AYŞE KULİN’İN İZİNDE 3. BÖLÜM
(Umut ve “Kanadı Kırık Kuşlar)
“Şimdi bu ne?” dediğinizi duyar gibiyim.
Öyle ya; neden takıldım ben Ayşe Kulin’in kitaplarına bu kadar?
Aslında bu soruya cevabım çok net: Haksızlık yapmak istemiyorum.
Bu nedenle oturdum, daha önce okumuş olduğum Umut ve Kanadı Kırık Kuşlar adlı romanları dün ve bugün iş saatlerinde yeniden okudum. Evet, iş saatlerinde okudum. Çünkü korana işleri çok etkilemiş. Yaprak bile kımıldamıyor, ya da kımıldasa bile, benim masama veya e-posta adresime ulaşmıyor. Kısacası; boş oturuyordum Pazartesi günü işe başladığımdan buyana. “Tutturuk” derecesinde düzenli bir memur olduğum için, öyle temizlenecek dosyalarım, düzenlenecek klasörlerim, güncellenecek yazılarım veya silinecek mesajlarım olmaz benim. Yanımda kitap getirmeyi akıl edince, oyalayabildim kendimi iki gündür.
Peki; neden Ayşe Kulin okumam bir türlü bitemiyor?
Çünkü Kulin kitaplarından söz ettiğim önceki iki paylaşımıma içten yaklaşımınız beni yazmaya devam etmem için heveslendirdi.
Aslında ta on yedi yıl önce de, 2003 baharında da benzer duygular yeşermişti yüreğimde. Okuldaşlarımın hatta sadece dönem arkadaşlarımın üye olduğu mail grubuna doludizgin uzun upuzun e-postalar gönderiyordum. En çok da kitap ve film izlenimlerimi paylaşıyordum. Kısa yolculuklardan, Ada gezilerinden söz ediyordum.
O zamanlar henüz facebook, blog, whatsapp yoktu. Messenger dışında benim bildiğim, sadece e-posta ile yazılı iletişim mümkündü. Dolayısıyla, özellikle de eski sınıf arkadaşlarının bir heves buluştuğu mail grupları çok popülerdi. Yaklaşık bir yıl boyunca mail grubuna gönderdiğim anlatılara bazı arkadaşlar çok hoş tepkiler vererek, daha çok yazmam için yüreklendirmişlerdi. Bu ilgi beni coşturmuştu. Neredeyse okumayı boş vermiş, yazmaya gönül vermiştim.
Bir yıl sonra, Mülkiyeliler Birliği’nin tarihi binalarının geleceği ve Birlik seçimleri gündemi doldurmuş, bu ağır konular arasında benim “fazla samimi” bulunan paylaşımlarım ortama yakışmaz olmuştu.
Ardından, 2005’in ilk aylarında neredeyse tüm vaktimi ve enerjimi teslim alan ve taa korona günlerine kadar devam eden kapsamlı bir projenin sorumlusu olunca, artık ne yazacak zaman, ne de yazma coşkusu kaldı. İçimdeki heves giderek soldu.
Madem sadece dostlarımla paylaştığım kitapları kamuoyuna da açmaya karar verdim, o halde daha dikkatli ve özenli olmalıyım. Oldum olası bilerek kimseyi kırmadım, incitmedim kendimden başka. Hele bu kadar üretken, yüreğini ve özel yaşamını bu denli korkusuzca açan cesur bir kadının, Ayşe Kulin’in yazdıkları hakkında kişisel izlenimlerimi paylaşırken, haddimi aşmayı asla istemem.
Bu nedenle yeniden okudum Ayşe Kulin’in Gizli Anların Yolcusu ve Bora’nın Kitabı adlı romanlarını hatta aklıma takılan ayrıntıları netleştirmek için diğer bazı kitaplarına karşılaştırmalı olarak, hızlı okuma-tarama yoluyla üçüncü kez göz attım.
Belki dikkatinizi çekmiştir. Bu üç yazıya da Elifimin fotoğraflarını özellikle ekledim. Benim Ayşe Kulin kitaplarını takibim sizlere önceki yazılarda anlattığım gibi kızım Elif sayesinde başlamış ve devam etmiştir.
16 Şubat 2014 tarihinde rahmetli babasının doğum gününü kutlamak için Ankara’ya geldiğinde, hep birlikte ARMADA’ya gitmiş, her zaman yaptığımız gibi Remzi Kitabevine de uğramıştık. Meğer o saatte Ayşe Kulin’in imza günü varmış. Ortalıkta pek kimse yoktu. Muhtemelen biz geç kalmıştık. Hemen raflardan bizde olmayan anı kitaplarını satın alıp, Elif adına imzalattık. Yazarla kısaca sohbet ettik. Çok zarif, sakin, mütevazı ve olgun bir hanımefendi ile tanışmış olduk.
Gene sözü çok uzattım. İsterseniz, ilk satırlarda söz ettiğim Umut ve Kanadı Kırık Kuşlar adlı romanlara dönelim:
2008’de yayınlanan Umut, yazarın aynı yıl yayınlanmış olan Veda adlı romanında anlattığı annesinin ailesinin hikâyesine kaldığı yerden devam ediyor ama bu kez Bosna kökenli babasının ailesinin hikâyesini de birlikte, yan yana anlatıyor ve roman anne ve babasının evlenip, Ankara’ya yerleşmesi, Ayşe’nin doğumu ile sona yaklaşıyor.
Umut, hem bir dönem romanı (Cumhuriyetin ilk yılları) hem de yazarın kendi ailesinin öyküsünü anlatıyor. Roman çok akıcı bir dille yazılmış. Günlük yaşama ilişkin ayrıntılar ve samimiyet; okuru o kocaman konakların içine çağırıyor, odalarda, avluda gezdiriyor ve o dönemde orta üst düzeyde gelire sahip, eğitimli insanların yaşamına tanıklık etme fırsatı sunuyor.
Ayşe Kulin’in anı-roman, biyografik roman olarak kaleme aldığı kitaplarının bu kadar sevilmesi ve bu denli çok satılmasının sırı burada yatıyor.
Yazarımız bir söyleşisinde diyor ki; “biyografik romanlarımın bu kadar sevilmesi, benim değil, okurun marifeti. İnsanlar gerçek hayatları okumayı hatta izlemeyi seviyor. Üstelik okudukları veya izledikleri kişiler buna değse de, değmese de bunu yapıyor”.
Katılmamak mümkün mü? Televizyonlarda yayınlanan “Biri Bizi Gözetliyor” programları, hatta ağız dalaşına dönüşen yemek programları milyonlarca insanı karşısına kilitlemiyor mu? Ya, on beş yıl önce Kulin’in adaşı Ayşe Arman’ın samimi kaleminden çıkan günlük yaşamından ayrıntılar içeren yazıları ile başlayan, ancak, sonraki yıllarda suyu çıkarılan kendi yaşantısından söz eden köşe yazılarına ne demeli?
Kulin’in bir okuru Umut adlı roman için yazmış olduğu bir yorumda şöyle demiş: “Dikkatimi çeken şey, hep geçiş dönemi ve onun getirdiği acıları ve çatışmaları yaşayan ve tüm bu sıkıntılara belli ölçüde bir bağışıklık geliştirmiş olduğumuzdu. Kulin’in anlatımı ve betimlemeleri ve özellikle de tiplemeleri hepimizin ailesinde karşılıklarını bulabilecek kadar gerçekçi. ”
Bu yoruma bir ölçüde ben de katılıyorum. Ayşe Kulin romanlarında anlatılan yüz-yüz yirmi yıllık süreci yaşayan bu toplum, geçiş dönemlerine, çatışmalara karşı bağışıklık kazandı kazanmasına ama bir o kadar da sindi, sindirildi, söndü, söndürüldü, sessiz, nefessiz kaldı maalesef.
Haydi! Gelin, biz konumuza dönelim.
İkinci yazımda söz etmiştim: Yazarımız on beş yıl boyunca televizyon dizlerinde, reklam filmlerinde, sinema filmlerinde çevre tasarımı, sanat yönetmeni, yapımcılık görevlerini başarıyla yürütmüş, yani ‘vizör’den bakmayı çok iyi öğrenmiş bir emekçi aynı zamanda. Kamera arkasında, setteki her ayrıntıdan sorumlu olarak çalıştığı bu uzun yıllar, biyografik romanlarına ve dönem romanlarına önemli bir görsellik katmış. Yoksa nasıl açıklarız, Ayşe Kulin’in Geniş Zamanlar, Köprü, Gece Sesleri ve Veda romanları ile Türkan adlı biyografisinin dizi film olarak yayınlanmasını? Bu dizilerden sadece Türkan‘ı, o döneme ait birçok ayrıntıyı da öğrenerek, hem üzülerek, hem severek izledim.
Yazarımız, 2009’da gerçekleşen bir söyleşisinde; “aile tarihini anlattığı kitaplarının dizi film olmasını istemediğini, sinema filmi olmaları halinde senaryoya katkı yapmayı ve oyuncuların tiyatro kökenli olmasını tercih edeceğini” söylemişti. Ancak, aile tarihi serisinin ilk kitabı olan Veda romanı 2012’de televizyon dizisi olarak yayınlanmış. Üstelik Ekim ayında başlayan dizi arada oyuncu ve senarist değişikliği yapılarak ancak yedi bölüm yayınlanabilmiş. Piyasanın dayattığı koşullara kim dayanabilmiş ki?
Umut adlı romanla ilgili son söz olarak; karakterlerin tutarlı olduğunu, kurgunun düzgün aktığını, olay akışının ve anlatımın merakı canlı tuttuğunu, kronolojik hataya hemen hemen hiç rastlanmadığını belirtmeliyim.
Gelelim 2016 tarihinde yayınlanan Kanadı Kırık Kuşlar
Romanda; Almanya’da Nazilerin baskısından bunalan Yahudi asıllı tıp doktorunun karısı Elsa ve iki çocuğu ile birlikte Türkiye’ye yerleşmesinden başlayarak, ailenin dört kuşağını temsil eden kadınları üzerinden, 1933’ten itibaren ülke tarihinin son seksen yılı da paralelde akıyor.
Bu içeriye göç konusunun; ülkemizdeki üniversitelerin gelişmesi, bilimin ilerlemesi açısından çok önemli olması ve bu dönemde üniversitelerde okuyan ve ülke kalkınmasında önemli görevler üstlenen gençlerin “Altın Kuşak” olarak tanımlanması nedeniyle Yahudi bilim adamlarının Türkiye’ye sığınması hakkında bilgi arayanlar için bir link ekliyorum:
https://tr.wikipedia.org/wiki/1933-1945_senelerinde_T%C3%BCrkiye%27ye_s%C3%BCrg%C3%BC
Kanadı Kırık Kuşlar’ın konusu ilginç ve samimi, karakterler olabildiğince özgün ama okuru zorlayan bir husus var ki, Kulin bunu romanlarında hep yapıyor. Romandaki olay akışı ile ülke tarihi arasında bağlantı kurmak hevesi bu kitapta biraz aşırıya kaçmış.
Ailenin ikinci kuşak temsilcisi Alman Yahudi’si Suzan ve kocası, çocukluk aşkı Türk ve Müslüman olan Demir ODTÜ’de öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Onların ortaokul çağındaki kızı Sude’nin (ailenin üçüncü kuşlağı) gözünden 1971 darbesine uzanan süreci ve darbe sürecini okuyoruz. Ocak 1969’da ABD Büyükelçisi Komer’in otomobilinin yakılması, Şubat 1969’daki Kanlı pazar yürüyüşünü, 20 Ocak 1971’de ODTÜ’nün kapatılmasını, 1971 darbesini ve Denizlerin 6 Mayıs 1972’de idam edilmesi bu sürecin önemli yapı taşları.
ODTÜ süresiz kapatılınca; ailesi, Sude’yi bu ortamdan çıkarmak için (artık ne demekse) Yazarımızın da 7 yıl okumuş olduğu Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne bir yıl kaybetmesi pahasına yatılı olarak kaydettiriyor. Sude 1974’de mezun oluyor.
Problem şu ki; ortaokul öğrencisi Sude’nin (romanda vurgulandığı şekliyle, bir yıl kaybederek) 1974’de mezun olmasında takvim pek tutmuyor. Ayrıca Denizlerin idamını bahar ayında annesinden gelen telefonda öğrenen Sude (ne yazık ki) o anda 1973 baharını yaşıyordu.
Karşı çıktığım husus tam da bu. Tabii ki bir yazarın toplumsal olaylardan romanlarında söz etmesi en doğal hakkı. Ayşe Kulin de, bir söyleşisinde, “dönem hikayesini yazarken, olayların geçtiği yerleri ziyaret etmenin yanı sıra elinin altında Cumhuriyet Dönemini anlatan bir tür almanak-kitap hazır tuttuğunu” açıklamıştı. Buraya kadar her şey normal. Ancak olay akışı kurgulanırken, Denizlerin idam edilmesinin tarihi bir yıl sonraya ertelenemez. Bunu düzeltmenlere ait bir hata olarak görmemiz mümkün değil. Çünkü idam günü net olarak belirtilmiyor ama romanda akan olaylara göre, Ankara’daki annenin telefonda ağlaması 1973 yılına denk düşüyor.
Kronolojideki sapmalar burada bitmiyor. Ailenin üçüncü kuşak temsilcisi Sude; ilk erkek arkadaşından söz ederken, okulun münazara grubunda karşılıklı yer aldıklarını anlatıyor ama sadece birkaç sayfa sonra, diploma töreni sırasında, Enver’i annesine tanıştırdığı diyalogda; Enver’in iki yıl önce Robert Kolejden mezun olduğunu ve halen Boğaziçi Üniversitesinde öğrenci olduğunu öğreniyoruz.
Dördüncü kuşak temsilcisi Esra doğduğunda yıl 1993, aylardan Nisan. Esra’nın doğumundan 17 gün sonra dönemin başbakanı Turgut Özal’ın öldüğünü okuyoruz ama birkaç satır sonra 24 Ocak 1993’te öldüğünde, yüzbinlerin yağmur altında “Yiğidim Aslanım Burda Yatıyor” türküsü ile sonsuza uğurladığı Uğur Mumcu ölüveriyor. Kronoloji konusuna bu kadar takılmakta doğrusu pek haksız olmadığımı düşünüyorum.
Yıl 2003, İstanbul’da Sinagoglar bombalandığında, Esra’nın Doğum gününü bilen biz okurlar, on yaşını henüz doldurmuş bir çocuğun o dönemdeki eğitim sistemine göre Avusturya Lisesi ortaokulunda hazırlık sınıfı öğrencisi olmasını pek inandırıcı bulmayabiliriz.
Esra’nın 14 yaşında ortaokul 3. sınıf öğrencisi olduğu belirtilmiş romanda. Demek ki, doğum tarihi esas alınırsa, yıl 2007 olmalı. Diğer yandan, 2007’de öldürülen Hrant Dink’in vurulması ve cenaze töreni romanda Esra’nın lisede olduğu günlerde gerçekleşiyor.
Yazarımızın bu okul takvimi ilgili probleminin nedenini tahmin edebiliyorum. Kendisi Amerikan Kız Lisesi mezunu. Büyük oğulları ilkokul 3. sınıftan itibaren İsviçre’de, küçük oğulları ilkokuldan sonra Londra’da okudu. Torunlarının okula başladığı dönemde ise bu ülkede 4+4+4 sistemi devreye girmişti. Muhtemelen yazarımız eğitim sistemindeki son değişliğin ne zaman yapıldığını bilmediği için 2003 yılında Esra’yı henüz on yaşında iken kolejin hazırlık sınıfına başlatmıştır.
Romandaki olay akışını güncel tarihle birleştirme çabasının yetersiz kaldığı başka örnekleri de eklemek istiyorum.
Yıl 2013, aylardan Mayıs, Esra büyük dedesi gibi doktor olmak için İstanbul Tıp Fakültesinde öğrenci ve Doğum tarihine göre 20 yaşında.
Avusturya Ortaokulundan sonra bir dil daha öğrenmesi için İtalyan Lisesine gönderilen kızımız sizce kaç yaşında Tıp Fakültesine girmiştir. Çalışkan olduğu için, iki kere hazırlık okumasına rağmen, en iyi ihtimalle 18 yaşında Tıp Fakültesinin birinci sınıfına başlamış olduğunu kabul edelim. Esra bu duruda, Mayıs 2013’de henüz 2. sınıfın son aylarını okuyordur değil mi?
Esra bir anda Gezi Direnişi’nin içinde buluyor kendini. Revirde görev yaparken gaz bombası ile yaralanmış bir muhabir ile tanışıyor ve onu tedavi ediyor. Aynı akşam Beyoğlu’nda bir teras barda buluşuyorlar. Esra kırmızı elbisesini giymiş. Esra aynı kırmızı elbiseyi doktor olduktan bir yıl sonra, 2016 yazında bir kez daha giyecek ve onu aynı teras barda bekleyen ilk sevgilisinin kollarına bir kez daha koşacak.
Bu arada hatırlatmak istiyorum: Gezi Direnişi’nin simgesi kırmızı elbise motifi yazarımızın “Handan” romanında da en az iki üç kez olmak üzere, ısrarla vurgulanıyordu.
Tanışmalarından beş ay sonra, savaş muhabiri olan gazetecinin görev nedeniyle uzak doğuya gitmesi nedeniyle ilişkileri sekteye uğruyor. Bu iletişim çağında her nedense hiç haberleşemiyorlar. Esra bir süre askıya aldığı derslerine odaklanıyor, hatta sevgilisinden hiç bir haber alamadığı sekiz ayın sonunda bir sınıf arkadaşı ile yakınlaşıyor ama ilişkileri yürümüyor. Ardından bir yıl daha okuyup, doktor olarak mezun oluyor (dikkatli okura göre tarih Haziran 2015 olmalı) ve İzmir’de üniversite Hastanesinde göreve başlıyor.
Romana göre, iki kere hazırlık sınıfı okuduğunu bildiğimiz ama sınıf atlatılmış olduğu hakkında hiçbir bilgimiz olmayan Esra’nın 22. yaşını bitirdikten 3 ay sonra, 6 yıl okuduğu Tıp Fakültesinden mezun olması kabul edilebilir mi?
Bi̇r yandan çalışırken, bir yandan da uzmanlık sınavına hazırlanan Esra, Anneannesinin hastalanması nedeniyle izin alarak İstanbul’a dönüyor. Aynı günlerde İstanbul’a uğrayan eski erkek arkadaşı ile bir gece geçirip, sabahında savaşı görüntülemekle görevlendirilen muhabirimizi Suriye sınırına uğurluyor. Esra’nın İzmir’e dönmesinden önce, henüz İstanbul’da bulunduğu sırada FETÖ kalkışması gerçekleşiyor. Demek ki, tarih Temmuz 2016.
Bir süre sonra, anneanne ziyareti nedeniyle yeniden İstanbul’da olduğu sırada, telefonuna yabancı bir numaradan gelen bir mesajdan; hiç haber almadığı erkek arkadaşının, Suriye savaşında yaralandığını ve Mardin’de hastanede olduğunu öğrenince, onu bulmak için alelacele yola çıkıyor. Anneannesi Suzan Hanım arkasından sesleniyor: “Kırmızı elbiseni ütületir, hazır ederim”.
Yazarımızın anlatmak istediklerini içinden yükselen bana pek tanıdık gelen ve yabana atılamaz heyecan ve telaşla yazarken özellikle doğrudan ilgi alanına girmeyen konulardaki kimi yeniliklerden ve değişikliklerden uzak kalmasını, yeterince izleyememiş olmasını anlayışla karşılayabiliriz. Romanın akışı içinde olay örgüsünü kurarken, başta kronoloji olmak üzere yer, mekân vb küçük ayrıntılarda hata yapması mümkündür. Ancak, olay akışın ve yazarın üslubunu etkilemeyen, sadece gerçeklik duygusunu zedeleyebilecek bu tür teknik ayrıntıları kontrol etmeleri gereken düzeltmen ve editörlerin görevlerini layıkıyla yaptıklarını düşünmüyorum.
Bu arada Suriye’de iç savaşın 2011’de başladığını da hatırlatıyor ve devam ediyorum.
Yukarıda bazı kitaplarına bir kez daha göz attığımdan söz etmiştim. Eşcinsel aşkı anlattığı ve dörtlü serinin de ilk romanı olan Gizli Anlar Yolcusu adlı kitapta, İlhami Bora ile birlikte Pekin’e gider. Bora’nın geziye katıldığı başta Handan olmak üzere herkesten gizlenir. Çünkü bu bir aşk kaçamağıdır. Kimseden çekinmeden el ele bir hafta geçireceklerdir. Bu gezinin herkesten gizlenerek ayarlanması, gezi sırasında otelde ve şehir turunda çevreye karşı dikkatli olma ya devam etmeleri gibi ayrıntıları atlıyorum ve sadede geliyorum.
Bizim âşık çift başkentin turistik bölgesindeki eski çarşıya alışverişe gidiyorlar. Elleri kolları dolu olarak otele dönmek istediklerinde bir türlü taksi bulamıyorlar. Zar zor bir taksi bulduklarında ise dil sorunu nedeniyle de taksi şoförüne gidecekleri otelin adını bir türlü anlatamazlar. Başta İngilizce olmak üzere birkaç dilde “Hilton Oteli demeye” çabalıyorlar. Sonunda yoldan geçen İngilizce bilen bir genç kız imdada yetişiyor ve şoföre yerel lehçe ile konukları Hilton’a götürmesini söylüyor.
Güler misiniz, yoksa ağlar mısınız?
Sadece birkaç satır önce, şehrin turistik bölgesinde ellerini kollarını dolduracak kadar alışveriş yaptıklarını okumuştuk. Acaba hangi dile konuşmuşlardı?
Yazarımız, dönemin başbakanı Turgut Özal’ın 1985 yılında gerçekleşen Çin gezisine katılmış olduğunu anılarının ikinci cildi olan Hüzün’de anlatmıştı. Kalabalık iş adamları heyetinde Dünya Gazetesi temsilcisi olarak Ayşe Kulin de yer almış ve aynı geziye katılan Nazlı Ilıcak ve Semra Özal ile ilgili ilginç anılarını da aynı kitapta yazmıştı. O dönemde Asil Nadir’in şirketinde halkla ilişkiler görevlisi olarak çalışmakta, bir yandan da Dünya Gazetesinde haftalık yazıları yayınlanmaktadır. Söz konusu geziye Asil Nadir’in yardımıyla katılmıştı.
Yazarımız; Pekin’de Hilton Oteli’nde konakladıkları sırada, kolejden arkadaşı, ünlü bir iş adamı ile otelin çevresinde yürüyüşe çıkarlar. Dönüşte yollarını kaybederler. Hilton Oteli’ne gitmek istediklerini yolda karşılaştıkları Çinlilere ve taksi şoförlerine İngilizce, Fransızca, Almanca ve Türkçe anlatmaya çalışırlar ama kimse anlayamaz. Resmi akşam yemeğine geç kalacakları için iyice panik olurlar. İş adamı biraz rahatlamak amacıyla, sigara içmek ister ve sigarasını yakmak için elini cebine atar ve Hilton Otelinin kibrit kutusunu bulur. Kibrit kutusunun arka yüzündeki Çince yazıyı yoldan çevirdikleri taksi şoförüne gösterirler ve otellerine ulaşırlar.
Yıl 1985, Çin henüz dışa açılmamış. Bu anı tamamen gerçek durumu yansıtıyor. Gizli aşk yaşayan çiftimizin Pekin ziyaretinin 2010 yazında gerçekleştiğini ise romanın akışından biliyoruz. El İnsaf! 25 yıl sonra Pekin’de turistik bölgede çalışan şoförlerin Hilton ve Otel sözcüklerini anlamaması mümkün olabilir mi?
Galiba yazarımız romanın kurgusunu yaparken, gizli sevgilileri çok uzağa, kendisinin de yirmi beş yıl önce resmi bir gezi nedeniyle görmüş olduğu Pekin’e göndermeyi uygun bulmuş.
Kalabalık heyetler halinde çıkılan gezilerde o ülkeyi tanımak hemen hiç mümkün olmaz. Hele de yirmi beş yıl önceki izlenimlerinizle yerel detaylar vermeye kalkışırsanız, böyle açmaza düşersiniz. Yazarımız da âşıkların Çin gezisini biraz renklendirmek için bazı yerel detaylar katmak istemiş ama baltayı taşa vurmuş.
Bu noktada editörlere yeniden seslenmek ve yazarın romanda adı geçen bir ülkedeki son gelişmeleri bilemeyebileceğini dikkate alarak, roman taslağını daha dikkatli okumalarını önermek istiyorum.
Birsen KARALOĞLU
Teşekkürler aydınlatma için. Sayenizde Kanadı Kırık Kuşlar’ı okuyacağım. Ben ’75 girişli bir ODTÜ’lüyüm. Ayşe Kulin’in birçok kitabını okudum. Bir yerden sonra sarmaz oldu. Bir yazar sanki bu kadar çok yazmamalı gibi bana göre. Çünkü o zaman işte böyle hatalar oluyor. Yanlışları bulabilir miyim ben de bilmiyorum.
Bir imza gününde Ayşe Kulin’le konuşmuşluğum var. Ona Füreya hakkında bir soru sordum. Bilemedi. Savunma olarak “Roman ailenin verdiği bilgilere dayanıyor” dedi. O zaman konuya pek de özenmediğini anladım.
Bir yazar, yazdığı romanın her satırını bilmeli bana göre. Ama yazılanlar çok olursa işte böyle oluyor.
Kördüğüm’ü okumaya başladım ama yazış biçimin beğenmediğim için bıraktım, bitirmedim. Bire bir anlatsa çok heyecanlı olacak konuları anlatıp geçmiş.
Veda kopya işine karşı mavi renkte yazılmış. hiç tat vermedi.
Ama Füreya, Nefes Nefese ve Sevdalinka iyi idi.
Merhaba Sinan Bey,
Yorumunuzu bu kadar geç görmüş olduğum için samimiyetle özür diliyorum.
İlgi gösterip, görüşlerinizi paylaştğınız için çok teşekkür ederim. Ben de 75 girişli bir Mülkiyeliyim.
Size katılıyorum. Dönem hikayesi ya da biyografi kitapları diğer kitaplarına göre bence de çok daha iyi. Bir kere, çok akıcı biir uslubu var. Biyografi ve dönem romanlarına başlarken belgelerden ve anılardan yola çıkıyor ama kurgu yeteneği ve akıcı uslubu ile kolay okunan sürükleyici ve okuru saran bir romana imza atabiliyor. Başarısız bulduklarım ise, özellikle ticari kaygıyla yazılan ve yakından bilmediği eşcinsel aşk, gezi olayları, yüksek teknoloji kullanan totaliter rejimller vb konularda roman yazmaya kalkışınca işin sihri de kaçmış.