Seyir Defterimden : Bir Antalya Güzellemesi

 

 

 

Sıcağa duyarlı bünyeme rağmen Antalya’yı çok severim. Belki de bunun nedeni  Antalya’yı ilk kez yirmi üçüncü yaşımın son aylarında görmüş olmamdır. Elif’in babası ile yeni evliydim. 19 Mayıs ve 27 Mayıs (o zamanlar bayramdı ve dolayısıyla tatildi)  haftasını birleştirip Antalya’ya gitmiştik.

Açık olan bir kırtasiyecide bulduğum Antalya’yı anlatan cep kitabı rehberim oldu. Antalyalı bir emekli öğretmen tarafından hazırlanan bu minik kitap hem çok şirindi, hem de bilgi doluydu. Kitaplığımın gözbebeği olan bu ilk Antalya kitabımı pek severim ve dışarlıklı birilerine Antalya’yı anlatmak için hala en çok bu cep kitabından medet umuyorum.

 

Kızımın babası o tarihlerde Devlet Su İşleri– DSİ’de başmühendisti. Antalya’ya inince DSİ’nin Vali Konağı’nın bahçe komşusu sosyal tesislerine yerleşmiştik. O gün, bugündür Antalya ile her kavuşmam mutlaka DSİ’nin bahçesinden başlar. Başka bir yerde, evde-otelde konaklıyor olsam da, o taraçadan Akdeniz’i selamlamadan, falezlerin üstünden kentin kıyı siluetini izlemeden, Toroslarla kucaklaşmadan Antalya’ya başlamam, başlayamam. Eğer yalnızsam, başkalarının da olduğu bir programın parçası değilsem akşam yemeklerimi mutlaka bu bahçede yemeliyim. Şimdilerde Antalya’da yaşayan çocukluk arkadaşlarımla, dostlarımla, kuzenlerimle, eski komşularımla hatta öğretmenlerimle önce bu bahçede buluşur, ardından Antalya’nın farklı güzelliklerinin ve tatlarının peşine düşeriz. Eğer bir heyete eşlik ediyorsam bile, en az bir akşam yemeğinin bu sihirli bahçede olması için her türlü önlemi baştan alıyorum. Başka seçenekleri dinlemem bile.

Dağlardır Antalya aşkımın asıl nedeni. Dağlardır deli gönlümün çelicisi. Günün neredeyse her dakikasında rengi değişen, büyüleyen, yeniden ve yeniden sevdalandıran, güneşin ışıklarıyla birlikte boyutları ve görünümü sürekli farklılaşan, açılan, kapanan, büyüyen, gizlenen dağlar. Bey Dağları’ndan söz ediyorum. Torosların Antalya’yı saran, kollayan ve  kucaklayan kolundan. DSİ Sosyal tesislerinin bahçesinde ya da Talya Oteli’nin terasında sabahları mor renge bürünen Toroslara dalıp gitmişken, kuyruğunda bin bir rengi taşıyan kırlangıçların kahvaltınıza konuk gelmesini hayal eder misiniz benimle birlikte.

 

Otobüsle inmiştik o ilk seferde,  Akdeniz’e. Böylece rehberli şehir turuna katılma şansım oldu. Yaşamımın ilk rehberli turu ile Perge, Aspendos ve Side’ye  gittim. Yaşamımdaki ilk bikini mayomu hem de lacivert o dönemde Antalya’nın en şık mağazalarının olduğu  Vali Konağı’nın karşısındaki caddeden satın aldım. Hala, her Antalya’ya gittiğimde alışveriş çılgınlığına tutulmamın gizli nedeni o naif anılar mıdır?  Albümümdeki bikinili fotoğraflarımda Düden’in denize döküldüğü burunda gülümsediğimi gördüğümde yirmili yaşlarıma geri dönüyorum.

Antalya’da o tarihlerde de gayet iyi işleyen bir dolmuş sistemi vardı. Düden Şelalesinin başı olarak bilinen cennetten kopya çekmiş bahçeye de, Düden’in sularının denize döküldüğü yere de dolmuşlarla ulaştığımızı hatırlıyorum. Düden’in denize kavuştuğu yamaçta artık şahane bir park ve gezi yolu var.

 

Mevsim Karaoğlan Parkı’nın en parlak zamanını müjdelerken, her sabah DSİ’nin zengin  kahvaltısının üzerine Karaoğlan Parkı’nın girişindeki Yörükoğlu’nun bahçesinde bal ve kaymak yemeden doyamaz ve güne başlayamazdım.

Caddelerinin ortasında su arklarından ışıltılı serinlikler saçılan yollarda yürür de yürürdüm. Pırıl pırıl suların aktığı bu kanalları yaprakları her daim yemyeşil portakal ağaçları  gölgelerdi. Dallarında yeni mevsimin çiçekleri ve eski mevsimden kalmış, dalında sönmüş turuncu meyveleri ile donanmış portakal ağaçlarından yayılan koku o zamanlar şehri ve sakinlerini sarhoş edecek kıvamdaydı.

Şimdilerde her yıl artan nüfusun ve katlanarak artan ziyaretçi sayısının neden olduğu trafiğin gürültüsü ve adım başı, her köşeyi tutmuş, ölçüsü şaşmış döner büfelerinden yayılan duman ve yanmış et kokusu kaplamış o güzelim caddeleri.

Kaktüs meyvesini de ilk Antalya’da yedim, hatta ilk kez Antalya’da gördüm. Çöllerin yalnızlığına arkadaş kaktüsün bitkisin sulu ve serin lezzeti ile tanışınca doğanın eşsiz cömertliğine bir kez daha şaşarak, yaşamdaki dengeleri saygıyla andım.

7 Memetler’in çarşı içindeki eski lokantasındaki  unutulmaz lezzeti de ilk kez 1981 Mayıs ayındaki on günlük ziyaretimiz sırasında tatmıştım. Yıllar sonra, 1988 olmalı. 7 Memetler Lokantası’nın Konyaaltı’na taşındığı ilk günlerde; masada kongre yoldaşlarım ısmarladıkları balıkları beklerken, ben Akdeniz ile kucaklaşıyordum. Aylardan Kasım’dı.  İnmekte olan akşamla beraber kararan sulara korkusuzca dalarken gençliğimin güçlü doğasına güveniyordum ama denizden çıktığımda üşümüştüm. Kasım ayında denize girmek benim için bir ilkti. Sonra dünya küçüldü, zaman ve mevsim algısı sonsuza kadar değişti.  Ocak ayında Sydney’de,  Mart ve Nisan aylarında Miami’de denize girmek benim için bile olağanlaştı.

 

1982 ya da 1983 sonbaharı olmalı. Bayram iznini değerlendirerek, Renault marka kırmızı arabamızla Antalya’ya gittik yeniden. Elifimin babası İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesinden mezundu. Mesleğine âşık bir insandı. O tarihlerde Antalya’nın iki büyük şantiyesinde sınıf arkadaşları proje yöneticisi olarak görev yapmaktaydı. Turizm Bakanlığı tarafından yapılmakta olan Antalya-Kemer yolunun şantiyesini ziyaretimizi hiç unutamadım. Yapım halindeki bozuk yollardan zar zor ulaştık. Denizi kıyısında yüksekçe bir tepede ağaçların altındaki küçük şantiye binasına konuk olmuş ve bölgede turizmin gelişmesi için ilk adım olan yol yapım çalışmaları hakkında bilgi almıştık. O günlerde Kemer’de tek bir bina bile yoktu. Çok geniş bir alanda küçük bir bakkal bile yoktu. Bugün şantiye binasının olduğu yerde kademeli bir park düzenlenesi yapılmış ve tam tepedeki alanda kurulan Yörük çadırında konuklar ağırlanmaktadır.

5-202002011651353.jpg (600×450)

 

Ertesi gün ise Oymapınar Barajının şantiyesini ziyaret etmiş, yapımı süren su tünellerini görmüştük.  Her iki ziyaretimizde de kilometrelerce yeşillikler arsında yol gitmiş ama meskûn mahallere ve insanlara rastlamamıştık. Bugün aynı yolcuğu yoğun bir trafik içinde ve çok sayıdaki konut ve otel binaları arasında yapmak zorundayız.

 

Antalya’yı bu ikinci ziyaretimizden unutulmaz bir anım da Faselis’i (Phasilis) görmekti.  Beydağları Millî Parkında çam ve sedir ormanları içinde bulunan bir Antik Yunan ve Roma şehri olan Faselis, Kemer’e çok yakın bir konumdadır. 1980’lerin başında anayoldan itibaren doğru dürüst bir yolu bile yoktu.  Henüz koruma altına alınmamış, antik tiyatro, su kemerleri ve diğer kalıntıları yaklaşık iki bin yıldır yürüyüp, gelişen orman tarafından nerdeyse yutulmuştu.  Üç farklı koyunda üç ayrı limanıyla antik dönemin önemli ihraç kapısı olan bu büyülü kente ilk bakışta âşık olmuştum.

80’lerin sonunda, gene bir sonbahar aksam saatlerinde yolum bir kez daha Faselis’e düştü. Aklım da, yüreğim de bu ormanda saklanmış büyülü liman kentinde kalmış, üç muhteşem limanı ve orman içindeki gizli tiyatroyu hiç unutmamış, unutamamıştım. O günden sonra yolum Antalya’ya her düşende muhakkak ziyaret ederim kalbimi bıraktığım o eşsiz Roma limanını. Ne mevsim, ne de vakit önemli değildir benim için. Bir araba bulmuş olmam yeterlidir. Gitmezsem, gidemezsem suçlu sayarım kendimi, gücenirim bana. Sevdiklerimi, sevmeye başladıklarımı, yeni tanıdıklarımı ne çok taşıdım o bakir koya. Bu deneyimden konuklarımın yüzlerine yansıyanı, gözlerine taşınanı tatmin edici bulmazsam bozulurum da açık açık.

 

Kız kardeşim Sibel’in TRT’de çalıştığı dönemde, 1998 yazında TRT’nin Lara’daki tesislerinde aile boyu tatil yapmıştık. Antalya-Lara plajının uçsuz bucaksız kumsalında ve bakımlı bahçelerde en çok  sessiz sinema oynadığımızı şimdi özlemle hatırlıyorum. Sahi, sessiz sinema oynayan kaldı mı acaba?

 

IMG_1538.JPG (640×480)

 

Leningrad’da (şimdiki Saint Petersburg) tanıştığımızda, ülkemize davet ettiğim Viking torunu, Norveçli kontrbas sanatçısı Björn’ü havaalanında karşılayıp, Ankaralı ünlü güreşçimiz Ahmet Atik’in Beldibi beldesinde, yemyeşil bir portakal bahçesi içindeki oteline ulaştığımızda takvimler 1991 yazını göstermekteydi. O tarihlerde Antalya hala çok güzeldi. Kalabalık basmamıştı köşe bucağı. Otobanlar yapılmamıştı. Antalya ile ilçeleri arasında eski kadim sahil yolu vardı. Belek’te oteller yeni yeni açılıyordu. Ara yollarda araç trafiği yok denecek düzeydeydi. Sabahları misafirim uyurken, otel çalışanlarından birinin bisikleti ile portakal ve mandalina bahçelerinin arasında gölgeli yollarda zamanı unutuyor, kendimi kaybediyordum.

maxresdefault.jpg (1280×720)

1995 Mayıs’ın son günlerinde uzunca bir bayram tatili nedeniyle Elif ve Murat ile birlikte Antalya’ya gitmiştik. Kaleiçi’nde Mülkiye’den sınıf arkadaşımın ailesine ait, hiç bir lüksü olmayan, kamping koşullarındaki pansiyonda konaklıyorduk.  Kaleiçi’nin hala çok güzel olduğu yıllardı. Her sokağı bir şiire açılıyordu. Daracık sokakları çevreleyen duvarların arkasındaki çiçekli ve gölgeli avlulardaki şirin kafelerin her birinde oturarak, çaydan, taze sıkılmış portakal suyuna, cin tonikten şaraba kadar çeşitlenen içecekler eşliğinde, zalim bir anne olarak Elif’i kolej sınavlarına hazırlıyordum.  Tatil dönüşü o zamanlar ilkokuldan sonra yapılan Kolej ve Anadolu Liseleri sınavların girmesini planlamıştım. Oysa zaten TED kolejinde okumaktaydı ve bu sınavlarla hiç ilgisinin olmaması gerekiyordu. On gün içinde en az on kere çevredeki tanımadığım insanlar tarafından uyarılmıştım. ”Çocuğu rahat bırakın, biraz tatil yapsın. Bu ortamda ders çalışmak da ne demek?”

kaleici-antalya-turkey.jpg (1024×683)

Kaleiçi o tarihlerde hala boştu ve çok güzeldi. Kaldığımız pansiyonun koşulları çok yetersiz olduğu için uyanır uyanmaz kendimizi dışarı atıyor, uykudan gözlerimiz kapanırken, gece yarısından sonra dönüyorduk. Daha ilk günden başka bir tesise geçme şansını da arkadaşlarıma ayıp olmasın diye kullanmamıştım. Dolayısıyla Kaleiçi’nde yaşayan ve çalışanlar tarafından kısa sürede tanınmıştık. Hemen her işletmede ya kahvaltı etmiş, ya yemek yemiş, ya da kafelerin bahçelerinde saatlerce gölgede ders çalışmıştık. Tatillin son günlerinde bir tekne turuna katıldık. Güneşlenme güvertesinde uzandığımız yerde Din Dersi sorularını tekrarlatıyordum ki gene çevreden, bu kez hiç tanımadığımız insanlar müdahale ettiler. “Bırakın, çocuk etrafı görsün” dediler. Çok utanmıştım. En sonunda çok yanlış bir şey yaptığımı biricik evladıma işkence yaptığımı idrak etmiştim. Ama o uzun ve güzel on gün de bu arada bitmişti.

 

Elif bu işkencenin rövanşını altı yıl sonra bir şekilde aldı. 6 Haziran 2001’de Antalya’da Migros Alışveriş Merkezi açılmıştı. Antalya’nın en büyük, en renkli ve eğlenceli mekânı olmuştu bir anda. O Haziran ayında Elif TED’den mezun oldu. Üniversite sınavlarına girdi. Mezuniyet balosuna katıldı. Ben de ev topladım. Temmuz ayı başında taşınmamız gerekiyordu. Elif’in programlarının sona erdiği bir perşembe gece yarış otobüse bindik ve hafta sonu için ailece dinlenmeye Antalya’ya geldik. Aslında benim asıl amacım 29 Haziran Cuma akşamı Aspendos Festivali kapsamında Kazak Devlet Akademik Opera ve Bale Tiyatrosu tarafından sahnelenecek olan Carmen Operası’nı izlemekti.

Aspendos-Antalya2.jpg (800×500)

Gene Kaleiçi’ndeyiz ama bu kez daha düzgün bir tesiste konaklıyoruz. Eşyalarımızı otelimize bırakıp, kahvaltı ettikten sonra mayolarımız aldık ve önce Antalya Arkeoloji Müzesi’nin girişindeki festival bilet gişesine uğradık. Akşamki gösteri için biletlerimizi aldık ve yeni AVM’yi görmeye gittik. Merkezde bir de su oyunları parkı yapıldığını okumuştuk. Murat gölgede dinlenirken, biz anne-kız; havuza inen kaydıraklarda çılgınca eğlendik. Elif su kaydıraklarına tırmanmaktan yorulunca güneşlenmek için uzandı ve haziran ayının yoğun temposundan çıkmış yorgun savaşçı olarak hemen uyudu. Tüm uyarılarımıza rağmen, uykudan ayılıp, gölgeye geçmeye razı olmadı. Günün sonunda acele ile otele döndük, Aspendos için hazırlandık ve festival otobüsüne binmek için tramvayla yeniden müzenin kapısına geldik. Daha tramvaydayken Elif’in neşesi kaçmıştı. Operaya gitmek istemiyor, otele dönmek için mızmızlanıyordu. Festivalle gitmek isteyen özel araçların yarattığı yoğun bir trafik içinde bir saatten daha uzun süren bir yolculukla, gösteri başlamadan hemen önce Aspendos’a ulaştık. Elif iyice mutsuz ve huzursuz söylenmeye devam ediyor.  Ben hasta olmuş olabileceğini hiç aklıma getirmediğim için onu zorlamaya devam ediyordum. Sonunda Murat müdahale etti ve çok ateşi olduğunu fark etti. Aspendos’a konuk getirmiş olan bir transfer aracına otostop yaparak otelimize döndük. Aklım gösteride kalmış, hala içimden Elif’e kızıyordum. Bu arada gece saat 10 olmuştu. Soğuk duş ve bol sıvı takviyesinde rağmen sabaha kadar yanmaya ve titremeye devam eden Elif’imizin başucunda bekledik. Nasıl bir anne isem; hala Kazak Devlet Akademik Opera ve Bale Tiyatrosu’nun Carmen Operası’nı kaçırdığıma hayıflanıyordum.

 

Murat’ın da yüreklendirmesiyle kendime bir doğum günü hediyesi olarak, 7 Temmuz’da Belarus Cumhuriyeti Ulusal Akademik Bolşoy Opera ve Bale Tiyatrosu tarafından sahnelenen Khachiaturian’ın ‘Spartacus’ balesini izlemek için yeniden bu kez bir başıma Antalya’ya gittim. O zamanlar Merkez Bankası Antalya Şubesinin müdürü olarak görev yapmakta olan yakın arkadaşım Mine ve kızı Ada ile birlikte izliyorduk muhteşem baleyi taş basamaklarda.  İnanmayacaksınız ama 3. Perdede gözümü açamaz hale geldim. Nasıl bir uyku hali, anlatılamaz. Hemen aklıma Elif geldi. Demek ki, insan çok yorgun, hatta hasta olduğunda dünyanın en ünlü sanatçıların performansını bile gözü görmezmiş.  Tutkunun, inadın ve ısrarın da bir sınırı olmalıymış meğer.

1-0.jpg (966×664)

Aradan yirmi yıl geçti. O haziran akşamı Elif’in güneş çarpması nedeniyle hastalanmasına kızmış olduğum için hala kendimi affedemiyorum.

 

Bir zamanlar bütçemin koşullarını zorlayarak, klasik müzik, opera ve bale festivallerinin özellikle hafta sonuna denk düşen performanslarını kaçırmamak için İstanbul, Antalya, Bodrum yollarında epey ter dökerdim. Hafta içi sahnelenecek önemli etkinlikler için bir gün izin alarak, İstanbul ve Antalya arasında üst üste, iki geceyi otobüste geçirip, gidiş-dönüş yolculukları yapmayı normal kabul ederdim. O zamanlar uçak seferleri bu kadar sık değildi ve biletleri benim için pahalıydı.

 

1999 Haziranından itibaren yazlarımızı ailece Heybeli Ada’da geçirmeye başlamıştık. İki yıl sonra da Elifimize liseden mezuniyet hediyesi olarak Kadıkale mevkiinde iki haftalık bir devre mülk alınca,  yaz tatillerimizin yolunu bu kez Bodrum’a çevirmiş olduk.  Ancak Antalya sevgim hiç azalmadı, hatta artarak sürdü bugüne kadar. Bu sevgimde öyle samimiydim ki hayat bana yardım etti. 1981 yılında Antalya’ya ilk gidişimizde hiç kimseyi tanımıyordum.  Aradan geçen kırk yılda, kırka yakın insanım, yakın akrabalarım, kuzenlerim, okul arkadaşlarım, öğretmenlerim, çalışma arkadaşlarım, stajyerlerim, komşularım Antalya’ya yerleştiler. Antalyalı oldular. Baba Ocağı Antalya olan yeni dostlar da edindim.

EXPO Nasıl Kurtulur? – BUSINESS ANTALYA

Her fırsatta Antalya’ya gitmekten mutlu oldum. 2016 yılında Antalya’da düzenlenen Expo-Dünya Bahçeleri sergisini görmek, kum heykelleri ziyaret etmek, elli yıl sonra ortaokul öğretmenlerim ile buluşmak gibi bin bir vesile ile Antalya’ya gitmeye devam ettim.

 

Hayat yoldaşım Murat 2011-2013 yılları arasında Manavgat Belediyesi’nin bir AB projesinde görev yaptığı sırada Nisan ve Ekim aylarında iki kez birer haftalık ziyaretlerimde mevsim nedeniyle sadece bana kalmış olan Side sahilini boydan boya ezberlemiştim.

10 En iyi Side Sahil Oteli - Tripadvisor

Yüksek lisans yaptığım dönemde, 2006 Haziran’ında Akdeniz Üniversitesi tarafından düzenlenen üç günlük bir Avrupa Birliği seminerine Murat’ın özendirmesi sayesinde katıldığımda gene DSİ tesislerinde konaklamış,  şehir dışından gelen katılımcılara boş zamanlarda bu çok sevdiğim şehrin gizli güzelliklerini tanıtmak için adeta zorla rehberlik yapmış, onları Kaleiçi ve Müze arasında sürüklemiştim.

 

2013 yılının Ocak ayında Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın Miracle Hotel’de düzenlediği  “Ortak Akıl” konulu çalıştaya katıldığım zaman da, Ankara’dan tanıdığım konukları Kaleiçi’ne ve Müze’ye sürüklemekten geri durmamıştım.

Bir keresinde, galiba 2013 yılında, 29 Ekim haftasında Bodrum’a göre daha ucuz olduğu gerekçesiyle Antalya Kemer’den kalkan küçük bir tekne mavi yolculuğa çıkmıştık. Bu ilk mavi tur deneyimimiz olacaktı. Teknedeki diğer üç aile de yabancıydı. Yemekler yeterliydi. Bomboş koylarda yağmurla birlikte yüzmek unutulmadı ama kamara koşulları berbattı. Bir haftalık turun dönüş yolunda daha fazla dayanamayarak, tekneyi iki gün erken terk ederek, Finike’de sahile çıktık. Bulduğumuz bir minibüsle Antalya’ya ulaştık. Hemen havaalanına gidip,  bayram tatili nedeniyle son derece pahalı hale gelmiş olan yeni biletlerle evimize kapak attık. Benim ucuz tatil planım bir misli pahalıya mal olmuştu ama önemli bir şey öğrenmiştim. Bir yaştan sonra belli bir standardın altında illa da tatil yapmanın gereği yoktu. Evde kalmak çok daha iyiydi.

 

Antalya’yı son kez Kasım 2019’da gördüm. Yanımda yirmi farklı ülkeden elli iş insanı vardı. Isparta ve Burdur’a uğrayarak, iş görüşmeleri yaparak ulaşmıştık Antalya’ya. Program kapsamında Kumluca’da sera ziyareti yaptığımız sırada İstanbul Kız Lisesinden yatakhane arkadaşım emekli matematik öğretmeni Finikeli Güzide ile buluşmak apayrı bir mutluluktu. Sera ziyaretinden dönerken sonbahar yağmurlarına yakalandık ama Kemer’de deniz kıyısındaki tepecikte kurulu Yörük çadırını ziyaret edip, heyet üyelerine ayran ikram etmeden yola devam edemedim.

Folklorik Yörük Parkı | Nerede, Giriş Ücreti ve Tüm Detaylar – ReisHe.com

Durup düşündüğümde, aradan geçen bu kırk yıl içinde neredeyse İstanbul’daki sayıda akraba, dost ve okul arkadaşımın Antalya’da yaşadığını fark ediyorum ve sevdiklerimi yeniden görebileceğim, onlara konuk olabileceğim, ruhumda özel bir iz bırakan Antalya’da eski zamanların anılarını arayacağım günlerin gelmesini umut etmekten vazgeçmiyorum.

 

Birsen Karaloğlu

 

 

3 thoughts on “Seyir Defterimden : Bir Antalya Güzellemesi/ Birsen Karaloğlu

  1. Sevgili Birsenciğim, gerçek biçemin bu yazıda ortay çıktı diyebilirim. Akıcı, zaman zaman şiirsel, fotoğraf çeker gibi betimlemelerin güzel bir gezianı yazısı ortaya çıkardı… Eline sağlık, devamında taze taze Amerika olabilir diye düşünüyorum senin adına ne dersin? Sevgiler…

  2. Birsen Karaloğlu dedi ki:

    Teşekkürler Bernacım. Dikkatin ve edebiyat öğretmeni kimliğin hemen fark etmiş çok kolay yazdığımı, içimi dökmeyi sevdiğimi, bunun da yazılarıma yansıdığını uzun zamandır biliyorum ama övüngen görünmemek için büyük yazarların arkasına gizlenenerek, onların eserlerinin tanıtımına yoğunlaşıyorum. Daha öne de söz etmiş olduğum gibi, Mina Urgan gibi sere serpe, kalbimden geçtiği, aklımdan süzüldüğü, kalemimden aktığı gibi tüm samimiyetimle yazabilmek için. “Dinozor” olmayı bekliyorum. Bu Antalya yazısı ile ve pek çok anımız olan bir okul arkadaşımı kırmış olduğumu öğrendiğim için çok üzüldüm. Benim 26 yıl öncesine ait anı ve izlenimlerim arasındaki minik bir cümlenin dikkatle cımbızlanarak, kendisine “İnsan” diyebilen bir başka okul arkadaşımız tarafından aslında bu tür yazıları hiç okumayan, Panzehir’i de, benim sosyal medya hesaplarımı da takip etmeyen, aslında sosyal medyayı aktif olarak kullanmayan arkadaşımın gözüne sokulmuş olmasını aklım almıyor, yüreğim kabul etmiyor. Beni aramayan, yazılarım hakkında hiç bir ilgisi göstermeyen, bugüne kadar nokta kadar bir görüş bildrmemiş olan bazı kişilerin meğer pek yakın takipçim oduklarını da bu vesile ile öğrenmiş olmaktan şaşkınım. Bilmem anlatabiliyor muyum?

    1. Özlem Y. Uçak dedi ki:

      Tüm ilk orta ve lise eğitimim boyunca Antalya’da yaşamış biri olarak aşık olduğum şehri okudum. Heyecanla, gülümseyerek ve biraz da geçmişin güzelliğini ve geleceğin kaygılarını hissederek. Yıllar değil ama mekanlar kesişmiş sizinle.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir