Sahaf Dükkanı / Mehtap Sağocak

 

Tarihi semtin parke taş döşeli sokaklarının birinde, kaldırım seviyesinden iki basamakla inilen dükkânının, kırmızı ahşap kapısını açmak üzere anahtarını çıkardı cebinden. Bu arada, kapının önünde miskin bir şekilde uyumakta olan, mahallelinin Fadik ismini verdiği kuzguni siyah kedinin de başını okşadı usulca. Kapıyı açıp dükkânına girerken, kapısındaki çıngırak ses verdi. İçeri girdiğinde alışık olduğu eski kitap kokusunu mutlulukla içine çekti… Burası restore edilmiş eski evlerin, butik otellerin, antikacıların, zanaat ve tasarım işi ürünlerin satıldığı dükkânların ve küçük samimi kafelerin bulunduğu bir sokaktaki bir sahaf dükkânıydı. Duvarlar boyunca uzanan raflarda, bankoların üstünde, yerlerdeki kutularda türlü türlü eski kitaplar, dergiler, afişler, albümler, kartpostallar ve plaklar vardı. Semtin en eski esnaflarından biriydi bu dükkânın sahibi, sahaf Hüseyin.

 

Eski kitaplar Hüseyin’in gençliğinden beri tutkusuydu. Dükkâna gelen müşterileri de onun için çok değerliydi, çünkü eskiye meraklı, onun gibi yaşanmışlıkların değerini bilen insanlar olurlardı. Müşterileri genellikle, araştırmacılar, yazarlar, akademisyenler, ilgili alanlarda eğitim alan üniversite öğrencileri, koleksiyonerler ve kitap tutkunlarının oluşturduğu özel bir kitleydi.

 

O gün öğlene doğru dükkân kapısının çıngırağı çaldığında, Hüseyin kitapları düzenliyordu. Burnuna indirdiği yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin üzerinden kapıya doğru baktığında, içeriye girenin on beş – on altı yaşlarında genç bir delikanlı olduğunu gördü. Hem şaşırdı, hem sevindi çünkü o yaşta müşterisi pek olmazdı.  Hemen gitmedi çocuğun yanına, biraz kendi haline bıraktı; dükkânı ilgiyle incelemesini, hayranlıkla raflar arasında gezinmesini, bazı kitaplara dokunmasını birkaç dakika izledi. Sonra “yardımcı olayım delikanlı, özel olarak aradığın bir şey var mı?” diyerek sordu yaşlı sahaf. “İyi günler efendim, adım Ali, Bedri Hoca’nın torunuyum ben. Eskiden tanışırmışsınız. Dedem artık çok yaşlandığı için dışarı çıkamıyor, ama beni size o gönderdi ve selamlarını iletmemi istedi.” diye cevap verdi çocuk.

 

Hüseyin, yıllar öncesinden dükkânının müdavimlerinden olan edebiyat profesörü Bedri Beyi hemen hatırladı. Kır saçlı, renkli gözlü, boylu poslu, konuşkan, bilgili, mütevazı bir insandı Bedri Hoca. Ali’nin gözleri, duruşu, tavrı andırıyordu dedesini. Edebiyat üzerine birlikte güzel sohbetler yaparlardı, Bedri Hoca’nın uzmanlığından, bilgisinden çok faydalandığını, çok şeyler öğrendiğini hatırladı Hüseyin; kendisi de en özel kitapları onun için ayırırdı. Samimi bir şekilde “Gel evladım, otur şöyle, ıhlamur da söylüyorum içeriz beraber. Deden çok muhterem bir insandır. Çok güzel bir dostluğumuz vardı, benim devamlı müşterimdi. Seni tanıdığıma çok sevindim, anlat bakalım…” diyerek Hüseyin’in başlattığı sohbet bir buçuk saat sürdü. Yetmişli yaşlarındaki sahaf Hüseyin ile on altı yaşındaki lise öğrencisi Ali’nin bu ruh buluşması kitapların büyülü ortamının eseriydi. Bedri Hoca’nın zengin kitaplığı, torunu Ali’nin genç ve aç ruhunu kuşatmış, doyurmuş, geliştirmiş, Ali’yi yaşıtlarından çok farklı bir olgunluğa eriştirmişti. Okumayı söktüğü günden beri kitaplara tutkun, okuma sevdalısı bir çocuk olan Ali, sürekli dedesiyle vakit geçirmiş, onun kitaplığındaki klasikleri erken yaşta bitirmişti. Dedesiyle kitap tartışmaları yapar düzeye gelmiş, eski kelimeleri, atasözlerini, deyimleri, her türlü söz sanatlarını öğrenmişti. Bu ikili sohbette Sahaf Hüseyin’in sevinç dolu şaşkınlığı, Ali’nin de öyle bir ortamda bulunmaktan dolayı duyduğu mutluluğun yüzündeki ifadesi görülmeye değerdi. Ali, Hüseyin’e tekrar gelme sözü verirken, sahaf da rafların derinlerinden eski dostu için bir kitap seçip “ bu benim dedene hediyemdir, çok selamlarımı ilet” diyerek, Mehmet Akif’in Safahatının 1917 tarihli Osmanlıca ilk basımını özenle paketleyip verdi.

 

Ali ondan sonraki zamanlarda sıkça uğrar oldu dükkâna. Kâh çalışıp yardım etti Hüseyin amcasına, kâh orada saatlerce kitapları inceledi, okumalar yaptı. Ali o sahaf dükkânında öyle mutluydu ki, bu durum yaşlı adamın yüreğini ısıtıyordu, ona torunu gibi bağlanmıştı. Ali’ye hediyeler veriyordu zaman zaman, örneğin 1960 senesinin Akbaba dergilerini, 1954 tarihli “Şarlo İstanbul’da” filminin afişini, Elvis Presley’in 1975 tarihli “you will never walk alone” plağı gibi.

 

Ali de dedesi gibi edebiyatçı olmak istiyordu; şimdiden küçük öyküler yazmaya, okul gazetelerini çıkartmaya başlamıştı bile. Harçlıklarını biriktirip, hepsini kitaba yatırıyordu. Hüseyin, Bedri Hoca’nın, torununu niye kendisine gönderdiğini anlıyordu. Emanetleri bırakabileceğimiz, anılarımızı taşıyıp yaşatabilecek Ali gibi gençler olmalı diye geçiriyordu içinden. Aralarındaki bu duygusal ve entelektüel bağ, ikisini de mutlu ediyordu.

 

Ali bir süre uğramadı dükkâna ve haftalar sonra geldiğinde çok kederli, yalnız ve sessiz görünüyordu. Hüseyin’in de üzüntüyle tahmin ettiği gibi, Bedri Bey vefat etmişti. Dedesinin Ali’nin hayatındaki yeri doldurulmazdı. Bedri Hoca kütüphanesini olduğu gibi Ali’ye miras bırakmıştı ve Ali’nin gelecek hedefi artık çok kesin, çok belirgindi. Sadece kitaplarını değil, dedesinin yolunu, edebiyat sevgisini, ideallerini de miras almıştı. Bu süreçte en büyük destekçisi de artık Hüseyin Amcasıydı.

 

Sahaf dükkânında oturup dertleştikleri, hem kederi hem gelecek umutlarını paylaştıkları o gün Hüseyin amcası, Ali’nin hüznünü derinden hissetti ve kucağındaki Fadik’i dalgın dalgın okşayan delikanlıya, hem teselli, hem temenni niyetiyle bir kitap vermek istedi. Ne de olsa ruha en iyi ilaç yine kitaplardı. Hediye kitap, Richard Bach’ın 1970 tarihli Martı kitabının İngilizce ilk basımıydı: “Jonathan Livingston Seagull”. Kitabın iç sayfasına tarih ve imzasını atan yaşlı sahaf, el yazısıyla şu kelimeleri not düştü Ali’ye ithafen “Geleceğin ünlü edebiyatçısına.., en yüksekten uçan martı, her zaman en uzağı görendir.”

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir