YİNE BAHAR

 

Banyonun ışığını yaktı.  Aynada kendisine bakan kadın onu irkiltti. Son zamanlarda sık sık olmaya başlamıştı bu. Sık da değil aslında, hep… Artık hep irkiliyordu.

Sanki kendisi değildi de başka biriydi.  Artık yer çekimine yenik düşmüş, ince çizgileri kırışıklığa döneli çok olmuş yorgun bir yüz, yabancı bir suret, gençliğini arkasında bırakmış bir kadın. Demek böyle oluyormuş, insan yarım asrı geçince böyle görünüyormuş. Asır da kulağa nasıl ürkütücü geliyor!  Bunu fark etmesi en az kendinden irkilmesi kadar tuhaftı. Çevresinde bu yaşlarda çok insan olmuştu. Halen de vardı ama demek dikkat etmemişti. Altmıştır, yetmiştir deyip geçmişti, hatta belki onu bile dememişti. Zaman geçip gitmiş, o yoluna bakmıştı. Demek vakit kafa yorma vaktiydi. Aynada her gördüğünde onu irkilten, şaşırtan suretinin söylemeye çalıştığı şey belki de buydu, artık kulak vermeliydi.

Tekrar baktı kendine, kadına, yarım asrı geçeli çok olmuş ömre, çoktan veda etmiş gençliğe…

Alından başladı, artık kalınlaşmış ve kalıcı hale gelmiş çizgiler, kaygı ve öfke çizgileri. Uyurken bile buradadır bunlar, dedi kendi kendine.  Onu kaygılandıran, öfkelendiren bir dolu şeyi düşündü.  Hâlâ devam edenler vardı, değişenler vardı, artık olmayanlar vardı, mutlaka unuttukları da vardı. Ama izleri buradaydı, alın yazısı gibi suretine yazılmışlardı.  Çok tuhaf, diye düşündü. Aslında hep buradalar. Kaygıları, korkuları, endişeleri, öfkeleri. Üstelik gidenlerin yerine yenileri geliyordu, çocukları büyüdükçe, yakınlarını kaybettikçe, yalnızlığı genişledikçe. Azalmadıkları gibi değişerek çoğalıyorlar mıydı ne?

Çocukken dut yapraklarıyla beslediği ipek böcekleri geldi aklına. İçi mavi kadife kaplı bir kutuda beslerdi onları. Sonra koza örerdi ipek böcekleri ve ona veda ederlerdi. Babası mı almıştı ona kadifeli kutuyu, hatırlamıyordu. Birden özleme boğuldu. Yıllar önce babasıyla beraber çocukluğunu da uğurlamıştı sanki. Her ikisini de gittikçe daha çok özlüyordu. Hatta babasının gittiği yaşa yaklaştıkça onu daha da çok özler hale gelmişti.

Nereden aklına gelmişti şimdi onlar? Kendilerini kozalarına hapseden ipek böcekleri onu hep hüzünlendirmişti ama şimdi tutuklu böceklerin hüznü içindeki heyecanı gölgeleyemiyordu.

Aynada tekrar baktı kendine, bugün farklıydı. İçinde dizginleyemediği o heyecana iki eliyle sarıldı. Gözlerine şahane bir pırıltı gelip yerleşmişti, uzun zamandır kendinde görmediği bir pırıltı. Birden yıllar siliniverdi yüzünden. Tatlı bir kız çocuğu bakıyordu şimdi aynadan, yuvarlak yanaklarda çocukluğun pembeliği.  Şehir meydanındaki bayram töreninde birlikte dans gösterisi yaptığı çocuk törenden sonra ona eve kadar eşlik etmişti. Sınıf arkadaşıydı. Yeşil gözler, kumral saçlar, kendisinden bir karış da uzun. Onun elini tuttuğunda atan kalbinin sesi meydanda duyulacak diye çok korkmuştu. Bir ayakları çocuklukta, bir ayakları da gençlikte yaşlar.  Ömrün en güzel demleri.                                                                                                                                                                                                                      

Çalan telefonun sesiyle aynadaki kız çocuğu uzaklaşıverdi, arsız çizgiler yine gelip yerleşti yüzüne. İsteksizce banyodan çıkıp mutfak masasının üzerindeki telefonuna uzandı. Yurt dışında okuyan torunu arıyor. Büyük bir sevinçle açtı telefonu:

-Anneannelerin en güzeli, nasılsın? dedi kalın bir delikanlı sesi.

Yüzündeki çizgiler gibi torununun erkek sesine de alışamamıştı. Ne ara büyümüştü bu çocuk? Hayatın hızına alışmak ne zordu!

-İyiyim yavrum, sen nasılsın? Nasıl gidiyor okul?

-Şahane anneanne, yakında sınavlarım bitiyor, ilk uçakla senin ve böreğinin yanına koşacağım ama bu sefer börek tepsisini büyük tut.

-O ne demek o?

-Sana bir sürprizim olacak. Anneme şimdilik çaktırma sakın.

– Sürpriz sarışın mı, esmer mi?

-Gelince görürsün, söylersem sürprizi kalmaz. Ama senin sesin bugün biraz değişik sanki, sağlığın iyi, değil mi?

Eyvah! Gözlerindeki heyecan sesine de mi yansımıştı yoksa? Bu çocuktan da hiçbir şey kaçmıyordu, hep öyle olmuştu. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştı.

– Turp gibiyim çocuğum, telefona koştum, ondandır.

– Yok, bu başka sanki, âşık mı oldun kız?

-Sus bakayım, ne aşkı bu yaştan sonra.                                                                                      

-Aşkın yaşı mı olur anneanne ya! Hem senin gibi bir kadına çok yakışır aşk. Hadi ben şimdi kaçıyorum, öpüyorum o şahane yanaklarından, gelirken arayacağım, byeeee…

Torununun gençlik enerjisi binlerce kilometre öteden ona geçivermişti. Kalbinin atışı daha da hızlandı. Çocuk sen neler söyledin öyle? Yok aşkın yaşı olur muymuş, yok benim gibi kadına aşk çok yakışırmış, yok şahane yanaklarmış filan. Deli şey!

Saatine baktı, bir an nefesi kesildi. İki saati vardı. Ne giyseydi acaba? Bu sefer boy aynasının karşısına geçti. İncecik beline veda edeli yıllar olmuştu, kalça kıvrımları kaybolmuş, ayva göbeği de ayvalıktan çıkmıştı. Korse mi giyseydi içine? Bütün arkadaşları giyiyordu ama o hiç sevememişti, tıpkı ipek böceklerinin kozasını sevemediği gibi. Siyah giyeyim, dedi kendi kendine, zayıf gösterir. Ama içi o kadar kıpır kıpırdı ki siyahı ruhuna uyduramadı. Lacivert bir pantolon ve beyaz bir bluzda karar kıldı. Boynuna da rengarenk bir fular bağladı. Beğendi kendini.                                                                                                                           

Birden aynadan kendisine bakan eşiyle göz göze geldi. Yatağın yanındaki fotoğrafta neşeyle gülümsüyordu. Ne çok sevmişti onu. Sevgili, dost, her şeyleri olmuşlardı birbirlerinin. Kırk beş yıl boyunca sevgileri artarak devam etmişti. Sonra beş yıl önce ani bir soğuk algınlığı zatürreye dönüşmüş, iki gün yoğun bakımda, arafta kalmış ve veda etmişti eşi. Sonrası boşluk, çocuklarına rağmen korkunç bir yalnızlık. Kızı birlikte yaşamalarını teklif etmişti ama o kabul etmemişti. Evli evine köylü köyüneydi. O da annesinden böyle görmüştü. Becerikli annesi de son nefesine kadar kendi evinde yaşamayı tercih etmiş, her işini kendi görmeye çalışmıştı. O da öyle yapacaktı, kararlıydı. Eğer elden ayaktan düşersem emekli maaşımla bir bakıcı tutun bana, diye vasiyet etmişti. Beni evimden ayırmayın. Benim bu evde sevgilerim, sevgililerim var.

Ama ah o yakıcı yalnızlık! Yıllar önce anneannesinden duyduğu “Geceler hastalar ve yaşlılar için çok uzundur kızım!” tümcesini şimdi çok iyi anlıyordu. Gündüzler kolaydı, yapacak çok işi oluyordu ama evine dönüp kapısını kapayınca bir de üstüne perdeleri çekince o taş gibi ağır yalnızlık geliyor, yüreğinin tam orta yerine oturuyor, ona bazen nefes aldırmıyordu.

Aynadaki gülümseyen suretten birden çok utandı, yüzünü sıcak bastı. Koştu, çerçeveyi yüz üstü çevirdi. Yatağın üzerine oturdu, gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Çok özlüyordu kocasını, çok arıyordu. Yatakta onun hep yattığı tarafa koyduğu yastığa sarılıyordu.                                                                                                                                  

Aniden ayağa fırladı, çerçeveyi eline alıp koca bir öpücük kondurdu, eski yerine yerleştirdi. Sadece bir kahve içeceğim, dedi, çerçevedeki surete. Hem çocukluk arkadaşım o benim. Alelacele yatak odasından çıkıp banyoya koştu, makyaj yapmalıydı. Ama az önce kaçtığı suçluluk duygusuna yine yakalandı. Makyaj yapmalı mıydı? Neden ve kime güzel görünmek istiyordu? Hem yüzündeki hangi çizgiyi kapatabilecekti ki? İsteksizce hafif bir ruj sürdü incelmiş dudaklarına, saçlarını fırçaladı. Gençliğinde ne kadar gürdü saçları, savura savura dolaşırdı. Şimdi ise azalmış, beyazlamışlardı. Uzun süre boyatarak beyazlamasına çözüm bulmuş, eşinin ölümünden sonra kendi haline bırakmıştı. Şimdi başının etrafında gri bir hale dalgalanıyordu. Bundan hoşlanmaya bile başlamıştı. “Meleklik mertebesine erişmeme az kaldı!” diye eğleniyordu kendisiyle.

Evden çıkarken hep yaptığı gibi anahtar, gözlük, telefon, sırtına mutlaka ince bir hırka kontrolünü de tamamladıktan sonra rahat bir çift ayakkabı geçirdi ayağına. Gençliğinde topuklu ayakkabıya bayılırdı ama beli ağrımaya başladıktan sonra topuk yüksekliği gittikçe azalmış, düz ayakkabıda son bulmuştu.

Tam kapıyı kilitlerken karşı komşusu asansörden iniverdi. Eyvah, dedi içinden, şimdi bir sürü soru soracaktır. Yanılmamıştı. “Hayrola şekerim?” dedi karşı komşu. “Nereye bu saatte?” Nesi vardı ki saatin? Gün öğle sonrasından akşama dönüyordu sadece. En güzel saatler. Alışverişe gidiyorum, demeyi düşündü ama vazgeçti. Neden yalan söyleyecekti ki? Sadece bir kahve içecekti. “Bir arkadaşımla kahve içeceğim “dedi göğsünü dikleştirerek. “Bu saatte kahve uykunu kaçırmasın ayol?” dedi karşı komşu. Sonra da kendi kendine kıkırdadı. Aslında iyi kadındı da bazen böyle lafını bilmiyordu. “Yok yok, bir şey olmaz, saat daha erken” dedi aceleyle. “Yarın da seninle içeriz” diyerek hızlıca asansöre yöneldi.                              

Çok uzak değildi gideceği yer. Yürümeye de bayılırdı ama terlerim filan diye düşündü. İki durak da olsa ben en iyisi tramvaya bineyim. Durağa doğru yürürken yine cep telefonu çaldı. Eyvah, bu sefer kızı arıyor. Eyvah mı? Neden çekiniyordu yahu? Sesini dikleştirerek açtı telefonu.

– Efendim yavrum?

-Anneciiim, nasılsın? Kızının sesi her zaman enerjik ve güçlüydü, tıpkı kendisi gibi.

-İyiyim çocuğum, dışarıdayım, tramvaya bineceğim, durağa doğru yürüyorum, bir arkadaşımla kahve içeceğim, çocukluk arkadaşım…                                                               

Bu kadar açıklamaya ne gerek vardı şimdi? Kalbinin çarpıntısı telefondan ona ulaşıyor muydu acaba? Kızı da torunu da cin gibiydi. Ana oğul böyleydi bunlar, hiçbir şeyi kaçırmazlardı. Soluğunu tutup kızının cevabını bekledi.

-A ne güzel, dedi kızı. Bizim oğlan seni aradı mı diye soracaktım. Ama acelen varsa sonra da konuşuruz, öpüyorum, hoşça kal.

Şaşırarak ama hafif bir memnuniyetle kapadı telefonu. Aslında telefonda uzun konuşmaya bayılırdı kızı. Torunu ne kadar kısa keserse o da o kadar uzatırdı. Bak bu konuda benzeşmiyorlardı ana oğul. Demek bu sefer onun da acelesi vardı, “hangi arkadaşınmış o?” diye sormamıştı. İsabet oldu, diye geçirdi aklından. Hızını arttırarak yürümeye devam etti.

Bir vitrin camındaki aksine gözü takılınca aniden durdu. Yol boyunca peşinden koşturan suçluluk duygusuna yakalandı yine. Bu rengarenk fuları niye takmıştı şimdi? Peki o kırmızı ruja ne demeli? Hele gözlerindeki o pırıltı? Çok utandı birden, vitrin camındaki kadın da utandı. Hep bizim oğlanın yüzünden, diye iç çekti. Eşini kaybedip yası çok uzun sürünce oğlu eve bir bilgisayarla gelmiş, bak anne, demişti, şimdi sana facebook hesabı açıyoruz, arkadaşlarınla sohbet edersin, eski arkadaşlarına filan ulaşırsın, internet bağlantısını ben halledeceğim, gel sana neler yapacağını anlatayım.

Hemen öğrenmişti. “E tabii “dedi vitrindeki kadına, “Ben on parmak daktilo yarışmasında il birincisiydim şekerim”. Gerçekten eğlenceliydi, gözlüklerini takıyor, her gün bilgisayarın başına oturuyordu. Gerçek sohbetin yerini tutmasa da yazıştığı arkadaşları vardı. Sonra bir gün bir mesaj almıştı. İsim çok tanıdık, kalbi yerinden fırlayacak gibi olmuştu. Ama ismin yanındaki fotoğrafta gri saçlı, yorgun yüzlü bir adam ona bakıyordu. O kumral saçlı, yeşil gözlü oğlan nereye gitmişti?

Sonra gülmüştü kendi kendine. Gür saçlı, yuvarlak yüzlü kız nereye gittiyse kumral saçlı oğlan da tam oraya gitmişti işte. Gri saçlı adam, bir kahve içelim mi, diye soruyordu. Neredeyse altmış yıl sonra bir kahve.

Tesadüf bu ya, tam o anda radyoda Zeki Müren ne güzel söylüyordu: “Sevgimizin üstünden sene geçti, mevsim geçti, ay geçti, rüyamızın hülyamızın üstünden, yağmur geçti, dolu geçti, kar geçti “                                               

Geçmişti hakikaten, bunların hepsi geçmişti. Gülüşü kahkahaya dönüştü. Tamam, dedi mesaja cevaben. Bir kahve içelim.                                                                                                         

Demişti demesine de iş gerçekten içmeye gelince yaşadığı bu suçluluk ve utanç duygusu nefesini kesiyordu şu an. Döneyim hemen, dedi kendi kendine. İşim çıktı derim, ne olacak. Vitrin camındaki kadın niye öyle “saçmalama” der gibi bakıyordu? Saçmalama, bin hadi şu tramvaya.

İyi madem bineyim, olmadı ilk durakta inerim ama hem belki de o gelmez, dedi ve vedalaştı camdaki kadınla. Koşarak bindi tesadüfen tam da o sırada gelen tramvaya. Onu koşturacak enerji nereden çıkıp gelmişti şimdi? Ama aklına düşen olasılık hafif canını acıtıyordu. Ya o gelmezse? Ya o da benzer kaygılar içindeyse?

Yine telefonu çaldı. Umarım oğlum aramıyordur, diye aldı eline cihazı. Kızlardan biri arıyordu. Neredeyse otuz yıldır düzenli olarak görüştüğü bir arkadaş grubu vardı. Kendilerinden söz ederken eğlenerek “Kızlar “sözcüğünü kullanıyorlardı ve bundan vazgeçmeye hiç niyetleri yoktu. Nefesini düzenleyip açtı telefonu. Arkadaşı iki gün sonraki “Kızlar toplantısını” hatırlatıp çok uzatmadan bitirdi konuşmayı. Sevindi bu duruma, sohbet edecek halde değildi çünkü. Bu arada ilk durağı geçmişlerdi, o inmemişti. “E ama telefonla konuşuyordum, nasıl ineyim ki!” diye geçirdi aklından.

Ve ikinci durak. İndi, deniz kenarındaki kafeye doğru yürüdü. Göğsünü dikleştirdi, karnını içine çekti. Ben o korseyi giyeydim keşke, diye düşündü.  Tam da o anda çok sevdiği yazar Jorge Amado’nun bir sözü aklına düşüverdi: “İnsanın anayurdu çocukluğudur!”.

Hafif bir rüzgâr esti. Başını iki yana sallayıp saçlarını esintiye bıraktı.

Sonra deniz kenarındaki masada ayağa kalkan yeşil gözlü, kumral saçlı oğlana doğru ilerledi.

Kalbinin sesi meydanda duyuluyor muydu acaba?

 

 

                                                                                                                                            

1 thoughts on “YİNE BAHAR/ Berrin Yelkenbiçer

  1. Deniz Köker dedi ki:

    Ellerinize sağlık 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir