldıyor.
“Ben burada kalmaya karar verdim!”
Beklemediğim haberle şaşırarak bakıyorum. “Zeytinliği niye sattın o zaman?”
“İlgilenemiyordum, tesadüfen almıştım. Ben, mülkten ne anlarım ki? Hep kiralık evlerde kaldım. Belki kaos seviyorum, kargaşaya aşinayım…
Bir biçimde kendini güvenceye almıştı ya da hiçbir zaman ülkeyi terk edemeyecekti.
“Sen yine bir Türk’e mi âşık oldun?”
“Ne bekliyordun, gavurlar bizi burada bırakıp gitmişler… -gülüyor- Yok, daha aşkı bulamadım…
Çakırkeyifiz. Elden ele dolaştırdığımız şişeyi, karşıda yanan ışıklarıyla, elimizi uzatsak tutacak kadar yakın görünen Kos adasına kaldırıyorum.
Sonra, Lena, bir şeyler arar gibi başını gökyüzüne çeviriyor, “süper küme, galaktik nehirler, bir ucunda samanyolu galaksisi… Şimdi, Dünya bir süpernova gibi patlasın, ışığını kaybetmişken…”
Onun söylediklerini anlamlandırmaya çalışıyorum; çantasından gizlenmiş bira şişesini çıkarıyor. Bir taşa kapağını dayayarak açıyor. Şimdi şişeyi adanın sağlığına kaldıran, Lena.
Hafif zor duyulan bir sesle konuşuyor.
“Yeryüzünde kaçacak bir yerimiz kalmadı. Belirlenen sınırlardan, insanların köpeklerle kovulduğu bir gezegende yaşıyoruz! Burada kalsak da buradan çekip gitsek de içimizde hep bir hasret taşıyacağız.”
Gölgeli kuytuda gökyüzüne bakarken bir yıldız kayıyor, umudu hatırlatıyor.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.