VAROLUŞÇULUK, ya da diğer bir deyişle Egzistansiyalizm
Søren Kierkegaard ile Rus Romancısı Fyodor Dostoyevski’in yapıtlarından kaynaklanan, bireysel seçimin metafizik yükü üzerindeki vurgusu daha sonra Gabriel Marcel, Martin Heidegger ve (bu felsefeyi oyunlarına ve romanlarına uygulamaktan zevk duyan) Jean-Paul Sartre’ın çalışmalarında verimli bir toprak bulan göreli olarak modern bir felsefedir. Varoluşçuluğun bazı kökleri Stoacılığa, Orta Çağ Skolastik düşüncesine ve bir ölçüde Descartes’in felsefesine geri götürebilir. Ama bu yazıda -yer yer varoluşçuluğun tarihi seyrine değinecek olsak da- daha çok 20. yüzyılın puslu atmosferi ve o kendine özgü buhranlı ve kaotik konjonktüründen yola çıkarak modern varoluşçuluğu masaya yatıracağız. Çünkü 20. yüzyıl “barış” kelimesinin anlamını yitirdiği bir dönemdir. Bilhassa 19. yüzyılın sonlarından itibaren endüstrisini tamamlamış Avrupa devletlerinde süregelen ham madde ve pazar kavgası karşımıza çıkacak olan sancılı dönemlerin sinyallerini vermiştir. 20. yüzyıl, savaşlarda sayıları milyonlarla ifade edilen, önemli bir çoğunluğunu sivil halktan olan kişilerin meydana getirdiği kitlesel ölümlerin yaşandığı, modern çağ içinde bir barbarlık dönemidir.
Örneğin 12. yüzyılda on sekiz savaş yapılmış, bu savaş grafiği 17. yüzyıla kadar 25 kat kadar artmış ve savaşların sayısı 500’e ulaşmıştır. Grafikte üç yüz yetmiş savaşın yapılmış olduğu 18. yüzyıldan itibaren hızla bir düşüş görülmektedir. 19. yüzyılda düşüş sürmüş, yüz yirmi savaş yapılmış ve nihayet geçtiğimiz yüzyılda tam tamına Üç bin yirmi savaş gerçekleşmiştir ve bu sayı yalnızca 20. yüzyılın ilk yarısına aittir! Tüm bu savaşların sonucunda ortaya çıkan bu yüzyılın mega ölümlerinin sayısı ise 187 milyona ulaşmaktadır. Kısacası 20. yüzyıl insanlık, birey ve modernizmin sarsıntılı krizler ile yüz yüze kaldığı bir dönem olmuştur. Yaşanan insanlık adına kaygı verici gelişmeler, II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyaya hâkim olan Soğuk Savaş psikolojisi ve bunun birey üzerine yansımaları birtakım sosyo-psikolojik sonuçları bizim önümüze sermiştir. Savaş sonrasında kaygı, geleceğe dair duyulan umutsuzluk ve güvensizlik bireyin modern toplumdaki yalnızlığını körüklemiştir.
Avrupa’da ve Amerika’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında gidişatı sorgulayan protest bir hava esmeye başlamıştır. Modernizme ve onun bir prototipi diyebileceğimiz ABD’ye karşı geliştirilen tepkiler sürerken, bu atmosferin havasını solumuş nihilist, varoluşçu ve kimi zaman, apolitik bir gençlik tipi artık insanların dikkatini çekmeye başlayacaktır. Savaş sonrası kuşakta görülen nihilizm zaman zaman karşımıza varoluşçu bir biçimde çıkmıştır.
Nihilizmin temeli MÖ 5. yüzyılda yaşamış Yunan düşünürü ve sofisti Gorgias’ın inkârcı felsefesine dayandırılsa da kendisini 19. yüzyılın ikinci yarısında daha etkin bir biçimde göstermeye başlamıştır. 19. yüzyıl nihilistlerinden Rus edebiyatçı Turgenyev tarafından 1862’de kaleme alınan Babalar ve Oğullar adlı romanda yazar, eserin başkahramanı Arkadi’nin ağzından, nihilist insanın bir tarifini yapar: “Nihilist, hiçbir otorite önünde baş eğmeyen, ne kadar saygı değer olursa olsun hiçbir ilkeye inanmayan adam demektir.” Turgenyev’in 1862’de modelini çizdiği nihilist insan profili yüzyıl sonra kendisine tam bir beden bulacaktır. Modelle bedenin uyumu bu süre içinde dünya üzerinde meydana gelen, insanlığı tahrip eden gelişmelerdir. Geleneksel olanı ve var olan siyasî, toplumsal, kültürel yapıyı inkâr ile birlikte tüm bunları alaşağı etme arzusu nihilizmin temelinde yer almaktadır. Cevizci’nin Felsefe Sözlüğü’nde ise nihilizm, genel bir psikolojik ve felsefi hâl olarak, tüm ahlâkî ve dinî, siyasî ve toplumsal değerlerden yoksun olma ve varlık-yokluk, gerçeklik-gerçekdışılık, doğru-yanlış, bilgi-kanaat türünden tüm ayrımları yadsıma durumudur. Bunun yanı sıra nihilizm her türlü geleneksel ahlâk ilkelerini ve yükümlülüklerini yadsıyarak ahlâkî değerlerin akılla da, sezgiyle de, yasa otoritesiyle de, temellendirmenin mümkün olmadığını ve ahlaki değerlerin anlamsız ve akıl dışı olup ya keyfî davranışların ya da akla dayanmayan duyguların ve toplumsal koşullanmaların ifadeleri olduğunu savunan bir anlayışa karşılık gelmektedir. Politik nihilizm her tür toplumsal düzenin kötü olup yıkılması gerektiğini öne sürer ve egemen bireyin özgürlüğü için, otoritenin zorbalığına karşı çıkan tavırla ifadesini bulur. Metafizik nihilizm ise bir tür tanrıtanımazlık ile birlikte, bazı çevrelerde Tanrı inancının çöküşünün bir sonucu olarak, evrenin anlamsız ve amaçsız olduğu, insan yaşamının ve insan faaliyetlerinin hiçbir değeri ya da anlamı olmadığı, kendisi için yaşamaya değer hiçbir şey bulunmadığı görüşünü öne sürer.
Nietzsche felaketler yüzyılı 20. yüzyılın arifesinde nihilizmin doğuşunu dünyaya bildirmiştir. Avrupa kültürünün bütünüyle yıldan yıla artan çapraşık bir gerilimle nice zamandır yıkıma doğru tedirginlik içinde hızla ilerlediğini haber vermiştir. Yine ona göre bu zaman büyük iç yozlaşma ve çözülmelerle dolu bir zamandır, nihilizm ise varoluşun kesin olarak hiçbir anlamı olmadığına inanmak demektir ve yine nihilizm bir neden değil, olsa olsa yozlaşmanın mantıksal sonucudur.
Temeli 19. yüzyıl filozofu Søren Kierkegaard’a dayanan varoluşçuluk, 20. yüzyılda savaş sonrası insanının halet-i ruhiyesi ile yeniden harmanlanmış ve yeni harman düşünce özellikle Jean Paul Sartre, Albert Camus ve Martin Heidegger tarafından dile getirilmiştir. II. Dünya Savaşı öncesi yıllarda Karl Jasper’in Felsefî Mantık’ını kaleme alırken uydurduğu varoluşçuluk sözcüğü farklı filozoflarca farklı şekillerde tanımlanmıştır. Weil’e göre varoluşçuluk bir bunalım, Mounier’e göre umutsuzluk, Hamelin’e göre bunaltı, Banfi’ye göre kötümserlik, Wahl’a göre başkaldırış, Marcel’e göre özgürlük, Lukacs’a göre idealizm (düşüncülük), Benda’ya göre usdışılık (irrationalisme), Foulquie’ye göre saçmalık felsefesidir. Ritter’in varoluşçuluk üzerine söyledikleri bize varoluşçuluğu tanımlamamış; ancak onun konumunu göstermiştir. Ona göre varoluşçuluk, “…köklerinden kopmuş… temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş… toplumda yabancılaşmış… mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren ve toplum içinde yaşayan bireylerin tehdit altında olduğu… günümüzle gelenek arasındaki bağlantının koptuğu… insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde kendisini gösteren bir felsefedir.”
Sartre varoluşçuluğu tanımlamanın çok kolay olduğunu düşünmüştür. Ona göre din adamlarının ve birtakım felsefî doktrinlerin savunduğu özün varoluştan önce gelme inancına ve düşüncesine karşı çıkmış ve varoluşun özden önce geldiğini savunmuştur. Varoluşçuluğa göre irade ve bilinç sahibi olan insan irade ve bilinçten yoksun nesneler dünyasına fırlatılmıştır. Dünyaya fırlatılan insan ise sonra özünü kendisi yaratır. İnsan “dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. Bu belirlenme yolu hiç kapanmaz.” Bu belirlenme bireyin seçimleri ile gerçekleşmektedir ve insanın karşısında duran olanakları diğer insanlarla ve nesnelerle ilgili olduğu için insan, her zaman seçimlerini belirleyen, sınırlandıran somut bir tarihsel dünyada var olma durumu içindedir. Sartre’nin 20. yüzyıl koşullarında baştan düşünüp ele aldığı varoluşçuluğun temellerini atan Danimarkalı Søren Kierkegaard’a göre var olmak birey olmakla yani başka bir deyişle seçim yapmakla, yol çizmekle yahut da alternatifler üretebilmekle eşdeğerdir. O da halefi Sartre gibi bireyin yaşam içinde inisiyatif kaynağı olarak görmüştür. İnsan istikrarsız, vahşi ve tehlikeli bir dünyaya fırlatılarak yaşamak zorunda bırakılmıştır. Bu görüş elbette ortaya çıktığı yüzyıldaki toz pembeliği alaşağı etmiştir. Varoluşun olumsuz yönleri olan acı, hüsran, hastalık, ve ölüm 19. yüzyıl iyimserliğinin tersine insan gerçekliğinin temel özelliği haline gelmiştir.
Varoluşçuluk öncesi ontolojik felsefelerin insanı nesneye indirgemesi, yani varoluşun öncesine özü koyması, başka bir deyişle insanı etkilenen bir varlık olarak tahayyül etmesi onların tanımlanabilmesini daha da kolaylaştırmıştır. Oysa varoluşçuluk insanı pasif bir varlık haline sokan görüşlere direkt karşıdır. Varoluşçuluk bilgi nesnelerinin tamamıyla zihinsel olduğunu öne süren epistemolojik idealizmin ve İmmanuel Kant’ın idealizminin ve insanların varlıkları oldukları gibi değil, zihinsel olanaklar çerçevesinde algılanan fenomenler ölçüsünde bilebileceğini iddia eden meşhur transendental çıkarımın karşıtıdır. Varoluşçuluk bireyin öznelliğini, varoluşunu ön plana koyar ve bireyin kendi kendisini yarattığını savunur.
Seçim konusunda varoluşçuların ortak görüşü seçimin tehlike içerdiğidir. Bu seçimin getirdiği tehlikenin başında insanın nesneleştirilerek varoluşunu yitirmesi ve böylelikle kendine yabancılaşması gelmektedir. Soren Kierkegaard varoluş ve yabancılaşma ilişkisini dinsel bir temele dayandırmıştır. Ona göre bireyin, yani İlk Günah ile birlikte dünyaya fırlatılan Âdem’den itibaren dünyada bulunan bireyin varoluşu Tanrı’ya yabancılaşmasının bir sonucudur. Dolayısıyla insan ömrü “korku”yla ve ölümsüzlüğün getirdiği “sıkıntı”yla iç içedir. Ve buradan hareketle insanın seçimleri onun Tanrı’dan uzaklaşmasını ve yabancılaşmasını getirebileceği için bu tercihlerinde birey dikkatli olmalıdır. Çünkü bireyin “sıkıntı”sının ve umutsuzluğunun artması tamamen bununla ilgilidir.
Sartre, eylemini özgür iradesinin sonucu olarak -yani herhangi bir dış baskı, zorlama ve mecburiyet olmaksızın- yapan kişileri tutarlı insanlara örnek gösterir. Bu seçme özelliği Sartre’ın felsefesinin merkez noktasıdır. Sartre’ın üzerinde durduğu bir başka kavram olan hümanizm ona göre böyle bir anlam içeriğine sahiptir. Onun hümanizmden anladığı insanın kendisinden başka bir yasa koyucunun olmamasıdır. İnsan kendi yaşamının yasalarını kendisi koymalıdır. Sartre’ın felsefesi yazdığı romanlarda beden bulmuştur. Dolayısıyla bunlardan verilecek örnekler varoluşçuluğun ilkelerini daha bir somutlaştıracaktır. İkinci Dünya Savaşı arifesinde geçen Özgürlüğün Yolları serisinin birinci kitabı olan Akıl Çağı adlı eserinin başkahramanı Mathieu’dan hamile olan Marcelle çocuğunu aldırıp aldırmama konusunda karar vermekte zorlanır. Başkahraman felsefe profesörü Mathieu Delarue karakteri ise bize özellikle özgürlük sorumluluk ilişkisi ekseninde çok önemli ipuçları vermektedir. Mathieu, ne hamile sevgilisi Marcelle ile evlenmek istemektedir ne de Marcelle’i hayatından çıkarabilmektedir. Bunun yanında kapitalizmden nefret etmesine rağmen komünist partisine üye olup aktif politikanın içinde yer almak istemektedir. Ancak özgürlüğünü elinden alacağı korkusuyla ne Marcelle ile evlenir ne de Komünist Parti’ye üye olur. Romanda özellikle Mathieu’nun sol eğilimli arkadaşı Brunet ile sorumluluk ve özgürlük ilişkisi üzerine gerçekleştirdikleri diyalog bu konu açısından eserin önemli bölümlerinden birisidir. Brunet Mathieu’ya komunist partisine girmesini ve bunu parti yararına değil kendi iyiliği için yapması gerektiğini söyler ve ekler:
“…özgürlük kendini bir yere, bir şeye vermek, bir şeye bağlanmak için değilse eğer, o zaman ne işe yarar?”
Mathieu ise diyaloğun devamında bir an kendisiyle baş başa kalarak düşünecektir:
“…Brunet haklıydı: … “O benden daha çok bağımsız: Kendi kendisiyle barışık, Partiyle barışık.” … Bütün ülkelerin proletaryası ile birlikte, toprağa yayılmış, acı çekiyor ve çarpışıyordu. Şu anda, tam şu anda, Madrid’in kenar mahallelerinde insanlar vardı; gelişigüzel kurşuna dizilmeyi göze almışlardı; Yahudiler vardı, Avusturyalı Yahudiler, toplama kamplarında can çekişiyorlardı; Nankin’de yıkıntılar arasında Çinliler vardı. “Ve ben buradayım, taptaze, kendimi özgür hissediyorum, beş on dakika sonra şapkamı alıp çıkacağım ve Luxenburg’a gezmeye gideceğim.” Brunet’ye döndü, acı bir bakışla ona baktı: “Ben bir sorumuzum,” diye düşündü.
Mathieu kendince özgür bir yaşam sürmek için arzuladığı bazı sorumluluklarından kaçar. Böylelikle yazar tarafından dolaylı yoldan sorumluluk üstlenmekten çekinenin aslında özgür olmadığı belirtilmiştir. Burada Mathieu Sartre tarafından gizliden gizliye eleştirildiği görülecektir. Romanın sonunda Marcelle’in kendisini terk ettikten sonra özgürlük ve sorumluluk kavramları Mathieu tarafından yeniden sorgulanacaktır. Sartre tarafından Akıl Çağı‘nda verilen ilişkiler ağıyla temel düşüncesi seçim, özgürlük ve özgürlüğün zorunlu sonucu sorumluluk arasındaki bağ çok güzel bir şekilde özetlenmiştir.
Sartre romanlarındaki başkarakterlerden çıkartılacak fikre göre insan kendi kendisini yaratmalıdır. Bu onun yaratılmadığı için kendi zorunlu özgürlüğüdür. Dolayısıyla insan özgür değil ise ne kendi geleceğini ne de tarihi inşa edebilir. Bu eylemleri ancak özgür, yani kendinin ve tarihin hamurunu yoğurabilen insanlar gerçekleştirebilir. İnsanların bu eylemleri kader değil, sadece kendi bireysel seçimleridir. Ve tabii ki bu da kendi eylemlerinden ve tarihten sorumlu olmayı gerektirir. Sartre’a göre insan kendi hayatına bağlanmıştır. Onun orada kendi çizdiği resmin dışında hiçbir şey yoktur. Yani insan hem ressam, hem de resimdeki portredir.
Varoluşçu düşüncenin kilit kavramlarından biri de kaygıdır. Kaygıyı ilk olarak Soren Kierkegaard felsefî bir problem olarak ele almıştır. Ancak o kaygıyı dinsel bir temel üzerine inşa etmiştir. Ona göre Âdem, İlk Günah’ı işlediğinde bu eylemi onu insanlaştırmıştır. İnsanlaşma onu ahiri olmaktan çıkarmış dünyevî yapmıştır.
Martin Heidegger tarafından Almancaya kazandırılan Dasein kavramı kendisini kaygı ile açığa vuran bir varlığa işaret eder. Tarihten sorumlu olmak ancak insanın tarih içinde yaşayan bir varlık olduğunun bilincine varmasıyla mümkündür. “İnsanın kendini tarih içinde hissetmesi için bir kaygı gereklidir. Kendini bulunduğu ortam içinde sorgulamayan, böyle bir kaygısı olmayan insan için bir tarihsellik duygusu oluşamaz.” Dasein Türkçeye Dünya-içinde-Varlık olarak çevrilmiştir. Dasein ne zaman kaygıya kapılırsa Dünya -içinde-Varlık olduğunu anlar.” Bir öze değil bir varoluşa sahip olan, kaderi olmayan, yani kendi kendini var eden Dasein, dünyaya fırlatılmış ve terk edilmiş olarak kendini bulur. Fırlatılmış varlık olarak Dasein, dünya içinde diğer Dasein’larla ve nesnelerle karşılaşır. Bu karşılaşma onu kaygılandırır ve bu karşılaşılanlar ile ilişkiye girerek, kendisini tanımaya ve var etmeye çalışır. Varoluşçuluk da kaygı sorumluluğu beraberinde getirir.
Sartre’ın eserlerinde başkaldırı önemli bir yer kaplar; ancak başkaldırı kavramı varoluşçuluğun içinde daha çok Albert Camus ile ön plana çıkmıştır. Savaş sonrası düşünürlerinden Camus insanî amaç ve eylemin metafiziksel bakımdan keyfî ve temelsiz olduğunu görüp benimsemenin, hiççiliği, pasif bir umutsuzluktan çıkartıp dünyanın insana olan kayıtsızlığı önünde bir başkaldırıya dönüştüreceğini söylemiştir. Bu söylem eylemsizlikten eyleme geçişi ifade etmektedir. Camus düşüncesini varoluşçuluğun yine kilit kavramlarından saçma (absurde) ve başkaldırı üzerinde şekillendirmiştir. Kierkegard ve Heidegger’e göre saçma insanın dünyadaki yabancılığıdır. Sartre ise bu deyimle evrenin anlamdan yoksunluğunu dile getirir. Camus’a göre de dünya ve insan, birbirlerine göre saçma, başka bir deyişle çelişiktir. Sartre ve Camus’nün saçma kavramına yükledikleri farklı anlamlar şöyle açıklanabilir:
“Sartre’a göre, saçma, dünyanın, bilinçsiz varlığın özünde bulunan ve bilincin kavramsallaştırılmalarından ya da olumsuzlayıcı faaliyetinden önce ortay çıkan bir şeydir. Oysa Camus’a göre, saçma ya da saçmalık, doğrudan doğruya Tanrı’nın yokluğunun bir sonucudur. Camus’a göre insan amaçlı bir varlıktır; ancak dünyanın, insanın amaçlılığı, arzu ve özlemleri karşısındaki kayıtsızlığı, insanın dünyadaki varoluşunu saçma bir kılığa büründürür. Bu saçma kavramı insan bilinciyle dünya arasındaki kopuşu ifade eder. Çünkü insanın karşısındaki dünya kaos hâlinde ve akılla kavranmayacak bir dünyadır, onun saçmalığının bilincine kaygı ile varılır. Camus’a göre insanın bu kaos karşısında bir tutumu olmalıdır. Bu davranışlar intihar, umut ve başkaldırı olarak üçe ayrılmıştır. Buna göre intihar ve umut saçmadan bir kaçıştır; ancak başkaldırı saçma karşısında ortaya konulabilecek en gerçekçi davranıştır. Burada ilk ikisi saçmadan kaçış, başkaldırı ise saçma ile savaşmaktır. Camus Descartes’in cogito ergo sum (düşünüyorum, o hâlde varım) çıkarımından esinlenerek kendi felsefesini özetlemiştir: Başkaldırıyorum, o hâlde varım. (Ya da; başkaldırıyoruz, o hâlde varız). Camus, tıpkı Descartes’in, Cogito ergo sum’u felsefesinin dayanak noktası yapması gibi, varoluşun saçmalığı karşısında bireysel başkaldırıdan bir kolektif dayanışma bilinci yaratma çabası göstermiş ve bunun, uzlaşımsal burjuva ahlâkı ve en somut ifadesini faşist ya da komünist yönetimlerim toplama kamplarında bulan totaiteryanizm karşısındaki tek çıkış yolu olduğunu söylemiştir.
Yazımızı noktalamadan önce kısaca varoluşçuluğun sosyolojik seyri için de birkaç kelam edecek olursak, Endüstri Devrimi ile beraber dünya insanının yaşam tarzında büyük değişimler gerçekleşmiştir. Bu değişim Endüstri Devrimi’nin etki ettiği sosyal tabakaya göre ikiye ayrılmıştır. Ortaya çıkan makineler toplumunun bir bölümünün yaşamını kolaylaştırırken bir bölümünün ise hayatını içinden çıkılamayacak bir şekle sokmuştur. Tarım makinelerinin kırsal yaşama girmesiyle tarıma duyulan iş gücü azalmış ve insanlar kitleler halinde kentlere akın etmişlerdir. Kentlerde ise klasik üretimin öznesi olan; ancak el tezgâhlarının kalkmasıyla yeni üretim anlayışı sürecinde iş gücü olarak artık pahalıya mal olan meslek erbapları yerlerini bu köyden gelen ne iş olsa yapabilecek kalabalık ve ucuz iş gücüne bırakmıştır. Bu yeni toplumsal sınıf endüstri zincirinde bir halka olarak görülmüş ve patronlarının nezdinde hiçbir zaman bir maniveladan, çarktan öte değerlendirilmemişlerdir. Çok ucuza insanüstü bir enerjiyle aile ve ev kavramından uzakta saatlerce çalışmışlardır. İşte tüm bunlar sosyolojik olarak yabancılaşma denilen olguyu ortaya çıkarmıştır. Yabancılaşmanın sunduğu insanların birbirlerinden tecrit edilmiş yaşamlar sürmesi hali bu gidişatı sorgulayan kimilerince reddedilmiştir. Kimi felsefeciler, şairler, yazarlar, ressamlar ve heykeltıraşlar ortaya koydukları çalışmalarıyla en bilinen reddin ve başkaldırının içinde yer almışlardır.
Kaynakça:
Alexander Moseley, A’dan Z’ye Felsefe
Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk
Jean Paul Sartre, Özgürlük Yolları 1/Akıl Çağı
Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü
Martin Heidegger, Varlık ve Zaman
Søren Kierkegaard, Kaygı Kavramı
Önder Kosbatar, Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor
Çok emek verilmiş, bir o kadar da faydalı bir çalışma olmuş. Bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim.
Teşekkür ederim.