KAPAK (23)
Berrin Yelkenbiçer

HAFIZAYA SESLENEN FİLM; “CİCİ”

Sevgili hocam, değerli yazar Kemal Varol yazmak üzerine yaptığı bir atölye çalışmasında, ortak hafızaya seslenmenin okurla kurulan bağı güçlendireceğini anlatmıştı. Demek sadece beşinci sanatın değil yedinci sanatın dünyasında da böyleymiş.

Çok yeni bir film olan 2022 tarihli Cici’nin, 1980’li yıllarda geçen sahnelerinde televizyon var ama bugünkü gibi yirmi dört saat yayın yapmıyor. Televizyonlar akşam saatlerinde İstiklal Marşı’yla açılıyor ve tam gece yarısı yine marşla kapanıyor. Ekranda “Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” yazısı çıkıyor, sonrası karlı bir görüntü ve kulak tırmalayıcı bir hışırtı. O televizyon başköşeye konuyor, gündüzleri üzerine dantel örtüler örtülüyor. Yayın başlayınca çocuklar Nasreddin Hoca’nın eşeğiyle birlikte yola koyulmasını, babalar Kemal Sunal’ın Postacı filmini izliyorlar.
Çocukluğum tam da o yıllara denk geldiğinden midir nedir, ben hep hatırlıyorum bunları.
Bizim de betamax kasetlerimiz vardı, Almanya’da işçi olarak çalışan bir yakınımız her yaz biz çocuklara bayıldığımız hediyeler getirirdi. O amcamızın arabası her ne kadar Mercedes olmasa da tam da filmdekiyle aynı renkte bir Ford’du.
Demir karyolalı hastanelerde, sus işareti yapan parmağıyla kapattığı için gülümsemesi görülmeyen ama çocuk fikrime göre kesinlikle gülümsüyor olan beyaz kepli güzel hemşirenin siyah beyaz fotoğrafını çok gördüm.
Film, ilk sahnelerde hafızama işte böyle seslenip beni yakaladı.  
Bekir yıllarca Almanya’da çalıştıktan sonra karısı Havva, çocukları Saliha, Kadir ve Yusuf’la birlikte bir köye yerleşmiş. Sık sık Ankara’dan söz edildiğine göre belli ki Ankara yakınlarında bir köy. Bir de Cemil var, öksüz ve yetim.
Bekir, Almanya’dan bir kamera getirmiş, çekimler yapıyor, televizyon karşısında uyukluyor. Tüm aileyi etkileyecek ve filmin sonunda ortaya çıkan korkunç sır da işte yine televizyon karşısında uyuyakaldığı bir gecede başlıyor.
Kadir de kameraya meraklı ama Bekir ne zaman kamerayı eline aldığını görse çok bağırıyor, hatta dövüyor. Babasının Cemil’in yanında onu hortumla ıslatması, bir yandan da çekim yapması, Kadir’de ömür boyu içinde taşıyacağı bir travmaya sebep oluyor. Bu olay, ailenin yazgısını da etkiliyor.
Bekir hastalanıp ölüyor ve Havva’nın hayali gerçek oluyor, Ankara’ya taşınıyorlar.
Otuz yıl sonra tekrar aynı eve dönüyorlar. Kadir yönetmen olmuş, çocukluğunun hikâyesini filme almaya çalışıyor ama ne kadar zorlu bir işe giriştiğini fark ediyor. Çocukluk travmalarıyla film yaparak başa çıkılamıyor. Hortumla ıslatıldığı günün gecesindeki korkunç sırrı tesadüfen öğrenince de ne filmini tamamlayabiliyor ne de bu acıyla baş edebiliyor.
Tüm sahneler aynı mekânda çekilmiş ama anlatılan hikâyelerle genişliyor. Otuz yıl öncesinin köy eviyle otuz yıl sonrasının; bir film yönetmeninin yaşadığı modern kır evi, hem mekândaki hem de hayattaki değişimleri anlatan, geçen zamanı vurgulayan çok iyi bir metafor olmuş.
O otuz yıl içindeki geri dönüşler, zamanda kaymalar, ileri geri gitmeler, seyirciyi filmden koparmadan son derece ikna edici bir şekilde verilmiş. Bu da filmin hem senaristi hem de yönetmeni Berkun Oya’nın başarısı olsa gerek.
Filmin çocuk oyuncuları da yetişkin oyuncular da son derece başarılı.  Ulusal kanallardaki berbat dizilerde piyasada olmak için mi yoksa mecburiyetten mi rol aldıklarını merak ettiğim bazı oyuncular senaryosu iyi, kurgusu iyi filmlerde sanki kendilerini bulup döktürüyorlar. Tam da bu filmde olduğu gibi.
Yılmaz Erdoğan, iyi mi yoksa kötü mü olduğuna karar veremediğimiz baba Bekir rolünde her zamankinden farklı bir profil çizmiş.
Oksijen Gazetesi’ne verdiği röportajda karakteri şöyle anlatmış:
“Sevseniz mi nefret mi etseniz bilemediğiniz bir baba karakteri. Hepimiz hayata kendi yaşadığımız yerden ve bugünün politik doğruculuk çerçevesinden bakıyoruz. Bekir’in çocuğuna uyguladığı şeye şiddet denebilir. Ama olaya karakteri oluşturan şartlarla bakmak lazım.”
Bekir, yıllarca Almanya’da işçi olarak çalışmış, şimdi köydeki evinde ailesini iyi kötü bir arada tutmaya çalışan bir baba.
Öldüğünde en küçük çocuk Yusuf’a çocukluğunun bittiği duygusunu veren bir baba.
“Evin direği böyle bir şeydir. Direk eğri büğrü olabilir ama olmayınca da ev ayakta duramaz” demiş Yılmaz Erdoğan.
Travmalarının üstesinden gelmeye çalışan film yönetmeni Kadir’de Okan Yalabık, çocukluğu erken biten en küçük kardeş Yusuf’ta Fatih Artman, kavuşamadığı aşkını bir taş ağırlığıyla otuz yıl göğsünde taşıyan abla Saliha’da Ayça Bingöl, gerçekleşmemiş hayallerini çocuklarında yaşamak isteyen mutsuz genç anne Havva’da Funda Eryiğit, bir sırrı otuz yıl saklayan yaşlı anne Havva’da Nur Sürer, vasat dizi ya da film sınırlarından çıkıp çok iyi bir filmin ışıltısına kavuşmuşlar.
Ama ben en çok, Saliha’ya olan aşkıyla sigaraya başlayıp hiç umudu kalmadığı anda sigarayı bırakan, çok âşık Cemil rolündeki Olgun Şimşek’in gücünü zarafetten ve sadelikten alan oyunculuğuna hayran kaldım.
Bazı sahnelerde oyuncuların dakikalarca kameraya ya da ufka bakmaları, filmin süresini iki buçuk saate uzatmış. Bir sahnede, Olgun Şimşek aynı bakış ve gülümsemeyle o kadar çok durdu ki, saçları rüzgârda dalgalanmasa Netflix ayarlarımda bir sorun olduğunu ve görüntünün donduğunu düşünecektim. Son sahnede Ayça Bingöl aile sırrını öğrenince yine dakikalarca baktı, baktı, nihayet kızı omuzlarından tutup dışarı çıkardı da film bitebildi.
Senaryo sağlam, kurgu çok iyi, oyunculuk muhteşem ama…
Aile içi ilişkilerin ve sırların, hayatları nasıl cehenneme de çevirebileceğini iki buçuk saat izleyince, üstelik bunu yağmurlu ve kasvetli bir günde yapınca, iki el kalbinizi kavrıyor, sıkıyor da sıkıyor.
Güneşli bir havada ya da gecenin gizleyici karanlığında, ailenin tüm fertleriyle aranın çok iyi olduğu, sır mır saklanmadığı bir günde izlenirse belki saf entelektüel keyif alınabilir. Bilemiyorum.

Yazarımızın diğer yazılarını okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir