VİŞNE LEKESİ

Bazen neyin gerçek, neyin düş olduğuna karar veremiyordu. Her şey öylesine parçalanmış, öylesine bulanık, öylesine karmaşıktı ki…Neden hep aynı rüyayı gördüğünün, neden her seferinde acıyla uyandığının da bir anlamı yoktu.  İçinde bir yerler neden hep sızlar, bir bıçağın  sivri ucu neden hep yüreğine batar, kanatır bir bilebilseydi…

Bu beyaz badanalı eşyasız odada neden yalnızdır?

Neden bazı günlerini karyolaya bağlı geçirir?

Canını yakan iğnelerin, hemşirelerin acıyan bakışlarının nedenini  neden soramaz?

Hep bir boşluğun içinde duruyormuş gibidir.  Bir duvar gibi çeviren, saran bir boşluk… Tırmanmak istedikçe kayıp düştüğü, canının yandığı bir boşluk. Yitirilmiş bir zaman kavramı içinde endişeli, öfkeli, anlamsız bir bekleyiş. Uzayıp giden günler, geceler… Sadece hemşirelerin açtığı bir kapı. İlaçlar, iğneler ve hücrelerine kadar hissettiği  o korkunç şoklar… Bütün bu yaşadıklarının bir nedeni olmalı.

Beynindeki boşluğun içinde oluşan birkaç düşünce kırıntısı çok kısa bir süre için sisli, puslu görüntüler oluşturuyor bazen. Bir an ya da birkaç saniye…Sonra yine boşluk, boşluk…

Sanki hep o yaşta doğmuştur. Hiç çocuk, hiç genç olmamıştır. Hep yaşlı, hep bomboş, hep yalnız. Bu beyaz, boş odanın  dışında da bir dünya olmalı. Hemşirelerin, doktorların, odasını temizlemeye gelen kırmızı yüzlü şişman kadının, yemeğini yerken neden başında dikildiğini bilmediği o sivri çeneli adamın yaşadığı bir başka dünya.

Ve  hep rüyalarına giren küçük erkek çocuğunun yaşadığı bir dünya.

İyi ki o çocuk var!

Çok tanıdık, ama çıkaramıyor bir türlü. Çıkaramadığı bir şey daha var: Gömleğindeki lekeler.

Ah, o lekeler!

 

Kalkıp kapıyı açsa. Hiç ürkmeden, korkmadan dışarıya, başkalarının dünyasına adım atsa.   Çoktandır hemşireler kapısını kilitlemiyor, neden?

Yoksa artık iyileşiyor mu?

Mutlu bir tebessüm yayılıyor solgun yüzüne. İçinde ılık bir kımıltı, bir ışık, bir anlam gözlerinde. Tüy gibi hafif bedeni süzülüveriyor karyoladan. Soğuk taşlara değiyor çıplak ayakları. İçine dolan serinlik tuhaf bir korkuyla birlikte yayılıyor bedenine. Sevinci gölgeleniyor.

Vazgeçse mi?

Hayır, dışarıyı merak ediyor. Kapının tokmağını çevirdiğinde başka bir dünyaya geçecek.    Uzun bir koridoru anımsar gibi sanki. Şok odasına giden karanlık, soğuk, ilaç kokulu…

İşte o koridor uzanıyor önünde.

Öyle uzun ki asla sonuna varamayacak gibi.

Küçük adımlarla yürüyor. Her adımda biraz daha üşüyor ayakları. Aralık bir kapının önünden geçiyor, içerde hemşirelerden biri önlüğünün eteğini yıkıyor lavaboda.

Başını uzatıyor içeriye doğru.

“Olmaz!” diyor, “Uğraşma çıkmaz o leke.”

Genç hemşire şaşırıyor.

“Hastaların burayı kullanmaları yasak,” diyor sertçe.

Hemşireyi duymuyor. Gözleri sabit bir noktaya kilitli.

“Olmaz, çıkmaz…”

“Hadi, gel seni odana götüreyim,” diyor hemşire koluna girerek.

Umulmadık bir hareketle çekiyor  kolunu.

“Ben giderim! Sende uğraşma , vişne lekesi çıkmaz.”

“Ama bu çay lekesi, zaten şekersizdi, çıkıverdi.”

“I-ıh, çıkmaz. Vişne bu, vişne!”

Yan odadan başhemşire çıkıyor.  “Uzatma!” diyor genç hemşireye. “O’nun için bütün lekeler vişne lekesidir!”

Tüm itirazları baş hemşirenin  katı, otoriter  tavrı karşısında yenilgiye uğruyor. Ötekilerin dünyası ona yasaktır ve bu karanlık koridorun tek çıkışı kendi odasıdır.

Odaya geldiklerinde yatağına yatırıyorlar. Hemşire usulca sol kolunu sıyırıyor, nefret ettiği o canını yakan iğnelerden birini yapmak üzere. Gözlerini sımsıkı kapıyor, belli belirsiz bir inilti dolaşıyor dudaklarında. Hiç bitmeyen, hiç bitmeyecek olan yeni acılara gebe gelecek günler. İçindeki, bilmemenin verdiği o umutsuz boşluk hiç dolmayacak. “Kapının arkası” hiç olmayacak onun için.

“Korkma, bak şimdi rahatlayacaksın,” diyerek saçlarını okşuyor hemşire.

Rahatlamak?

Rahatlamak; uyumak, unutmak, bilmemek, hiçbir şey anımsamamak anlamına geliyor. Başının ve yüreğinin içindeki boşlukların farkında ama nedenlerini hiç öğrenemeyecek. İlaç, kolunu  yakarak içine doğru yayılıyor. Ama ayakları buz gibi, içi üşüyor… Dizlerini büküp karnına çekiyor bacaklarını. Arkalarından üzgün, kırgın biraz da öfkeyle bakıyor. Kilidin içinde dönen anahtarın sesi ona asla koridorun sonuna kadar gidemeyeceğini fısıldıyor.

“Artık kapıyı da kilitliyorlar,” diye söyleniyor kendi kendine.

Gözleri ağırlaşıyor, her şey siliniyor; beyaz duvarların, çıplak pencerelerin üzerine kurşuni bulutlar iniyor.

Ah, bu ilaçlar…

*****

Büyük bir bahçenin ortasında iki katlı, pembe boyalı bir ev. Dört mevsim açan bir şeftali ağacı gibi büyülü. Açık pencerelerinden uçuşan tüller ahşap panjurlarla dans eder gibi. Ön bahçede, giriş kapısının sol tarafında doğal bir kameriye oluşturan görkemli manolya ağacının altında gazete okuyan bir kadın. Bembeyaz elbisesiyle çimenler üzerinde nadir bir papatya türünü andırıyor.

Öyle tanıdık ki!

Ama çıkaramıyor bir türlü…

Sanki kendisine benziyor azıcık. Yoksa, yoksa kendisi olmasın?

İnsan kendi yüzünü unutur mu?

Unuttuğu yalnız kendi yüzü olsa…Belleğinde anımsadığı hiçbir yüz yok ki!

Elleriyle yüzüne dokunuyor. Hâlâ gergin, yumuşacık bir tenin sıcaklığı yayılıyor avuçlarına. Yaşanan  onca acıya, geçip giden yıllara inatla direnen dupduru bir ten. Sonra başına gidiyor elleri, saçlarına dokunuyor. Kısacık kesilmiş, varla yok arası.

Yok, o kadın kendi değil.

O kadının uzun sarı saçları omuzlarına dökülüyor.

Bir ayna olsa…

Yıllardır hiç aynaya bakmadığını anımsıyor birden. Ama neden odasında hiç ayna olmadığına bir yanıt bulamıyor.

 

Bir çığlık duyuyor, arka bahçeden gelen incecik bir çığlık. Deli gibi koşuyor, işte orada, vişne ağacının altında bir çocuk var. Öylece kapaklanmış, yatıyor, hareketsiz. Başından sızan kana takılıyor gözleri, ince kırmızı bir çizgi gidiyor karıncaların peşi sıra.

Zaman duruyor o anda. Her şey duruyor, donuyor bir fotoğraf karesi gibi.

Yüzünü çeviriyor, çocuğun gözleri açık, ona gülümsüyor.

Kim bu çocuk?

Bu bahçede ne işi var? Gömleği vişne lekesi içinde. Çocuğun üzerinden usulca çıkarıyor gömleğini.

“Ben şimdi yıkarım bunu !”

Çocuk sabit bakışlarla gülümsemeye devam ediyor…

 

Çitiliyor lekeleri suyun altında, sabunluyor.

Çıkmıyor bir türlü.

Daha da kötüsü büyüyor lekeler, ellerine geçiyor. Beyaz elbisesine damlıyor elinden.

Bahçeye koşuyor. Çocuk bıraktığı yerde değil, etrafa bakıyor telaşla. Sonra , bahçe kapısının önünde görüyor, üzerinde tertemiz beyaz bir gömlek, el sallıyor ona.

Ve yitip gidiyor, bir ışık seli gibi.

Aslında kendisinin de peşi sıra gittiğinin farkında değil. Ruhunun, yüreğinin, beyninin yeri hala bomboş.

Sadece gülümseyen bir çift göz kalıyor geride, belleğinin karanlık köşelerine gizlenmiş.

O gözler, ahh, o kadar tanıdık ki!

 

&

 

“Feride Hanım, uyanın artık, yemek vakti!”

Gözlerini  güçlükle açıyor, hemşirenin gülümseyen ela gözleri şefkatle ona bakıyor.

“Yoo, bunlar değil,” diyor.

“Pardon, anlamadım?”

“Rüyamdaki gözler bunlar değildi,” diyor, hemşirenin gözlerini işaret ederek.

“Sen yine o küçük çocuğu gördün, anlaşıldı.”

Başını sallıyor sadece. Bakışları anlamsız, ıssız, umarsız… Dudaklarından dökülen sözcükler zorlukla işitiliyor:

“O kadar tanıdık ki…

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir