Tanpınar’ın Yazınsal Mirası-I
24 Ocak 2021
Sizlere okuduğum romanlardan izlenimler paylaşırken veya yazar tanıtımı yaparken daha önce hiç deneyimlemediğim duygularla dopdoluyum bugün.
Yıllardır bizim topraklarda takvimler 24 Ocak gününü gösterdiğinde hep bir acı çöreklenir yüreklerde. Bir hüzün kaplar gönülleri.
24 Ocakların en bilenenleri 1993’de Uğur Mumcu ile 2001’de Gaffar Okan cinayetlerinin bu günde işlenmiş olmasıdır. Hemen ardından akla 1980’de dönemin Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ın hazırladığı acı reçetenin bir 24 Ocak günü açıklanmış olduğu gelir. Farklı yıllardaki 24 Ocak günlerinde Zonguldak’ta bir maden faciası yaşanmış, İstanbul’da bir sinema çökmüş, Moskova’da havaalanına terörist saldırı düzenlenmiş ve bu olayların her birinde onlarca kişi ölmüştü. Şakir Eczacıbaşı, İsmail Cem, Mümtaz Sevinç ve tarihi kişilik Winston Churchill de 24 Ocak günü aramızdan ayrılmıştı.
Bir başka yılda, 24 Ocak 1962 tarihinde ise edebiyat öğretmeni, edebiyat tarihçisi, üniversitede uzun yıllar edebiyat tarihi ve estetik dersi veren yazar, şair Ahmet Hamdi Tanpınar 61 yaşında, yaşama doyamadan, anlaşılmadığına ve yok sayıldığına hükmederek, mutsuz ve yalnız hayata İstanbul’da bir hastane odasında veda etmişti.
Bugün yaşamakta olduğum hüzün sadece adlarını ilk satırlarda sıraladığım çok değerli insanlarımızı hunharca saldırılarda kaybetmiş olduğumuzu hatırlamış olmaktan kaynaklanmıyor.
Hüznümün önemli bir bölümü Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi Modern Türk Edebiyatının temel taşları sayılan iki büyük romanı bizlere armağan etmiş yazarın yaşamına dair çok özel bilgilerin günlüklerinden etrafa saçılmış olmasından ve bu bilgilerin iyi niyetlerinden kuşku duyduğum kişiler tarafından yayınladıkları makale ve kitaplarda fütursuzca kullanılmış olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu yazı kapsamında hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamış yazarımızın geride bıraktığı eserleri yani Tanpınar külliyatının akıbeti hakkında iz sürülmeye çalışılacaktır.
Ahmet Hamdi Tanpınar dizimizin ikinci yazısında Tanpınar’ın roman ve makalelerinin ve yayımlanma öyküsü anlatılacak, Tanpınar hakkında yazılmış kitapların künyelerinden oluşan bir seçki sunulacak. Ayrıca Tanpınar’ın yazınsal mirasından kimlerin, nasıl yararlanmış olduğuna da değinilecektir.
Üçüncü yazımızın konusu şair Tanpınar olacak, şiir anlayışı ve şiire verdiği önemden yola çıkılarak, şiirlerinden örnekler sunulacaktır.
Dördüncü ve beşinci yazılarımızda ise Tanpınar’a biraz daha yakından bakmaya çalışarak, sizler, bizler gibi sıradan ve normal bir insan olan Tanpınar’ı tanımaya, anlamaya ve anlatmaya gayret edeceğiz.
Bu konuya ilerleyen satırlarda yeniden dönmek üzere, şimdi izninizle biraz gerilere gitmek ve Ahmet Hamdi Tanpınar ile ilk tanıştığım günün anısını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Yıl 1972, lise 1. sınıf öğrencisiyim. Eski İstanbul’un tam kalbinde, Cağaloğlu yokuşunun Divanyolu caddesi ile buluştuğu köşedeki tarihi binada bulunan İstanbul Kız Lisesi’nde yatılı öğrenciydim. Lise 1. sınıfların kat muavini edebiyat öğretmeni rahmetli Hidayet Uğur Bey o tarihlerde ellili yaşların sonunda görünen, sakin bir İstanbul beyefendisiydi. Edebiyat dersimize gelmediği halde kendisini çok sever, ders saatlerinden sonra kat muavininin görevleri arasında bulunan evrak ve dosyalama işlerine gönüllü olarak yardım ederdim.
Bir yıl önce Doğu Karadeniz’in küçük bir sahil kasabasından ortaokul 3. sınıftan itibaren İstanbul’da okumak üzere yatılı okula gelmiştim. Hafta sonları düzenli olarak evci çıkamaz, benim gibi uzaktan gelmiş olan kızlarla birlikte okulda kalırdım. On dördüncü yaşımın ortalarındaydım. Elime geçen her öykü ve romana sarılmaya, sayfaları arasında kaybolmaya hazırdım. Derslere yeterince önem vermez, annemin bin bir güçlükle gönderdiği harçlığın tamamını okulumun hemen karşısında sıra sıra dizili kitabevlerinin vitrinlerinde ışıldayan yeni yayınlanmış popüler romanlara yatırırdım.
Kat Muavinimiz Hidayet Bey’i edebiyat öğretmeni olması nedeniyle ayrıca sever, çoğu kadın olan diğer öğretmenlerimize göre biraz ürkek ve çekingen bulur, evrak işlerinden de fazla hoşlanmadığını sezerdim. Odasında dosyaları düzenlerken sakin bir ses tonuyla kitaplardan ve yazarlardan söz ederdi. O çocuk aklımla anlattıklarını pek de anlamadan dinler, ona destek olabilmek arzusuyla evrak ve dosya düzenleme işlerine severek yardım ederdim.
O sessiz ve yumuşak huylu güzel insana bir gün bana iki kitap hediye etti. Abdullah Efendinin Rüyaları ve Yaz Yağmuru. Adını sadece derslerde edebiyat tarihi kapsamında duymuş olduğum Ahmet Hamdi Tanpınar’ın matbaadan yeni çıkmış, henüz mürekkebi bile kurumamış iki hikaye kitabı.
Aklımda kaldığı kadarıyla anlatıyorum: Hidayet Uğur Bey de 1980’lere kadar Türk edebiyatına yön veren yazarların yetiştiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunuydu. Galiba eski okul arkadaşlarıyla birlikte edebiyatla ilgili bir çalışmanın da içindeydi. Geçmiş gün, tam olarak hatırlamıyorum ama ya bir dernek ya da bir dergi etrafından örgütlenmiş olmalılar.
Benimle birlikte büyüyen kitaplığımın en özel eserlerinden olan Hidayet Bey’in armağanı Tanpınar’ın hikaye kitaplarının kapağını şimdi yeniden aralıyorum ve şunları görüyorum.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu iki hikaye kitabını basan Büyük Kitaplık Yayınevi’nin adresi olarak bizim kız lisesinin hemen arkasındaki Nurosmaniye caddesindeki bir iş hanının bir odası görünüyor. Bendeki kitaplar da söz konusu yayınevi tarafından basılmış 4. ve 5. eserler olarak numaralanmış. Kitapların metni bir matbaada, karton kapakları başka bir matbaada basılmış. Değerli öğretmenim Hidayet Bey’in de aralarında olduğu İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nden dönem arkadaşları, genç akademisyenler ile Tanpınar’ı seven ve yazılarını takip eden edebiyat meraklısı gençlerin kendi çabaları ile bir yazı ve yayın işine giriştiklerini bugünden geriye bakarak tahmin ediyorum.
Bu yazıyı tamamlamadan internette araştırdım ama söz konusu yayınevine ait hiçbir bilgiye ulaşamadım. Ama bu araştırmalarım sırasında 9 Mart – 26 Mayıs 1950 tarihleri arasında Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilmiş olan “Sahnenin Dışındakiler” adlı romanının da aynı yayınevi tarafından 1973 yılında basıldığını öğrenmiş oldum. İşin ilginç yanı her üç kitabın önsözünü de Tanpınar’ın eski asistanı, edebiyat tarihi hocası Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın kaleme almış olmasıydı. Demek ki, Mehmet Kaplan Hoca da Büyük Kitaplık girişimini yakından biliyordu. Hatta bu yayınevinin (benim bulabildiğim kadarıyla) sadece iki yıl içinde 3 adet Tanpınar kitabı basmış olmasını da Kaplan Hoca’nın önerisi ve yönlendirmesi ile gerçekleştirmiş olduğunu düşünüyorum.
Peki, kimdir Mehmet Kaplan?
Üniversite öğrenciliğinden itibaren ömrünün yirmi beş yılını Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çevresinde hatta en yakınında geçirmiş, asistanlığını yapmış, aynı kürsüde önce doktor, ardından doçent ve profesör olmuş, vefatını takiben d eyerine kürsü başkanı olarak atanmıştır.
Kaplan, 1958-60 yılları arasında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin kurucu kadrosuna katılmak için gönüllü olmuş, Rektör Yardımcısı ve Edebiyat Fakültesi’nin kurucu Dekanı olarak görev yapmış. 1960’da İstanbul’daki görevine döndükten sonra 1962’de Tanpınar’ın ölümüne kadar onunla çalışmaya devam etmiştir. Mehmet Kaplan – Biyografya
Mehmet Kaplan İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduğu yıl, aynı fakültede Fuat Köprülü’nün asistanı olarak göreve başlamış, Köprülü siyasete girerek, fakülteden ayrılınca da Tanpınar’ın asistanı olmuştur.
Kaplan, “Namık Kemal: Hayatı ve Eserleri” adlı tezle 1942’de Türkiye’de ikinci “edebiyat doktoru” unvanını alan isim olmuş.
Tam bu noktada, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yayınlanmış ikinci kitabı olan Namık Kemal Antolojisi’nin de 1942 yılında basıldığını hatırlatmak istiyorum.
Mehmet Kaplan sadece iki yıl sonra, 1944 yılında “Tevfik Fikret ve Şiiri” adlı teziyle doçent olmuş.
Şimdi sormak istiyorum : Tanpınar’ın kitap halinde yayınlanmış ilk çalışması olanTevfik Fikret Hayatı, Şahsiyeti, Şiir ve Eselerinden Parçalar” adlı eserinin 1937’de yayımlanmış olmasını basit bir tesadüf olarak açıklamak mümkün müdür? Edebiyat tarihimiz hakkında inceleme yapılabilecek, doktora ve doçentlik tezi hazırlanacak çok sayıda değerli edebiyat insanı ile mücehhez iken, bu tesadüfü en azından “kolaycılık” olarak değerlendirmekten kendimi alamıyorum.
1986’da aramızdan ayrılan Mehmet Kaplan öğrenciliğinden itibaren öğretim üyeliği ve yazarlık yaşamı boyunca Türk Dilinin sadeleştirilmesi çalışmalarına karşı çıkmış bir edebiyat tarihçisi olarak bilinmektedir. Kaplan’ın doktora tezi başta olmak üzere, yazmış olduğu kitaplar ile kendisi hakkında asistanları tarafından hazırlanan Armağan kitap da dahil olmak üzere tamamı Dergah Yayınları tarafından basılmıştır.
Hatta Tanpınar’ın ölümünden sonra çeşitli ortamlarda yayınlamış olduğu Tanpınar hakkındaki yazılar ve Tanpınar hakkında basılan çok sayıda kitaba yazmış olduğu önsözler bile eski asistanları tarafından toplanarak, 71 yaşında vefat etmiş olan Kaplan Hoca’nın 100. doğum yıldönümü olan 2015’de Yavaş Yavaş Aydınlanan Tanpınar adıyla kitaplaştırılmış ve Dergah Yayınları tarafından basılmıştır.
Dergah Yayınları ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölümünden 13 yıl sonra tüm eserlerini basmaya başlayan yayınevi olarak bilinmektedir.
Bu noktada bir ayrıntıya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölümünden on yıl sonra, Haziran 1971’de Prof. Dr. Mehmet Kaplan yanında asistanları ile birlikte Tanpınar’ın yasal mirasçıları konumdaki kardeşlerinin evini ziyaret eder. Mehmet Kaplan ve asistanları naylon poşetlere tıkıştırılmış berbat koşullardaki Tanpınar arşivini saatlerce elden geçirirler.
Hastalık ve parasızlık nedeniyle perişan koşullarda yaşayan kardeşleri Nigar (1893-1982) ile Kenan (1908-1983) Tanpınar’ın eski eşyalarının da bulunduğu evde birlikte oturmaktadırlar.
Tanpınar vefat ettiğinde geride kalan akrabaları kendisinden 8 yaş büyük ablası Nigar, 7 yaş küçük, emekli öğretmen kardeşi Kenan ile ablasının Mualla adındaki kızı olmak üzere üç kişiden ibarettir. Mualla hakkında psikolojik rahatsızlığı olduğu dışında hiçbir bilgiye ulaşamadım.
Kaplan’ın bu ziyaretinden bir süre sonra Kenan Tanpınar eski bir valize doldurduğu Tanpınar’ın karmakarışık halde bulunan arşivini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkiyat Enstitüsü’ne bağışlar. (Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Zeynep Kerman ve İnci Enginün, sh: 9, Dergah Yayınları, 2007)
Yazarımızın aynı kürsüde uzun yıllar birlikte görev yaptığı eski asistanı Prof. Dr. Mehmet Kaplan Tanpınar’ın 1962’deki ölümünün hemen ardından aynı kürsünün başkanlığına atanmış olduğunu biyografisinden öğrenmiştik. Biyografinin devamında ise Kaplan Hocanın, Haziran 1971’deki Tanpınar ailesi ziyaretinden bir süre sonra kürsü başkanlığı görevine ek olarak İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’nün de başına getirildiğini öğreniyoruz. Böylelikle Tanpınar’ın yazmış olduğu her sayfa, karalamış olduğu her taslak Kaplan Hoca’nın gözetimine ve yönetimine girmiş olmaktadır.
Mehmet Kaplan çok sevdiği hocası ve çalışma arkadaşı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölümün ardından kendi deyimiyle “Tanpınar’ın şiirleri üzerine kapanmış ve hocasının anısını yaşatmak ve ona olan özlemini gidermek amacıyla Tanpınar’ın şiirlerini tahlil ettiği” Tanpınar’ın Şiir Dünyası adlı bir kitap hazırlamıştır.
İ.Ü. Yayınları arasında 1963 yılında çıkan ve Tanpınar’ın şiirlerinin psikolojik yöntemlerle incelediği kitabın yayın dünyasındaki yolculuğu 1983’te Dergah Yayınları’na ulaşmış ve bugüne kadar 8 baskı yapmıştır.
Kaplan bu kitabında Tanpınar’ın şiirleri hakkında değerlendirmelerde bulunmuş, ayrıca ‘Tanpınar’ın Basılmamış İki Yazısı’ başlığı altında “Kerkük Hatıraları ve “Antalyalı Bir Genç Kıza Mektup”u da kimseye sormadan kitabına eklemiştir.
Mehmet Kaplan, Dergah Yayınları tarafından Ekim 1982’de yapılan 2. baskıya Tanpınar’ın ölümünden 13 gün önce 11 Ocak 1962 tarihinde günlüğüne yazmış olduğu son yazısında ‘sükut suikastı’ iddiasının da yer aldığı sayfaları “Tanpınar’ın Hatıra Defterinin Son Satırları” başlığı altında eklemekte bir sakınca görmemiştir. (sh:21-23) Söz konusu kitap 2020’de 8. baskıya ulaşmıştır. (Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, İnci Enginün, Zeynep Kerman)
Dergah Yayınları tarafından basılan çeşitli Tanpınar kitaplarının ve araştırmaların önsözlerinden ve dipnotlarından edindiğimiz bilgilerden, Mehmet Kaplan’ın Tanpınar’ın ölümünün hemen ardımdan ailesi ile yakın iletişim içinde olması nedeniyle Tanpınar’ın henüz kimsenin görmediği yazılarına kolayca ulaştığını ve daha 1962 yılında hazırladığı Tanpınar’ın Şiir Dünyası adlı kitabına Tanpınar’ın yayınlanmamış iki yazısını eklediğini anlıyoruz. Kitabının 2. baskısının yapıldığı 1982 yılında Tanpınar’ın tüm arşivi zaten müdürü olduğu Türkiyat Enstitüsü’nün elindendir. Okuyanların içini burkan Tanpınar’ın günlüğündeki 11 Ocak 1962 tarihli son yazısını hiç çekinmeden kitabının 2. baskısına koymuş olmasını ise bir okur olarak üzüntüyle karşılıyorum.
Tanpınar’ın kendi iç hesaplaşmalarını, yakın çevresi hakkındaki olumsuz düşüncelerini, sanatı dışındaki konularda çelişkiler içinde olduğunu parasızlığını, borç bulma telaşını ve cinsel açlığını okumak; dedikodu öğrenmek dışında Tanpınar okuruna hangi edebi tadı kazandırmış olabilir, çok merak ediyorum.
Asıl konudan ayrılmış gibi göründüğümün farkındayım ama bütün ömründe para sıkıntısı çekmiş, doğru dürüst bir yaşamı, bir düzeni olmamış, en yakın arkadaşlarından Nurullah Ataç tarafından derbeder, bakımsız, değersiz, yarım yamalak, bayağı anlamına gelen ‘Kırtipil’ lakabı takılmış Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölümünden en çok yararlananların nedense en yakınları olmasına içerlemekten kendimi alamıyorum. Bütün ömrünce ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak için çaba gösteren, üniversitede görev alana kadar ayrı bir yaşam kuramadığı için ablasının evinde yaşmak durumunda kalan ve yazdıklarının görmezden gelindiğine inanan bu vesveseli, huzursuz dehaya üzülmekten kendimi alamıyorum.
Burada bir tahminde bulunmak istiyorum. Mehmet Kaplan yazarın muazzam arşivinin kardeşleri tarafından 1971 yılında kendisine emanet edilmiş olmasının verdiği güvenle, yazarın tefrika edilmiş ama kitaplaşmamış romanları ile baskıları çoktan tükenmiş iki küçük hikaye kitabını basmak üzere yakından tanıdığı edebiyata gönül vermiş kişilerle birlikte Büyük Kitaplık yayınlarının kurulmasını destekler.
Ancak bir süre sonra amatör gayretlerle yayıncılığın yürüyemeyeceği anlaşılır ve grup dağılma aşamasına gelir. Bu durumda Tanpınar külliyatının yayın haklarından yararlanmak isteyecek yayıncılık dünyasının güçlü oyuncuları ile başa çıkabilmek için güç birliği yapma ihtiyacını duyan Mehmet Kaplan, zaten aynı milliyetçi ve İslamcı gelenekte yetiştiği, aynı siyasi görüşü paylaştığı 1966 yılındaki ilk sayıdan itibaren yazılarını ve makalelerini yayınlamakta olduğu Hareket Dergisi’ni çıkaran grup ile anlaşır.
Burada bir parantez açarak kendilerini “Anadolucu” olarak tanımlayan Hareket Grubundan https://islamansiklopedisi.org.tr/hareket–dergi kısaca söz etmek istiyorum.
Nurettin Topçu’nun 1961’de yayınlanan Yarınki Türkiye kitabını okumuş ve görüşlerini benimsemiş aralarında uzatmalı tıp öğrencisi Ezel Erverdi’nin de olduğu milliyetçi gençler Topçu’nun liderliğinde İstanbul’da Milliyetçilik Derneği merkezine toplanmışlardır ve dernekçilik faaliyetleri yürütmektedirler.
Bu gruptan dergiciliğe gönül vermiş olan Mustafa Kutlu ve Nurettin Civelek’in de aralarında olduğu küçük bir grup 1966 yılında, Ezel Erverdi’nin öncülüğünde Nurettin Topçu’nun 1939 yılında yayınlamış olduğu Hareket Dergisi’ni yeniden yayınlamaya başlarlar. Amaçları hocalarının yarım kalan projesini devam ettirerek, onu mutlu etmektir. Her yıl 12 sayı olmak üzere dergiyi yayınlamayı başarırlar. Hatta dergi birinci yaşını tamamladığında Hareket Yayınları olarak kitap da basmaya başlarlar. Bastıkları ilk kitap ise her ne hikmetse, Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın Nesillerin Ruhu adlı eseri olmuştur.
Bir gün Mehmet Kaplan, mensubu olduğu siyasi grubun etrafında toplandığı derginin ve yayınevinin sahibi konumundaki Ezel Erverdi ile görüşmeye gider. Mehmet Kaplan’ın önerisinin ne olduğunu Erverdi’nin bir söyleşisinden aktarmak istiyorum:
“Tanpınar’ın kitapları Mehmet Kaplan sayesinde oldu. Bir gün dedi ki Tanpınar’ı okudun mu? Beş Şehir kitabını okumuştum, Erzurum’u da anlatıyor diye merak etmiştim. Kaplan hoca ‘Tanpınar çok önemli bir yazardır, yarına hitap edecek biridir onu basmanız lazım’ dedi. Bir gün Tanpınar’ın kardeşi Kenan Bey’le bizi tanıştırdı. Bütün kitapları için sözleşme yaptık. Huzur’u o zaman okudum. Romanı ikinci okuyuşumda anlayabildim. Tercüman gazetesi basmıştı, mevcudu vardı. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü Remzi Yayınları basmıştı, mevcudu vardı. Onları alıp kapak değiştirdik. Bütün şiirlerini Kaplan Bey hazırladı. Tabi o zaman Tanpınar’a rağbet falan yok.” EZEL ERVERDİ: “Bize Topçu’nun askerleri derlerdi!” – (ulukanal.com)
Gene yukarıdaki söyleşiden anlıyoruz ki, Hareket Dergisi, kurulduğu 1966 yılından itibaren eski felsefe öğretmeni, düşünür Nurettin Topçu’nun görüşlerine inanmış, kendilerine “Topçunun Askerleri” denilen başta Ezel Erverdi olmak üzere bir avuç idealist gencin üstün gayretleri ile ve maddi zorluklar içinde yayın hayatına devam etmektedir.
Hareket Dergisi ve Hareket Yayınları’nın kurucuları Mehmet Kaplan’ın önerisini değerlendirerek, 1974’de Dergah Yayınlarını kurarlar. Cağaloğlu yokuşunda Ankara caddesinde Dergah Kitabevi de aynı tarihlerde açılır.
Tanpınar’ın 3 kitabını basmayı başarmış olan Tanpınar sevdalılarının kurmuş olduğu, genç amatörlerden oluşan Büyük Kitaplık Yayınları için artık yolun sonu görünmüştür. Tıpkı kurulduğu gibi sessiz sedasız alanı Dergah Yayınlarına bırakarak edebiyat tarihinin sayfaları arasında unutulmaya terk edilir.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi Tanpınar’ın Dergah Yayınları ile yolculuğu başlamış olur. Daha önce sadece tefrika edilmiş ancak kitap olarak basılmamış Mahur Beste adlı romanı 1975 yılında Dergah Yayınlarının bastığı ilk Tanpınar kitabıdır.
Dergah Yayınlarının kuruluş yıllarında yayınladığı ikinci Tanpınar eseri Mehmet Kaplan tarafından yayına hazırlanan ve 1976 yılında basılan Bütün Şiirleri adlı kitap olmuştur.
Dergah Yayınları yukarıda alıntılanan söyleşiden de anlaşılacağı üzere Tanpınar’ın yasal mirasçıları olan kardeşleri Kenan Tanpınar ve Nigar Tümer ile bir anlaşma imzalayarak ünlü yazarın bütün eserlerini yayınlama hakkını almıştır. Bu anlaşmanın 1978 yılında yapılmış olduğunu gazetelerde yayınlanmış bir mahkeme kararı haberinde okumuştum. Bu durumda Mahur Beste’nin telif anlaşmasından üç yıl önce, 1975 yılında Dergah Yayınları tarafından hangi koşullarda basıldığını da merak ediyorum.
Dikkatimi çeken ve sizlerle paylaşmak istediğim bir başka ayrıntıdan söz etmek istiyorum.
Şubat 1939 ile Eylül 1981 arasında iki ayrı dönem olarak 42 yıl boyunca yayınlanan Hareket Dergisinin ilk döneminde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tek bir yazısı veya şiiri yayınlanmamıştı. Oysa asistanı ve kürsü arkadaşı Mehmet Kaplan’ın yazıları Hareket Dergisinde 1966’da başlayan ikinci yayın döneminin ilk sayısından itibaren yayınlanmıştır. Hareket grubunun içinde olan Kaplan, derginin de önemli yazarları arasındaydı. Hatta Hareket Yayınlarının bastığı ilk kitabın da yazarının Mehmet Kaplan olduğuna önceki satırlarda değinilmişti.
1970’lerin ortasında Tanpınar’ın eserlerini basmak üzere yola çıkan Dergah Yayınları ne hazindir ki, adını bile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın henüz Darülfünun öğrencisi olduğu ilk yıllarda hocası Yahya Kemal Beyatlı’nın gözetiminde arkadaşları ile birlikte çıkarmış olduğu Dergah Mecmuası’ndan almıştır.
1975’den başlayarak, 2000 yılına kadar yirmi beş yıl boyunca Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kitapları milliyetçi – İslamcı çevrenin yayınevi olarak bilinen Dergah Yayınları tarafından basıldığı için, sol düşünceli aydınlar tarafından geç fark edilmiş, geniş kesimler tarafından yeterince tanınamamıştır.
Buraya kadar anlattıklarım aynı zamanda saklı bir hazinenin, bir gömünün, dev bir mirasın çok kolaylıkla el değiştirmesinin de öyküsüdür.
Mehmet Kaplan Tanpınar’ın mirasçıları olan iki kardeşi ile zaten tanıştığı ve görüştüğü için, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın arşivi İ.Ü. Türkiyat Enstitüsüne bağışlandığında, yazarın eserlerinin yayın hakkını yönlendirme olanağı bulduğunu düşünüyorum.
Kaplan, 1972-73 yıllarında Tanpınar’ın iki hikaye kitabı ile bir romanının basılmasına öncülük ettikten sonra, dönemin piyasa dinamiklerini dikkate alarak, güç birliği yoluna gitmiş ve Tanpınar külliyatının yayın haklarını kendisinin de içinde bulunduğu Hareket Yayınları grubuna devredilmesini sağlamıştır. Bu devirle birlikte aynı grup tarafından 1974 yılında Dergah Yayınları kurulmuştur.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bıraktığı ölümsüz eserlerin yayın hakkının asistanı ve dostu olduğu bilinen Kaplan tarafından siyasi görüşleri çok net olarak milliyetçi muhafazakar İslamcı olarak tanımlanan ve üstelik kendisinin de ömrü boyunca aynı yayınevinde yazar ve editör olarak görev yapması nedeniyle parasal bağları olan bir gruba aktarılmış olmasını üzüntüyle karşılıyorum.
Oysa altmış bir yıllık kısa yaşamını Batı ve Doğu arasında sıkışmış olarak geçirmiş bu kıymetli yazar daha 1930 yılında Ankara’da toplanan Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’nde, “Osmanlı edebiyatının tedrisattan kaldırılması ve okullarda edebiyat tarihinin, Tanzimat’ı başlangıç kabul ederek okutulması gerektiğini” söylediği için önemli tartışmaların doğmasına sebep olmuştu.
Tanpınar kendi ifadesiyle, “1932 yılına kadar “radikalist bir Batıcı” olup Doğuyu tamamıyla reddederken, daha sonraları yenileşmenin gereğine inanmasına rağmen, Osmanlı medeniyetinin ve büyük değerlerin giderek kaybolmasından duyduğu derin hüznü makalelerinde açıkça ifade etmiş, kaybolan değerlerin yarattığı hüzün romanlarının atmosferini oluşturmuştur.
Üstelik Tanpınar 1943-46 yıllarında üçbuçuk yıl boyunca CHP Kahramanmaraş milletvekili olarak TBMM’de görev yapmıştır.
Türkiye’de her alanda ideolojik tercihlerin belirleyici olduğu bir dönemde yaşamış ve yazmış olan Tanpınar, dünya görüşü olarak mevcut sağ ve sol ideolojilerin uzağında kalmayı tercih etmiş, aynı şekilde ilgili taraflar da Tanpınar’a mesafeyle yaklaşmıştır.
Elbette Tanpınar’ın da her yazar gibi politik düşüncesi ve dünya görüşü vardı. Hayatının son yıllarında kendisini “Sadece demokratım, mümkün olursa demokrat sosyalist bir teşekküle girerim ve memnun olurum” (Günlük, 27 Haziran 1960)” diye tanımlayan Tanpınar, kendine özgü milliyetçilik düşüncesiyle sağda yer alanlardan; devlet, Türkiye ve Osmanlı kültürü üzerine görüşleriyle sol çevrelerden ayrılıyordu Tanpınar ülkede yaşanan politik mücadelenin, her şeye yön vermesinin karşısında idi.
Tanpınar’ın görüşlerini ve siyasi duruşunu yazarın kendi günlüklerinden okuyalım:
“Türkiye’de her şey politika mücadelesi. Ben ise eserimde Türk politikasını, hakiki Türk politikasını görüyorum. Sağ taraf beni kâfi derece kendisinden, kâfi derecede inhisarcı, kâfi derecede cahil görmüyor. Sol bana düşman.”
“Gariptir ki eserimi sathî okuyorlar ve her iki taraf da ona göre hüküm veriyorlar. Sağcılara göre ben angajmanlarım Huzur ve Beş Şehir hilafında sola kayıyorum, solu tutuyorum. solculara göre ise ezandan, Türk musikisinden, kendi tarihimizden bahsettiğim için ırkçıların değilse bile, sağcıların safındayım. Hâlbuki ben sadece eserimi, şahsen yapabileceğim şeyi yapmak istiyorum.” (Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, İnci Enginün, Zeynep Kerman)
Büyük Usta’nın makalelerinde ve günlüğünde defalarca belirtmiş olduğu kendi görüşleri ve tercihleri hiç dikkate alınmadan, bu denli değerli bir hazinenin akıbeti hakkında kamuoyuna hiç bir bilgi verilmeden, ne mensubu olduğu akademi çevrelerine, ne de Eğitim ve Kültür Bakanlıklarına danışılmadan, konuya ilgi duyabilecek diğer yayıncılarla paylaşılmadan, hastalıklı ve parasız kardeşlerini kolaylıkla yönlendirilerek Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazdığı her türlü metnin yayın haklarının Dergah Yayınlarına devredilmesini kabul edemiyorum. Tanpınar’ın kişisel görüşlerinin aksine uzun yıllar boyunca milliyetçi muhafzakar İslamcı geleneğin yazarı gibi gösterilmesine sebep olunmasını taraflılık ve kolaycılık olarak değerlendiriyorum ve geniş okur kitlesinin yazarın kitaplarından uzak kalmış olmasına üzülüyorum.
Edebiyat Fakültesinde aynı kürsüde birlikte görev yaptığı çalışma arkadaşlarının, eski öğrencilerinin ve asistanlarının Tanpınar’ın şiirlerinden, mektuplarına ve hatta günlüklerine kadar Türkiyat Enstitüsüne emanet edilmiş olan arşivi gönül rahatlığıyla tarayarak adeta kitap çıkarma yarışına girdiklerini görüyoruz. Tamamı Dergah Yayınları tarafından basılan bu kitapların müelliflerinin Mehmet Kaplan’ın başkanı olduğu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile müdürü olduğu Türkiyat Enstitüsü’nün öğretim üyelerinden ve ilerleyen yıllarda aynı bölümde kadroya atanacak olan doktora öğrencilerinden oluşması dikkat çekicidir. Bu konudaki son söz olarak, Mehmet Kaplan başta olmak üzere büyük ustanın yazılarından ve arşiv hazinesinden yararlanarak, kendi kariyerlerini hızlandırmayı tercih edenleri huzurunuzda anmadan geçemiyorum.
Bu yazıyı sonlandırmadan önce hayat yoldaşım, sevgili kocam Murat’ın buraya kadar anlattıklarım konusundaki değerlendirmelerini sizlerle paylaşmak isterim.
Murat diyor ki: “Tanpınar’ın yazın mirasının akıbetine çok yanlış bir açıdan bakmaktasın. Bir de şöyle düşün. İki hikaye kitabı, Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı iki romanı, bir şiir kitabı ve Beş Şehir gibi değerli bir deneme kitabı sağlığında kitap olarak yayınlanmış, diğer iki romanı tefrika edilmiş, onlarca makalesi çeşitli dergilerde basılmışı bir yazar söz konusu. Basılmış olan bunca kitabını ve yazsını okumuş olması gereken sol görüşlü aydınların ve milletvekilliği yapmış olduğu CHP yönetiminin konuya hiç ilgi duymamış olduğunu ve bir girişimde bulunmadıklarını hatırlatmak isterim.
Sonraki kuşaklarda da okuma merakı olan demokrasiye inanmış gençlerin de yayınevinin adına takılmadan merak ettikleri yazarın peşinden gitmesini, arayıp, bulmasını beklerdim.
Hasta ve parasız emekli öğretmen ağabeyinin elinde Tanpınar’ın karmaşık metin taslakları yayıncı aradığı bir dönemde Mehmet Kaplan yardımcı olmuş ve Dergah Yayınları’nın yolunu göstermiş. Bir de konuya böyle bak.
Türkiyat Enstitüsü’ne bağışlanmış yayınlanmamış taslaklardan oluşan arşivi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyeleri ve asistanları gözden geçirip, tez ya da kitap olarak yayınlamış olmalarında ne sakınca var? Tanpınar’ın kürsü arkadaşları ve öğrencileri bu arşivle ilgilenmeselerdi onca yarım kalmış, değerli yazı ve şiirler hala kutularda çürümeye terk edilmiş olsaydı Tanpınar bugün nasıl tanınacaktı?
Murat’ın görüşüne büyük oranda katılmakla birlikte şunu belirtmeden geçemiyorum.
Gönül isterdi ki; Tanpınar arşivi en baştan itibaren Yeni Türk Edebiyatı konusunda araştırma yapan tüm akademisyenlere eşit koşullarda açık olsun. Bu da ancak Tanpınar külliyatının eş zamanlı olarak ders vermiş olduğu büyük ve köklü kurumlar olan İstanbul Üniversitesi veya Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi tarafından iş birliği içinde yayınlanması ile mümkün olabilirdi.
Bu yazıyı burada noktalıyor ve sizleri Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kitap ve yazılarının günümüze ulaşmasının serüvenin anlatacağım ikinci yazımı da okumaya davet ediyorum.
Birsen KARALOĞLU