İsviçre doğumlu felsefeci ve yazar Peter Bieri, çok sayıda akademik çalışmasının yanı sıra romanlar da yazmıştır. Romanlarında Pascal Mercier mahlasını kullanmaktadır. İlk romanı Perlmann’ın Sessizliği 1995’de yayımlanmıştır. Ülkemizde en çok tanınan eseri İlknur Özdemir çevirisiyle Lizbon’a Gece Treni’dir. Bu eser, 2013 yılında başrolde Jeremy Irons’la filme çekilmiştir. Bir süre roman yazmayan Mercier, 2013’de felsefi çalışması Özgürlük Zanaati’ni yayımlatmıştır.
Son romanı Sözlerin Ağırlığı, 2020 yılı Kasım ayında yine İlknur Özdemir çevirisiyle Türkçe’ye kazandırılmıştır.
“Yazmak yeni bir insan olmanızı sağlamaz. Ama zihninizi açar, anlamanızı sağlar. Ya da öyle görünür. Ve kullandığınız sözcükler işe yararsa, sanki kendinize uyanmış gibi olursunuz ve yeni bir zaman doğar: Şiirin zamanı.”
Roman, Lizbon’a Gece Treni’nde Raimund Gregorius’un peşine düştüğü Amadeu de Prado’nun Sözlerin Kuyumcusu kitabına gönderme yapan bu epigrafla açılıyor.
Sözlerin Ağırlığı’nın kahramanı Simon Leyland sözcüklere aşık bir çevirmen. Daha ilk sayfalarda okuduğumuz “Bana verilen hayatı nasıl kullandım?” sorusu kitabın gideceği yön hakkında okura fikir veriyor.
Simon, amcasından kendisine miras kalan evi görmek üzere uzun yıllardır yaşadığı Trieste’den Londra’ya geliyor. Romanın açılış cümlesi “Welcome home, Sir!” . Havaalanındaki pasaport kontrolünde, görevlinin kendisine söylediği bu cümle Simon’da uzun sorgulamalara yol açıyor.
Annesiyle Almanca ve Fransızca, babasıyla İngilizce konuşarak büyüyor. Sözcüklerin duyguların dışa vurumu olmadığını, onların kabaca ifadesi de olmadığını, duyguların sözcüklerin içinde, doğrudan içinde bulunduğunu ve kendilerini o sözcüklerin sesinde dışa vurduklarını anlamayı erken yaşta öğreniyor.
Dillerin bir bakıma genel bir şey olduğunu, bütün dünya konuşsa da kiminle konuştuğunuza bağlı olarak, her seferinde özel ve kendilerine özgü olduklarını fark ediyor.
Oxford’daki aile evinden ve okuduğu çok iyi okuldan kaçıp daha on yedi yaşındayken tek başına Londra’ya geliyor. Orada dünyanın en eski metrosu “tube”a hayran kalıyor, amcasının evinde bir haritanın önünde kendine ve amcasına Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin dillerini öğreneceğine dair söz veriyor ve bu dillerin peşine düşüyor.
İlk çevirilerini Londra’da çalıştığı ve çatı katında küçücük bir odasında yaşadığı otelin resepsiyon bankosunda yapıyor. Gazeteci Livia’ya âşık oluyor. Aşkları şöyle anlatılıyor kitapta: “Evlenmelerinden önceki iki yılı bir sarhoşluk içinde yaşadılar, sözcüklerden, varlıklarından ve karşısındakinde hep yeni şeyler keşfetmekten oluşan bir sarhoşluk. Dillerini değiştirince paylaştıkları zamanın ses renginin ve ısısının nasıl değiştiğini fark edip şaşırdılar. Açıklaması zordu ama ellerini saçlarının arasından geçirmek bile farklıydı. Duygular da sözcüklerle birlikte değişiyor gibiydi. Nasıl mümkün olabilirdi bu?”
Evlendikten sonra Livia’ya babasından miras kalan yayınevini yönetmek üzere ailecek Trieste’ye taşınmaları Simon için bir dönüm noktası oluyor. Çevirmen olarak gittiği hapishanede tutuklu Andrey’le tanışıyor ve sessiz bir dostluk başlıyor.
Livia’nın ani ve sessiz ölümü Simon’u çok sarsıyor. Büyük tereddütlerle yayınevinin yönetimini devralıyor. İçinden korkarak ama dışarıya karşı elini ve sesini sağlam tutarak bu mücadeleyi kabul ediyor. Beklemediği kadar iyi iş çıkarıyor.
Simon için asıl büyük dönüm noktası yaşadığı bir migren kriziyle ilgili doktorların koyduğu teşhis oluyor. Tümör sözcüğünü hiç ağızlarına almıyorlar. “Bazen bir sözcük bir konudaki dehşeti siler, o sözcüğü söylemek özgürleşmedir. Öte yandan bazen de şunu hissederiz: O sözcük dehşeti daha da büyütür. O zaman da o sözcüğü ağzımızdan çıkaramayız. Bazen de bu iki durumu birbirine karıştırırız.” diye anlatıyor ölmüş karısına yazdığı mektupta.
Çok az zamanının kaldığını öğrenip karısından kalan yayınevini canı yana yana satması, teşhisle ilgili ortaya çıkan gerçekler, tam o sırada amcası Warren’ın Londra’daki evini ona miras bıraktığını öğrenmesiyle Londra’ya ve çok özlediği metro hatlarına geri dönmesi Simon’un hayatını altı ay gibi kısa bir sürede çok değiştiriyor.
Londra’da çok sevdiği Cadbury çikolatalarından yiyor, komşusu Kenneth Burke’la çok iyi dost oluyor, her çıkmazda hissettiğinde yaptığı gibi metroya binip kendini raylardan gelen tıkırtılara bırakıyor, Cesare Pavese’nin günlüğünü çeviriyor, “Yaşamak güzel, çünkü yaşamak başlamaktır, her zaman, her an!” cümlesini çevirdikten sonra yeni bir kriz yaşıyor, Trieste’ye döndüğünde tıp eğitimi alan kızı Sophia’nın doktorluk yapmak istemediğini, hukuk eğitimi alan oğlu Sidney’in adalet sistemiyle ilgili tereddütleri olduğunu öğreniyor.
Sophia, doktorları “Beyaz gömleklilerin locası” diye tanımlıyor ve onların hastaları küçük gören kibrinden, narsizminden uzak kalmak istiyor. Tanık olduğu bir davada adil karar çıkmadığını düşünen Sidney ise gerçek adaletin ne olduğuyla ilgili sancılar yaşıyor ve o da kendi “Kara loca”sından uzaklaşıyor.
Simon Leyland çevirmenliği hep çok seviyor. Sözcüklerin gücü onu büyülüyor. Çevirmenin sözcüklerin müzikal anlamlarına da dikkat etmesi gerektiğini, eğer sözcüklerin müziği göz ardı edilirse, görkemli ve insanı büyüleyen bir metnin yan yana sıralanmış yavan ve kuru sözcüklere dönüşebileceğini düşünüyor.
Cesare Pavese’nin çevirisini yaparken hayatın şiirselliği üzerine kafa yoruyor ve şöyle diyor: “ Şiirsellik, yaşanılan zamanı tamamıyla yaşanılan zaman olarak bırakma sanatıdır. Zamanı durdurmanın bir aracıdır. Okurken, tabloları seyrederken, müzik dinlerken geçmişi düşünmeyiz, unutmak değildir bu, rahat bırakırız, geleceğe dair kaygılı beklentilerin şimdiki zamanı kaydırmasına ve silmesine izin vermeyiz. Şiir sanatı, bir meseleye kendini vermeni mümkün kılar. Şiirsel bir şey, bir cümle, bir resim, bir ezgi: hiçbir şey onun kadar büyülemez insanı.”
Kitabın sonlarına doğru, yıllarca başkalarının sözcüklerini paylaşmasının kendisininkini bulmasına engel olup olmayacağı endişesini yaşayarak kendi sözcüklerinin, kendi hikâyesinin peşine düşüyor ve yazmaya başlıyor.
Sözcüklerin ve dilin gücü, önemli kararlar alınmasına sebep olabilecek yaşam dönemeçleri, hayata tutunma ve dostluk üzerine son derece iyimser bir roman Sözlerin Ağırlığı. Bir de müthiş bir aşk var. Yaşadığı her şeyi ölmüş karısına anlatma ihtiyacıyla ona yazdığı ve her seferinde “Cara” diye başlayan mektuplarda izini sürdüğümüz bir aşk.
Bu mektuplar romanın okura zaman zaman ağır gelebilecek dilini de hafifletiyor. Sakin bir roman Sözlerin Ağırlığı. Roman kahramanlarının en büyük kararlarında, öfkelerinde, kavgalarında, huzursuzluklarında, hayal kırıklıklarında bile yaşadıkları sükûnet, kullandıkları sakin dil satırlardan okura geçiveriyor.
Simon karısına yazdığı son mektuplardan birini şöyle bitiriyor : “Hayal gücü, özgürlüğün asıl yuvasıdır!”