GÖLGE
Sanırım yedi sekiz yaşlarındaydım. Babam bana “Bu Nasıl Çalışır?” adında bir kitap almıştı. Renkli resimlerle dolu muhteşem bir şey! Buhar makinesi, içten yanmalı motor, vites kutusu… Gecem gündüzüm o kitapla geçiyor, ne var ki diferansiyelin nasıl olup da dönüşlerde arabanın tekerlerinin farklı hızlarda dönmesini sağladığını bir türlü anlayamıyordum. Bir akşam aniden, aks dişlilerini birleştiren istavroz dişlisinin serbest hareket etmesi gerektiğini fark ettim. Bu her şeyi açıklıyordu!
Peştemallı Arşimet gibi zıplaya zıplaya koşturduğumu hatırlıyorum. O muhteşem tatmin duygusu bende o kadar derin yer etti ki, hayatım boyunca bir şeyleri anlamaktan doğan doyum duygusunun peşinden koşup durdum.
Aynı coşkuyu iki gün önce Le Guin’in 1974 tarihli “Çocuk ve Gölge”sini okuduğumda hissettim. Pek çoğumuz gibi, Hans Christian Andersen’in “Gölge” masalını okuduğumda hiçbir şey anlamamış ama derinden etkilenmiştim. Le Guin ise, neden anlamadığım bir masalı bu kadar çok sevdiğimi kavramamı sağlamıştı.
Andersen’i sever misiniz bilmiyorum. Ben onu sevmekle kalmam -itiraf etmeliyim ki- sağlam taklit ederim. Sizce, tek bacaklı kurşun asker onca badireyi atlatıp evine dönmeyi başardığında masal bitmeli miydi? Romantik olarak “Evet,” gerçekçi olarak “Hayır.” Çünkü gerçek hayat orospunun tekidir. Onca badireden sonra evine dönmeyi başaran kurşun asker, bir hiç uğruna sobaya atılır ve yok olur! İşte, değer verdiğiniz ve bırakıp gitmek istemediğiniz rezil hayat budur! Bir hiç uğruna yok olmaktır! İşte bu yüzden Andersen hiper-realisttir. İşte bu yüzden “Gölge” masalında gözümüze sokulan çıplak gerçeği algılamakta zorlanırız. Hatta Tolkien’in Gollum’undan sonra bile…
Her neyse… Biz “Gölge”ye geri dönelim.
Platon’un “Mağara” alegorisini bilmeyen var mıdır? Şimdi yazacaklarım tam olarak bununla alakalı… Kafamda dolanan, birbirinden bağımsız gibi görünen bir yığın düşünceyi unutmadan aktarabilmek için dolu dizgin yazıyorum. O yüzden bu düşünceler arasında ilişki kuramazsam kusuruma bakmayın. Her şeyi de yazardan beklemeyin!
Az bilinen bir yazarla başlayalım: Edwin Abbott. 1884 yılında The Flatland (Düzlemler Ülkesi) adlı eserini yazmıştır. Düzlemler Ülkesi’nde, cisimler hep iki boyutludur. Bunu, bir kâğıt üzerinde yaşayan varlıklar gibi hayal edebilirsiniz. Peki gerçek, üç boyutlu olduğuna göre Düzlemler Ülkesi’nde yaşayan varlıklar, kendi iki boyutlu düzlemlerinde gerçeği nasıl deneyimlerlerdi? Platon’un “Mağara” alegorisinde olduğu gibi her şeyi gerçeğin bir gölgesi olarak algılamazlar mıydı? Gerçek dünyanın üç boyutlu olduğunu ve kendi algılarının bunun iki boyutlu bir projeksiyonu olduğunu bilmedikleri sürece, debelenip durmaları kaçınılmaz olmaz mıydı?
Konuyu şuraya getireceğim: Farz edin ki gerçek evren on boyutlu olsun. Ama biz insanlar, Düzlemler Ülkesi sakinleri gibi üç boyutun dışını algılayamıyor olalım. O halde biz, on boyutlu gerçeğin kendi üç boyutlu düzlemimizdeki projeksiyonu -yani gölgesi- dışında bir şey algılayamazdık.
Andersen’in hiper-gerçekçiliğini sezgisel olarak nasıl sevmişsem; Le Guin, Tolkien, Andersen, Platon, Abbott düzlemlerini de bu sezgiyle keşfettim ve sevdim.
Gölge; algılama şansı bulunmayan boyutlardaki gerçekliğin, algılanması mümkün olan boyuttaki iz düşümü, aklın almadığı düzlemlerin, aklının alabildiği ilkelliğe indirgenmiş hali ise Gollum da Frodo’nun aşağısında ama aslında onun ta kendisidir. Çünkü Gollum da Frodo’yu anlayabileceğimiz düzleme taşıyan bir gölgedir.
Kafamız karıştı mı, evet. Toparlayabildim mi, emin değilim…
Diğer deneme yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.