Zarif Kadın
– Cebine parayı koyacaksın öyle bakacaksın eve. Güzel bir ev bulursan, hemen kirasını orda peşin ödeyeceksin ki, işi bitiresin.”
– Ya sanki ben kendim tek başına yaşayacağım içinde. Ben hepimizin, annemin, senin ve kardeşlerimin daha iyi bir evde, daha iyi koşullarda yaşaması için bakıyorum eve.”
– İyi de senden başka şikâyetçi olan yok ki…Kendi başına afralar tafralar yapıyorsun. Daha öğrencilik havalarından kurtulamamışsın, üç kuruş para getirdiğin mi var eve…? ”
– Bak Recep Usta, sen beni paysımıyorsun ama, kendime düzgün bir iş bulduğumda, para kazandığımda o geniş ferah evlerden birini tutacam, annemi de alıcam yanıma. Sen yaşarsın böyle hiçbir şikayette bulunmadığın tavuk kümesi gibi evlerde. ”
– Ne paysıcak mışım seni. Daha bana baba demekten acizsin. O kadar mı utanıyorsun benden. Sanki yedi kat yabancıymışım da, ordan durmuş öylece, Recep Usta diye sesleniyorsun…Ne halin varsa gör, canımı sıkma benim. Oyalama, daha hale gidilecek 8-10 kilo hamsi alınacak. Gel temizle şu hamsiyi desem göt atar, kaçarsın…Elinde bi kitap, millete akıl verir durursun, kendini dünyanın akıllısı sanırsın. Senin yaşında bende öyleydim. Bi evlen bakalım, sorumluluk al, ondan sonra geç karşıma konuş.” dedi…Ve geniş ağzını açıp, gözlerini iyice kısarak esnedi. Kulak üzerinde ve birazcık da ensesinde saç bulunan, saçsız yerlerin yer yer güneş yanığı gibi kahverengi lekelerle kaplanmış kafasını avuç içiyle geniş daireler çizerek sıvazladı. Oturduğu için göğüs hizasına gelen tezgah tipi, üzeri mermer kaplı buzdolabın üzerine kollarını birbirine paralel biçimde koydu. Öylece kollarına yüklenerek gerildi ve kollarını yastık yaparcasına birleştirdi ve kafasını içine gömdü.
Dolabın üzerindeki kirli mermer, bir evin işe yaramaz eşyalarıyla dolu dağınık bodrumuna benziyordu; neden orda durduğu anlaşılamayan ters çevrilmiş kayık şeklinde mika tabak, az ötesinde üzeri yağdan-isten siyah lekelerle kaplanmış, dikkatli bakıldığında renginin gri olduğu anlaşılan bir telefon, içi boşaltılmış sigara paketi, beyaz bir çorba kasesi içine dilimlenmiş birkaç limon…Üzerlerine sineklerin konup konup uçtuğu, müşteriye köftenin yanında garnitür olarak sunulmaya hazır, küçük yuvarlak bir tepsi içinde, patlıcan ve patates kızartması…Öte yanda para kasası görevini gören yine kayık şeklinde bir başka tabak. İçinde kırışmış,yıpranmış kağıt paralar ve biraz da bozukluk.
Dolabın üzerinde en kenarda, duvara sıfır bulunan ve varlığını belirli zaman aralıklarında çıkardığı seslerle duyuran motor sesine, kapkara, uzun saplı bir tavada dilimlenmiş halde kızaran palamutun cızırtıları eşlik ediyordu…
……….
– Recep ağbi Yalıköy’den et getirtiyor musun ? Sizin oranın eti güzel oluyor be ağbi. ”
– Bu aralar elim sıkışık İsmail. Para artıramıyorum. Önümüzdeki ayın başında gelir ama. Haberin olur senin. Hem yeni karakol amirime de bir tepsi kavurma göndercem, hoş geldin babında, unutmadım aklımda. Odasında oluyor değil mi sürekli. ”
– Yok Recep ağbi, bu amir dişli biraz. Öyle eski amir gibi, akşama kadar oturup göt büyütmüyor. Ne kadar pavyon, gazino, tombalacı varsa peşine düşüyor, analarını sikiyor adamların. Adam edecek gibi görünüyor İsmetpaşa’yı. Gerçi bizim de götümüzden şiringayla kan alıyor ama, olsun ,temizlesin mahalleyi bu pisliklerden.”
– Temizliyor temizlemesine de, pislik kaybolmuyor ki kardeşim. İsmetpaşa dan kaçıp, Rüzgarlı’da, Cebeci de açıyorlar pavyonları.”
– Öyle öyle, doğru diyorsun valla…Amirim alıyor bunları içeri, bi güzel dövüyor, sonra da nasihat çekiyor, bu herifçioğulları da bir daha bu işlere bulaşmayacaklarına yemin billah ediyorlar. Ama nafile, orospunun tövbesi yarrağı görene kadarmış.”
– Ustam eline sağlık. Sen de olmasan balık yiyemicez valla. Ulus halinden alayım diyorum balık, şöyle evde çoluk çocuk yiyelim, ıh ıh olmaz diyor benim karı. Ev kokuyormuş.”
– Sen bana eve gitmeden bi alo de, ben sana bi tava kızartırım, alır götürürsün eve .”
– Eyvallah ustam, sağ olasın.”
Recep Ustayla konuşan ikisi resmi giyimli, öteki sivil giysili polislerden sırtı dolaba dönük olana aitti. Adam, bir yandan balığın kılçığını yalıyor, bir yandan da burnunun ucuna kayan gözlüğünü ufak bir el hareketiyle düzeltiyordu sık sık…Konuşurken arkaya dönüp, Recep Ustaya bakma gereğini bile duymuyordu.. Bir diğer polis, balığını yemiş, üzerine maden suyunu içmiş olmanın verdiği hazla geğerip duruyordu. Üçüncü polis, sivil giysili olanı yani önündekini çoktan bitirmiş, özene bezene –tanrının onu yaratma sebebi sırf buymuş gibi-masaya dökülmüş yemek artıklarını, balık kılçıklarını ve irili ufaklı ekmek kırıntılarını, peçeteyle ,masanın altına tuttuğu kirli tabağa çekiyordu. Bu işi o kadar dikkatli yapmasına karşın, iri bir ekmek parçasını yere düşürdü. Olduğu yerde eğilip, alnını masaya dayayarak ekmeği almaya çalıştı. İri göbeği parmak uçlarının ekmeğe değmesine izin vermiyordu. Üç beş santim daha uzansa kavrayabilecekti ekmek parçasını. O şekilde alamayacağını anlayınca, oturduğu sandalyeyi gıcırdatarak geriye itti. Bir eliyle iri göbeği üzerinden sarkan ve onun ekmeğe uzanırken görüş alanını kapatan kravatını tuttu, diğer eliyle ekmeğe uzandı ve aldı…Yalnız, bu esnada üzerine yapılan basınçla şişen göbeği, üzerini kaplayan narçiçeği rengindeki gömleğinin küçük beyaz düğmelerinden birinin kopup yere düşmesine sebep oldu..Ekmeği göğüs hizasına kaldırdı, dua babında bir şeyler mırıldanarak, üzeri ince kıllarla kaplı dudağına yanaştırarak ekmeği öptü, alnına değdirerek önündeki tabağa bıraktı sonra. Şimdi tekrar eğildi masa altına, bu kez dizlerinden birini yere dayadı. Küçük beyaz düğme, düştüğü yerden yuvarlanarak, diğer polislerden birinin ayakkabısının yanına kadar gelmişti. Uzandı aldı düğmeyi. Gömleğinin yaka cebine koydu. Ayaktaydı ve oturması gerekiyordu. Şaşırtıcı bir şekilde, hatta kadınsı olduğu iddia edilecek bir biçimde dizlerini kibarca birbirine yapıştırarak sandalyeye oturdu, eğilmek için masadan uzaklaştırdığı sandalyeyi alttan iki eliyle kavrayarak ve de ağırlığını öne eğilmek suretiyle her iki ayağına vererek, masaya yanaştırdı. Devamında o uğraştırıcı masa silme işine devam etti. Seyredildiğini hissetmiş olacak ki, bulunduğum yöne ani bir bakış fırlattı. Gözlerimi kaçırdım.
Açılan dış kapının çıkardığı madeni sese kulak kabartarak başımı o yöne çevirdim. Kapının açılması içeri bir ışık huzmesinin düşmesine sebep oldu bir an…Ve o huzmede tozcukların keyifle uçuştuklarına şahit oldum. Görünüşü hakkında ilk bakışta bir fikre sahip olamadığım, ihtiyar olduğunu anladığım ama kadın mı erkek mi olduğuna karar veremediğim birisi, dar ve zemini yer yer kırılmış bej rengindeki fayanslarla kaplı altı-yedi metrelik koridoru ağır adımlarla geçerek, tezgaha, bulunduğum yöne yaklaştı.Yaklaştıkça yüzünü ve bedenini daha rahat görebiliyordum. Yürüyüşü çiğ yumurtalar üzerinde sabah gezisini andıran zarif bir kadının yaklaştığını gördüm.
Epey yaşlıca olduğu anlaşılan zarif ve bakımlı bu ihtiyar kadın ayaklarını sürüyerek dolabın yanına kadar geldi.Başını geriye ,polislerin bulunduğu masaya çevirdi. O esnada dudağında alaycı bir gülümseme, omuzlarında bir silkinme oldu.Bakışları da dudaklarının ortaya koyduğu ruh haline eşlik ediyordu. Etrafını saran sigara dumanlarını el hareketiyle dağıttı, kasılarak, biraz da kamburunu daha belirginleştirerek öksürdü birkaç defa. Hırıltılı bir sesle o andaki memnuniyetsizliğini ortaya koyan bir şeyler söyledi. Onun bu davranışlarında, geçmişte polislerden yana epey sıkıntı çekmişliğinin işareti vardı. Gençliğinin daha da alımlı zerafetinden kalma olduğunu düşündüğüm yadigarını, iki eliyle göğsünde tutarak birleştirdiği kenarı işlemeli siyah şalını göğsünün üzerinde düzelterek, dolabın üzerinde yatmakta olana, neredeyse buyururcasına seslenerek tok bir sesle,
– Balık tazeyse,bir porsiyon verir misiniz ? diye sordu. Sonrasında başını benden yana çevirdi, daha iyi görmek istemesinden olsa gerek, tavandan sarkan süsleme amaçlı küçük dükkanın tüm tavanına ve duvarlarının bir kısmına hakim olan balık ağlarıyla bezeli dekoru bozarak, bakışlarını daha bir dikkatle üzerime dikti. Kendimi bu tuhaf anın tutsaklığından kurtardığında anladım ki, o kadın bana değil, arkamda duran duvarda yapıştırılmış, el yazısı ile yazılmış, balık fiyatlarının yazılı olduğu sarı kartona bakıyordu.
İlk defa bu kadar derin bakabilen mavi bir çift göz görmüştüm…Bakışları soğuk ama güven vericiydi. Anlık durgunluktan sonra onu süzmeye başladım; Sarı beyaz karışımı saçlar, siyah zemin üzerinde kahverengi puantiyelerle kaplanmış türbanın altından alnındaki kırışıklıklara dökülüyordu. Yakası pullarla işlenmiş çiçek motifli koyu yeşil gömleğin altından, mütevazi kahverengi eteği ,bağcıklı, beyaz bez ayakkabılarına kadar iniyordu. Onu incelemiş olduğumu anlamış olmalı ki, yine olduğum yöne baktı. Bu kez sahiden bana bakıyordu. Kızardığımı, utandığımı hissettim. Aklıma gelip de elimden bırakmayı akıl edemediğim, okumakta olduğum kitabı işaret etti. Parmağı havada asılı kaldı bir süre. Havadaydı parmak ve titriyordu. O esnada avuç içinin kınalı olduğunu da fark ettim. Parmağıyla elimdeki kitabı işaret ederek sordu :
– Nedir o okuduğun ?..”
Bitirmeye yakın olduğumdan, belki de ismini yüzlerce kez telaffuz ettiğim kitabın adı aklıma gelmemiş, belki de kadının buyurgan ses tonuyla sormuş olmasından kaynaklı, kitabı elimde çevirerek kapağına bakma ihtiyacı duydum ve cevapladım
– Ölesiye Yaşamak…
Erich Marıa Remarque diye mırıldandı. Bence Goethe’yi, Thomas Mann’i okumadan Alman Edebiyatını yeteri kadar tanımış olmazsın. Böyle bir kaygın varsa tabii…
Kendisi için hazırlanmış ve servise sunulmuş kızarmış balık tabağını dolabın üzerindeki tezgahtan aldı. Yana dönerek az ileride duvara paralel halde duran ve üzerinde müşterilerin yemek yediği dar mermer tezgaha koydu. Kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle ayağını bileğinden kıvırarak arkasındaki tabureyi tutarak altına çekti. Oturdu, özel bir anın yaşanabilirliğini uzatma havasında ellerini birleştirerek dua merasiminde öylece bekledi. Bir süre sonra arkaya bile dönme ihtiyacını duymadan seslendi;
– “Hey çocuk, ekmek ve çatal bıçak servisi yapmayacak mısın? ”
Kısa pantolonlu haylaz bir çocuğun af dilerkenki mahcubiyetiyle istediğini yerine getirdim. Polislerin giderlerken hesap ödemedikleri gibi, çıkardıkları gereksiz gürültüye aldırmadan, apış aralarını kaşıdıklarını, eğilip düzeltmelerini görmeden, ağır ağır yemeğini yedi. Yemeğini yerken gösterdiği ihtimam ve itina bu yemeğin bu kadının son akşam yemeği olduğunu düşündürttü bana. Kıvrım kıvrım olmuş, ince derisinden fırlayacak gibi duran mavi kadifeyi andıran damarlı ellerini sabunlu suyla yıkadı. Elleri öylece göğüs hizasında tutarak yine dua edercesine ve suları da damlatarak yere kendisine peçete ikram etmemi bekledi. Omzunda asılı çantayı açtı, içinden nakış işlemeli, çıtçıtlı cüzdanından çıkardığı bozuk paralarla hesabı ödedi. Öylece ona bakıyordum. Ama o benimle ilgilenmeden, bir veda bakışı bile göndermeden, kamburunu çıkararak, başı önde, ışığın içeriye süzüldüğü aydınlıkta kayboldu…Kapı bir kez daha o metalik sesle gıcırdadı.
Ardan birkaç yıl geçmiş olmasına rağmen o ihtiyar kadının bahsettiği yazarları okuyabilmiş değilim. Aslına bakılırsa, onun da dediği gibi böyle bir kaygımın olup olmadığını ya da olup olmaması gerektiğinden emin değilim. Emin olmadığım diğer bir konu, taşınarak daha iyi bir yaşam süreceğimize inandığım yeni bir eve, eskisi kadar duyamadığım özlem.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir