Bu eski kanepede oturup, sigara dumanına boğulmuş odaya göz gezdirerek ne kadar yalnız olduğunu
düşünmüyorsun henüz, öylece bakıyorsun. Herkesin evindekilere benzeyen eşyalarla dolu bu odaya.
Otuz yıla yakın bir zaman içinde hiç atılmamış olanlarla, yakın zamanda alınmış her şey birbirine
karışmış. Özensiz işçilik, kaba malzemeyle imal edilmiş bir sürü obje, sadece para kazanmak isteyen
insanların sevgisizliğiyle üretilen koltuk, sehpa, büfe ve büfeye tıkıştırılmış saçma sapan süs eşyaları.
Önce onları güzel olduklarına inanarak alıyor herkes. Eşyaların uyumsuzluğu, kalitesizliği sonradan
görünür oluyor. Bu ev de öyle, bütün evler öyle… Aslında tüm kentin tüm odaları böyle.
Hatırlıyorum da bu evi ayakta tutmak için çabalaman gerekiyordu. ‘Çalışmam lazım!’ diye
düşünüyordun. Oysa bir mesleğin yok. Çünkü annenin senin için hayal ettiği hayata göre bir mesleğe
ihtiyacın hiç olmamıştı. Ne zaman ki onun çizdiği sınırlar içinde bir hayata mahkûm olduğunu
anladığında, onun hayal etmediği bir evlenme kararı almıştın. İşte o zaman annen hastalanmış, kendini
yiyip bitirmişti hani. Bütün bunları onu terk etme acımasızlığını göze alamadığın için yaşamıştın oysa.
Onun her masalında, her davranışında içine öyle büyük bir korku işlemişti ki yıllarca. Günün birinde
orospu olma korkusu durmadan ama durmadan büyümüştü seninle birlikte. Sen bu korkunun bile
farkında değildin henüz.
Annenden sonra yine bu eski kanepede oturup gazetedeki iş ilanlarını okumuştun. Sonra ne kadar
yapabileceğini düşündüğün ne kadar iş varsa başvurdun bir bir.  Hemen hepsi seni işe almaya
hazırdılar. “Ben ilanınız için gelmiştim” diye söze başlıyordun, iş hakkında bir iki kelime
ediyordunuz; “Sabah işe başlayın” diyorlardı. Çünkü konuşması ve görünümü düzgün bayan eleman
arayan iş yerleriydi buraları, telefonlara bakacakmışsın, gelenlerle ilgilenecekmişsin. Görüşmeye
gittiğin tüm patronlar seni tanıdıklarına memnun olduklarını söylüyorlardı. Çünkü yaşından çok daha
genç görünüyordun, bakışların tertemiz ve umutla doluydu, henüz seni çok toy gösteren masum
çizgiler kaybolmamıştı yüzünde, acılarını saklamayı iyi beceriyordun. İşin doğrusu bir film yıldızı
olacak kadar güzel olduğunun farkındaydın ama gülüp geçiyordun bu güzelliğe. İçindeki sese kulak
veriyordun “Yok, hayır!” diyordu o ses, “İşte bir kurt daha”. İşe gitmekten sabah olunca
vazgeçiyordun.
Bir modaevinin ilanına başvurduğunu hatırlıyorum. Köyden yeni geldiği kıyafetinden, konuşmasından
olduğu kadar,  ezik duruşundan belli bir adam ve yanında hayatında gördüğün en güzel insanlardan
biriydi diyebileceğin henüz on üç ya da on dört yaşlarında bir kız çocuğu da bekleme salonundaydılar.
Belli ki bir terzinin yanına çırak girdiğinden beri aklına zengin olmayı koymuştu bu modaevinin
sahibi. Oldukça varlıklı bir semtin bulvarında açtığı mekânı oldukça lüks ama zevksiz döşenmişti.
Ofise, o güzeller güzeli çocuk ve sonradan amcası olduğunu öğrendiğin adamla birlikte girmiştiniz.
Patron, diğer görüştüğün patronlar gibi klasik göbekli, saçları oldukça dökülmüş, aksanı bozuk, ablak
yüzlü biri olmamakla birlikte yine de sana diğer o adamlardan biriymiş gibi bir his bırakmıştı. Sana
kibarca biraz bekleteceğini söyledikten sonra, diğerlerine ne için geldiklerini sordu.  Adam, kızın
yetim olduğunu söyleyerek “ne iş verirsen yapar beyim” demişti. İşveren takındığı o ciddi maskeyi
bozmadan, kızın prova odasında ölçülerini alacağını, gerektiğinde dikilecek kıyafetler için bunun
gerekli olduğunu söyleyip, kızla birlikte yan odaya geçti. Dışarı çıktıklarında küçük kızın zaten pembe
olan yanakları kıpkırmızıydı. Menekşe denilecek kadar koyu mavi, iri gözlerini senden kaçırdı ona
baktığını fark ettiğinde. Kızın amcasına dönüp “ tamam” dedi patron. “Ortalığı temizler, gelenlere çay
hazırlar, işi öğrenir, daha sonra modelliği de öğretiriz, yavaş yavaş bir mesleği olur” dedikten sonra
sana dönüp; “siz de dil biliyormuşsunuz, yabancı müşterilerim oluyor, onlarla anlaşabilecek misiniz?”
diye sorup, cevabını beklemeden;  “şöyle bir  yürüseniz kalkıp” dedi. Nerede yürüyeceğini sordun
adama,  yapacağın işle yürümenin ne alakası olduğunu da sordun. Sorular belli ki hoşuna gitmemişti
patronun. Ani bir kararla yerinden kalkıp; “Neyse, ben gideyim, siz de bakarsınız yürüyüşüme.”
diyerek, kapıyı çarpıp çıktın o modaevinden.

Öfkeliydin o an, neden o kızı elinden tutup, oradan çıkaracak cesareti gösteremedin diye iç sesin
olarak seninle birlikte öfkelendim. Pişmanlık duyacağını bilmiyorduk henüz. Eve vardığında polisi
aradın, ihbar etmek istedin o modaevini. Küçük yaşta bir kız, yanlış insanların yanında dedin.
İlgileneceklerini söylediler ama o küçük kıza ne oldu? Bunu hiç öğrenemedik.
Sonunda emlak ve dekorasyon işleri yapan, yeni açılmış ve güzel döşenmiş bir büroda çalışma kararı
aldın. Patronun eşinden yeni boşandığını öğrendin işe başladığın ilk gün. Ünlü bir şarkıcı kadın sebep
olmuş karısından boşanmasına. Ünlü şarkıcıdan nefret ettiğini söylerken bile övündüğünü
hissediyordun o adamın. Karısını yere göğe koyamıyordu çünkü karısından ayrılmayı hiç aklına
getirmediği bir anda kadın onu boşamıştı.  Bu şirketten önce batırdığı bir şirketi de varmış, zamanında
çok büyük paralar kazanmış ama olmamış. Saygıyla dinledin anlattıklarını ve bunları neden sana
anlattığını sorgulamadın. Birçok kadın geliyordu ziyaretine ve birçok adam. Adamlar patronu
beklerken, masanın önündeki koltuğa oturup, çaylarını içip, ne kadar mutsuz evliliklerinin olduğunu
anlatıyorlardı sana. “Bizimki sinir hastası” diyordu çoğu ve telefonla aradıklarında “ Şekerim,
güzelim, canım”  diye hitap ediyorlardı. Sen; “canın, şekerin değilim ben” demek istiyordun,
diyemiyordun.
Selma adında bir kadın devamlı büroya gelmeye başlamıştı. Arabası ve özel şoförü vardı. Patronla
senli benli konuşuyor, belli ki eskiden beri tanışıyorlardı. Şoförü her sabah erkenden gelip, Selma’nın
onu çağırmasını senin odanda bekliyordu. Çay ısmarlıyordun ona, öğlenleri birlikte simit ya da
sandviç yiyordunuz. Selma’nın takma isim kullandığını söyledi bir gün, asıl ismi başkaymış
kimliğinde. Genç ve güzel bir kadındı Selma. Bir kızı var ama babasıyla yaşıyormuş. Boynunda
saçlarıyla kapamaya gayret ettiği çok belirgin, garip bir bir yara izi fark edip, sorduğunda, alaycı bir
gülümsemeyle  “Makarna tenceresi döküldü küçükken” demişti. Aylar sonra bir gün bana yazdın;
“Uludağ’a gidip gidemeyeceğimizi soruyor; “İmkânsız, ben gelemem diyorum.”
“Olsun ben bakıcıya para veririm, gece de kalır” demişti sana. O’na bir baban olduğunu ve geziye
çıkarsan çok kızacağını söylemek ihtiyacı duymuştun her nasılsa. Selma sadece gülümsemişti. Şoförü
ertesi gün seni uyarmıştı; “Abla sakın bu kadınla bir yere gitme”
“Deli misin, gider miyim?” dedin.
“Gidersin diye çok korktum. Aramızsa kalsın, Selma kadınları hiç sevmez. Kadın satıcılığından yattı
içerde, senin için de iyi şeyler düşünmüyor, uzak dur ondan”.
Selma’nın hayatı kendisini ilgilendirirdi ama ucunun sana dokunması farklı bir şeydi. Yine de işten
ayrılma kararını alacaktın. İş yerine gelen erkeklerin çoğunlukta olduğu kalabalık bir grup insan,
bekleme salonuna geçerlerken, içlerinden biri odanın kapısında durup uzun uzun seni tepeden tırnağa
süzmüştü. Bir kadındı bu ama olabildiğince çirkin bir kadın; saçları oksijenle açılmış gibi tuhaf bir
turuncuya boyanmıştı, yüzünün yarısını kaplayan dolgun dudaklarının arasından altın dişleri
görünüyordu. İri taşlı küpeleri, dirseğine kadar uzanan altın bilezikleri yetmezmiş gibi yaldızlı bir
kumaştan şalvar giymişti. Birlikte geldiği adamlar, sağında solunda ona nasıl hizmet edeceklerini
şaşırıyorlar adeta. Bu kadının ve birlikte geldiği kalabalığın kimler olduğu sordun patrona. Patron
gülerek üç ev birden alacaklarını söyledi. Yağlı müşterilermiş. İçecek bir şey isterler mi demek için o
kalabalığın beklediği salona girdiğinde, şişman, yaşlı ve kasaba eşrafından biri gibi görünen bir
adamın yanında oturan bir kız gözüne ilişti. Nasıl da güzel mavi gözleri var diye düşündün o an. Çok
gençti. Odana dönüp mutfaktaki elemandan içerdekilere çay söyledikten sonra yine o kızı düşündün.
Keşke o olmasaydı ama oydu. Kurtaramadığın için vicdanını rahatsız eden o küçük kız. Selma’nın
şoförü bir ara yanına gelip altın dişli kadının bir genelev patronu olduğunu anlattı. İç Anadolu’nun
birçok şehri ondan sorulurmuş.
Zaten üç aydır maaşını da doğru dürüst alamamıştın. Patron alacaklarının olduğunu, alamadığını
bahane ediyordu. O gün işten çıkıp eve döndüğünde bir daha oraya gitmeme kararı almıştın. Çok
sevinmiştik bu kararın için. Yine de hayatın seni bu kadar korkutmasına için için üzülüyordum;
“Korkacak bir şey yok” demek istiyordum sana.

Hadi gel, bu camın önündeki eski kanepeye otur, yine dar sokağı seyredelim. Yaz geldi zaten. Annen
öleli altı ay oldu. Sık sık ziyaretine gidiyorsun. “Bir şeyler değişmeli, bir şeyler değişmeli” diyorsun.
Gelecek zamanı düşünüyorsun durmadan. Ama yaz bana yeniden.  Henüz ısıtmıyor mevsim. Balkon
kapısını kapa! Unut o dalıp gittiğin derinliği.
Sevgili Günlüğün.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir