KAPAK Lavanta Kokulu KÖy Kuyucak
Sevda Müjgan Yüksel

LAVANTA KOKULU KÖY “KUYUCAK”


“Haritada bir yer” bu kez Isparta’yı gösterdi. Daha önce ayağımın hiç değmediği bir kent… Yolculuğun en zor kısmı İstanbul’dan çıkabilmekti. Trafik cehenneminde adım adım ilerleyen otobüsümüzün İstanbul’dan kurtulur kurtulmaz yüzü güldü. Güneşle birlikte kendimizi Lavanta Kokulu köy Kuyucak’ta bulduk.

 

Gece boyu süren yolculuğun ardından ilk durağımız; renkli ahşap sandalyeleri, desenli sedirleri, tahta masaları, onları gölgeleyen hasırlara iliştirilen dantel süsleriyle objektifime göz kırpan bahçe oldu. “Bahçe” diyorum çünkü burası bende bilinen lokantalardan, kafeteryalardan farklı bir duygu bıraktı.
 
Kuyucaklı köylüler, bahçelerini konuklarına açmış desek daha doğru olacak.
Köy ekmeği, haşhaşlı çöreği, gözlemesi… Kadın eli değen her şey yine güzelleşmişti. Hatta bahçeye açılan binanın yan duvarını boydan boya kaplayan resme de değmiş olmalıydı o el. Bu kez lavanta kokan bir denizkızıydı ve bir balığa anlatacak masalı vardı. Onlara kulak vermeden geçemezdim. Denizkızının masalı, bu yazının konusu değil ama onu da yazacağım bir gün. Şimdi bana kalsın.
Kahvaltıdan sonra yolumuz, köyün içinden geçerek lavanta tarlalarına doğru uzanacaktı.
 
Kuyucak deyince benim aklıma öncelikle gelen elbette Kuyucaklı Yusuf’tu.
Kitabı okumamın üzerinden epey yıllar geçtiği için ana olaylarıyla anımsasam da ayrıntılar belleğimden silinmiş. O yüzden bu Kuyucak o Kuyucak mıdır bilemedim. Kahvaltı etmek üzere konakladığımız bahçede köyden genç bir adama sordum.
“Bizim de Yusuflarımız çoktur ama o Yusuf Aydın’dan” dedi.
Ayrıca ülkemizde yirmi civarında Kuyucak olduğunu da ondan öğrendim. Sabahattin Alinin kahramanı, benim gözümde bir köyü onurlandırır. Bu nedenle değerlidir. Lavanta kokuları, bir köye ne katar derseniz yanıtını birlikte bulacağız.
Isparta’ya 47 km uzaktaki Kuyucak köyü, Torosların eteğinde yüksek bir tepeye kurulu. Kıraç ve susuz arazileri yüzünden sürekli göç vermiş. Bugün köyde yaşayan insanların sayısı yalnızca 250.
Keçiborlu’nun lavanta ile tanışması 40-45 yıl önceye dayanıyor. Bölgeye lavantayı, Isparta’daki gül fabrikasıyla ilgilenen Fransızlar getiriyor. Lavanta, kurak iklim bitkisi. Derken bölge, Türkiye’deki lavanta üretiminin %90’ını karşılar duruma geliyor. Alınan yol uzun. Ancak daha bitmiş değil.
Lavanta ile ilgili bir farkındalık yaratmamız gerekli”
Bu düşünce önce ilçenin kaymakamının (Gürkan Cunda) kafasında biçimleniyor. Elini ziraat mühendislerine, köyün ileri gelenlerine, muhtarına, kadınlarına uzatıyor.
“Gelecek Turizmde Projesi”ne katılma düşüncesi böylece oluşuyor. “Lavanta Kokulu Köy Projesi”yle bölge, lavantasıyla anılacak turizm merkezlerinden biri haline gelirken, projenin hayata geçmesi özellikle kadınlara da iş olanakları sunacaktır diye öngörülüyor. Düşledikleri gibi de oluyor.
Biz onların düşleri içinde ilerlerken köyün ana yolu boyunca açtıkları küçüklü büyüklü tezgâhlarda karşımıza sık sık kadınlar çıkıyor. Bizlere lavanta ile ilgili ürünler (lavanta demetleri, kurusu, kesesi, yastığı, bebeği, yağı, kolonyası, suyu, sabunu, çayı, balı, lavanta kullanılarak yapılan irili ufaklı süs eşyaları) sunuyorlar. Ben de iki demet lavanta, sabun ve çay alıyorum. Lavantaların çiçek verdiği haziran-temmuz aylarını gözleyen kadınların gönlünü hoş etmekten geri kalmak istemiyorum. Ne de olsa benim de gönlüm hoş.
Kimi arkadaşlar lavanta dondurması, lavanta kahvesi, lavantalı kurabiyeler ile de gönüllerinin hoşluklarına hoşluk katarken ben fotoğraf makinemin ardına takılmayı seçiyorum. Bana öykülerini anlatacak derme çatma evler, renkli kapılar, hüzünlü pencereler, yalnız toprak yollar bulmak istiyorum.
Pencerenin birinde yaşlı bir kadın bana el sallıyor.
Fotoğrafını çekmek için izin istiyorum hemen. Ona eşi de eşlik ediyor.
“Sizin lavanta tarlalarınız yok mu?” diye soruyorum.
“Var” diyor. “Ama çocuklara bıraktık artık.”
Hüzünlü pencere mi demiştim?
Yaşlılığın onları ayrı düşürdüğü yalnızca lavanta tarlaları mıydı?
Birden Virginia Woolf’u görüyorum (belki de görür gibi oluyorum):
“Hayata ne ile başlarsan başla, elinde çok az şey kalıyor.”
Bundan hoşlanmıyorum!
Çantama iliştirdiğim lavanta demeti hemen yardımıma koşuyor:
“Sen yaşadığın anın değerini biliyorsun, anlıyorsun.”
Kaçırdığım parlak bir gelecek yok mu ya da reddettiğim?
Woolf  “Gurur ve aptallık…” diyor, arkasını dönüp gidiyor.
O gidince rahatladığımı hissediyorum.
Kabul etmek gerek: “İnsanoğlu aptaldır!” İnsanlık hali…
Göl manzaralı tepelere vardığımda kendimi lavanta tarlalarının içinde buluyorum. Birden çevremdeki herkes lavantalarla kendince bir öykü yaratmanın ardına düşüyor. Artık 1 milyon ziyaretçi beklendiği düşünülürse; binlerce öykü… Onları yalnızca lavantalar biliyor.
Ben özellikle beyaz elbiseler içindeki kadınlara dönüyorum yüzümü. 
Genç bir kız, kollarını açarak kendisini lavantaların arasına bırakıyor. Daha lavanta tarlalarından ayrı düşmesine çok var!
Umut, en güzel duygumuz!
Düş kurmak! En güzel becerimiz!
“Lavanta Kokulu Köy” de bir düştü. Umutlara gebeydi.
İnsanoğlu akıllıdır! Düşlerden gerçeklere yol bulur!
Düşlerinin ardına düşen, düşecek tüm insanlar adına Kuyucak’ı selamlıyorum.
Yazarımızın diğer yazılarını okumak için lütfen buraya tıklayın.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir