Ölüler Havuzu/ Ali Tanrısever

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Morgu

21 Aralık 1962

Benim adım Fatmanur.

27 yıldır hastanedekiler bana Fato diye seslendiler.

Buradakiler ise eğer yanlış duymadıysam “257 Numara” diyorlar.

Yanımdaki masada gözleri açık, başı sarkıp arkaya düşmüş vaziyette yatan adamın adı Hasan.

46 yıldır hasta bakıcılar onu “Haso” diye çağırdılar.

Burada ise, “58 Numara” diyorlar.

Gerçek adımızı bu laboratuvar döneminde kullanmıyorlar.

“Geçiş Dönemi” diyorlar bu döneme.

Öldük biz.

Antik Bizans mezarlığı üzerine kurulmuş tıp fakültesinin anatomi laboratuvarında bulunan, içi formaldehit solüsyonu ile doldurulmuş eski bir yüzme havuzunun, burada çalışanların deyimiyle, Ölüler Havuzu’nun yanındaki, zemini beyaz mermer, yerden tavana kadar tüm duvarları uçuk mavi fayansla kaplı odada, hayatta sevdiğim biricik adam ile yan yana iki çelik masada yatıyoruz.

Bu sabahtan beri…

Anamızın karnından çıktığımız an gibi, çırılçıplak…

Hayattayken yatmakta olduğumuz hastanenin; yani Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin, fakülte ile yapmış olduğu anlaşma gereği; kimsesiz, terk edilmiş, sahiplenilmemiş cesetler, korunmak amacıyla buraya gönderiliyor.

Daha sonra tıp fakültesi öğrencileri bizi kesip, biçip, parçalayıp anatomi öğrensinler diye.

Hasan’ın, canım Hasan’ımın, benden on bir ay önce ölmüş olmasına rağmen yanımda, sağlam sayılabilecek bir bedenle yatıyor oluşunun hikâyesini anlatacağım size.

Başa, en başa, hastane kapısına bırakıldığım güne dönerek.

Balıkesir’e bağlı Gönen Kasabasında doğmuşum ben, 1921 senesinde.

Babam, mangal kömürü imalatçısıymış.

Hiç hatırlamıyorum babamı. Ben iki buçuk yaşındayken ölmüş.

Annem, uzaktan akrabası olan bir adamla evlendirilmiş, ailesi tarafından.

Benim, baba diye bildiğim Mustafa, bir bakkal dükkânı işletiyordu Gönen’de. Ben altı yaşına geldiğimde annem yeniden hamile kalmıştı.

1927 senesinin sonunda kardeşim Mehmet doğdu.

Mehmet ilkokula başladığında ben ilkokulu bitirmiştim ve babam beni okuldan almıştı. Beni çevresiyle uyumsuz, okumakta gönlü olmayan, tuhaflıkları olan biri olarak görüyordu.

Nihayetinde, rakıyı fazla kaçırdığı bir akşam anneme, “Bu da abisi gibi delinin teki, bunu da ben bırakacağım bir gün bahçe kapısına” dedi.

Sürahiyi masaya bıraktığım gibi odadan çıktım.

Bunun ne anlama geldiğini günlerce düşündüm. Sonunda anneme sormaya cesaret edebildim. Babamın, “abisi” dediği kimdi? Annemin bir oğlu mu vardı? Benim kardeşim? Onu bahçe kapısına mı bırakmıştı? Hangi bahçe, ne bahçesi? Kardeşim şimdi neredeydi?

Annem hiçbirine cevap vermedi. “Senin aklın ermez bu işlere, kapa çeneni otur yerine, bir daha da bu konuyu açtığını duymayacağım?” dedi.

Bu konu bir daha hiç açılmadı.

İki yıl boyunca anneme, “Senin bu kızın kimseyle konuşmuyor, kendisine söyleneni anlamıyor, kafası hiçbir şeye basmıyor, tuhaf bu kız, götüreceğim bunu da İstanbul’a.” demeye devam etti.

En sonunda bir akşam, “Senin kızın iyice saldırganlaştı, bugün terzi Rıfat, ‘seninki, bizim kızın boynunu sıkmış, mosmor oldu kızın boynu,’ diye şikâyet etti.

“Yarından tezi yok götürüyorum bunu İstanbul’a, başımıza bir iş açmadan.”

Annem boynunu bükmüş, hiç sesini çıkarmamıştı.

Gerçekten ertesi sabah annem beni erkenden kaldırdı, giydirdi ve “Babanla birlikte İstanbul’a gidiyorsunuz.” dedi.

Bindiğimiz otobüs, Gönen Garajından hareket ettiğinde hiç konuşmadan yan yana oturuyorduk babamla. Bir süre sonra, “Senin için en iyisi bu, herkes için en iyisi. Orada sana en iyi şekilde bakacaklar. Bu evde bizimle olduğundan çok daha iyi olacaksın.” dedi.

Bu evin neresi olduğuna dair hiçbir ipucu vermeden.

Akşam olmuştu ve yağmur yağıyordu bahsettiği evin demir kapının önüne geldiğimizde.  Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Babam kapının üzerinde bulunan büyük demir çanı çaldı ve bana bir zarf uzatırken, “Merak etme, seni gelip alacaklar, burada bekle, bu zarfı da onlara ver. ” demişti ve hızlı adımlarla yanımdan uzaklaşmıştı.

Babama, “Tamam” dediğimde bunun, hayatımın sonuna kadar ağzımdan çıkan son kelime olacağının farkında değildim.

Gerçekten bir iki dakika sonra siyah yün pelerini kafasının üzerine siper etmiş bir adam geldi ve ağır demir kapıyı aralayarak beni içeri aldı.

14 yaşımda, Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine girişim böyle oldu.

Götürüldüğüm odada doktor, kendisine uzattığım zarfı almış, içinden çıkan bir defter sayfasına yazılmış yazıyı okuduktan sonra bana, annem olup olmadığını sormuş, ben “var” demek için ağzımı açtığımda sözcük ağzımdan çıkmamış, tekrar yeltendiğimde yine başaramamış ve sonunda başımı hafifçe öne eğerek onaylamış, “baban var mı?” sorusunu ise başımı iki yana sallayarak cevaplamıştım.

Ertesi sabahtan itibaren elektroşok uygulamasına başlandı.

Her seansta bir saat boyunca.

İlk günler boyunca yalnızlığa alışmaya çalıştım. Hastaları ve hastaneyi, ailesi tarafından büyük ihanete uğramış bir genç kız olarak günlerce izledim. Neredeyse herkesin ailesi tarafından ihanete uğramış olduğunu gördüm. Geceler boyunca durmak bilmeyen gök gürültüleri, havai fişek patlamaları gibi koğuşu aydınlatan şimşekleri, duvarlarda koşturan çam ağaçlarının gölgelerini boğazıma kadar çektiğim battaniyenin altından ağlayarak seyrettim. Her sabah gün ağarmadan uyandım. Nerede olduğumun ayırdına varıncaya kadar dakikalar geçiyordu. Sonra koğuşun en dibindeki yatağımın başucundaki camdan dışarı bakıyordum. Sis ve duman içinde, simsiyah hayaletler gibi gökyüzüne doğru uzanan, bir o yana, bir bu yana ağır ağır salınan çam ağaçlarını seyrediyordum. Sabah aydınlanmak üzereyken uzaklardan gelen ezan sesi, beni dışarıdaki dünyaya bağlayan tek sesi, yüreğim soluk soluğa dinliyordum. Birdenbire, gökyüzünün üzerindeki kalın perdeler aralanıyor, güneş kendini önce utangaç bir çocuk gibi aradan gösteriyor, sonra şımarık bir çocuk gibi ışıl ışıl parlayarak siyah hayaletleri yemyeşil çam ağaçlarına çeviriyordu. Sabah mahmurluğuyla mutlu mutlu salınıyordu çam ağaçları dakikalarca. Sonra birden heybetli, özgür bir bulut, devasa bir bulut geçiveriyordu önünden, bir dakika kadar griye bulanıyordu bahçe ve ardından gün ışığı olduğu gibi üzerime boşalıyordu aniden. “Eğer yeterince uzun süre üzerimde durabilirse güneş yeni baştan kendime mutlu bir yaşam kurabileceğim demektir” diye dilek tutuyordum o anlarda. Ama yine bir bulut geliyordu, güneş ışınlarını yutuyordu, üzerimden çekip alıyordu sihirli ışıklarını ve ılık sıcaklığını. Hem zaten yeni bir yaşam kuracak fırsatı bulsam nereye gideceğimi dahi bilmiyordum. Yine de her zaman sihirli bir değneği vardı güneşin. Ama bu koğuşun ve yan koğuşun ve diğer tüm koğuşların ve onların içindeki beş bine yakın ruh hastası için yapabileceği hiçbir şey yoktu güneşin. Ne de sihirli değneğinin. Dışarıdaki koridorlarda ayak sesleri duyulmaya başladığında yeni bir gün daha başlıyor demekti. Yeni günü her zaman ayakta karşılıyordum. Yataktan çıkmak istemeyen onlarca hastanın aksine. Ne kadar çok ayakta olursam bu hastanenin varlığıma sızmak isteyen kasvetli havasından kurtulabileceğimi, uyuşukluğumdan kurtulursam bir daha hiç nefes alamayacakmış gibi daralan göğsümü rahatlatacağımı düşünüyordum.

Dosyama “Annesine ve üvey babasına karşı agresif davranışlarda bulunduğu gerekçesiyle hastaneye kabul edilmiştir.” notu düşülmüş ve bir daha dünyaya açılan o demir kapıdan dışarı çıkmaksızın, ölünceye kadar çam ağaçları ile dolu bu bahçede geçireceğim hayatım başlamıştı.

Sonraki günlerde dosyama, “Anormal sosyal davranışlar sergilemesine yol açan bir akıl hastası.” notu ilave edilmişti.

“Kimseyle konuşmuyor, çevresine tepki vermiyor, az yiyor, az uyuyor.” daha sonra eklenecekti.

Neredeyse günde bir kez verilen yemeği dahi doğru dürüst yemediğim doğruydu.

Az uyuduğum da doğruydu. Işıklar sönüp, herkes uyuduğunda ben de uyumak zorunda kalıyor ve uyuyordum.

Dört yıl sonra dosyamın kapağına basılan damgada, büyük harflerle kırmızı bir “ŞİZOFREN” yazıyordu.

Hâlâ kimseyle konuşmuyor, elektroşok seansları devam ediyor, kendimi iyi hissetmeye başladığımda dozaj düşürülüyordu.

Aldığım ağır ilaçlar sayesinde terk edilmişliğin acısını zerre kadar hissetmiyordum.

Hastanede hayat berbattı. Hastalar küçücük odalarda, bitişik yataklarda, neredeyse üst üste yatıyorlardı. Bu şartlar altında geçen yıllara dayanamayan hastalar sonunda ölüyor, bedenleri “topluma hizmet etmek üzere”, tıbbın hizmetine sunuluyordu.

Bu hastanenin yıllar içinde insanları büktüğünü ve suratlarını ezdiğini, bedenlerini yamulttuğunu yaşayarak deneyimledim. Kimisini daha az kimisini daha çok, ama hepimizi ezmişti buradaki sefalet. Buradaki yoksulluk dış dünyada yaşanan yoksulluğa benzemez. Buradaki yoksulluk devasadır ve düzeleceğine, bir gün düze çıkılacağına dair umut sıfırdır.

İlk tecavüzümü buraya gelişimden bir sene sonra, 15 yaşında yaşamış, yıllarca sürecek taciz ve tecavüze herkesin yaptığı gibi sessizce katlanmış, hastanenin yüksek duvarları ardında öylece sıkışmış kalmıştım.

O yıllarda tanıdım Hasan’ı ben.

Koşulsuz, pazarlıksız, yüreğimin en derinlerinden gelen karşılıksız, en temiz duygularla sevdim ben Hasan’ı.

O da bana, bu küçük kıza, insanları yeniden sevecek kadar çok şefkat sunmuştu.. Kendimi biraz daha zorlasam onun dışındaki insanları dahi sevebileceğim kadar büyük bir şefkat. Ancak bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. İnsanları sevmek konusunda hiçbir zaman cömert olamadım.

Hasan’ın dışında.

Hasan ise sevgimi sonuna kadar hak etmişti.

Gösterdiği iyi hal, dosyasına konulan benimkine benzer rapor sayesinde hastaların ilaçlarını dağıtmakla görevlendirilmişti. Herkesin isim etiketini taşıyan kutuların içinde dağıttığı ilaçları içip içmediğini kontrol etmek de onun işi olmuştu. Hasta bakıcılar dışında, kadınlar koğuşuna girme izni verilmesi o erkeğe büyük bir güven duyulduğunun işaretiydi.

Hasan ile ilaçları dağıtmak için koğuşları dolaşmaya başladığı ilk gün tanıştık.

Boynuna bir askı ile bağlı, göğsünün altında tuttuğu bir tablada ilaçları dağıtırken. Hiç sesini çıkarmadan kapının önünde dikilmiş, herkesin gelip ilaçlarını almasını sakince bekliyordu. Koğuşun en dibindeki yatağımdan onu izliyordum. İlaç kutusunu alıp içindeki ilaçları ağzına atan hastaları dikkatle izliyordu. Çok ciddiye almıştı işini. Bütün hastaların ilaçlarını almasını bekledim. En sonunda yerimden kalktım, bütün koğuşu ağır adımlarla geçtim ve kapının önünde son kutunun alınması için bekleyen Hasan’ın karşısına dikildim. Önüne bakıyordu. O ana kadar kimsenin gözünün içine bakmamıştı. Benim gözümün içine de bakmıyordu. Bir devin karşısında duran minik bir kız çocuğu gibi hissettim kendimi.

Bir metre altmış beş santim boyunda, 52 kilo minik bir kız çocuğu.

Hasan bir metre doksan santim boyunda olmalıydı. Kilosu da en az yüz…

Elimi uzatıp ilacımı alırken bu heybetli genç adamın gözlerinin içine bakıyordum. O ise benim tablaya uzanan ellerime.

Birden gözlerini kaldırdı ve kurumuş zeytin yaprağı rengi gözlerini benim gözlerimin en derinlerine dikti.

Göz göze bakışımız ne kadar sürdü bilmiyorum. Hayatımın göz göze en uzun bakışması olduğu kesindi. Ne kadar sürdüğünü bilemediğim kadar bir zaman sonra Hasan, önündeki tablaya elini uzattı, ilaç kutumu aldı, bir elimi bileğimden tutarak yukarı doğru çevirdi. Açtığım avucumun içine ilaçları boşalttıktan sonra aniden dönerek koğuştan çıktı.

İlaçlarımı yutup yutmadığımı görmeden…

Sonraki günlerde ben hep ilacımı en son aldım, o elimi tuttu, ben avucumu açtım, o ilaçları avucuma döktü ve döndü gitti..

Hasan’ın ilaç dağıtmakla görevlendirilmesinin sebebinin, dosyasına giren benimkine benzer bir rapor olduğunu söylemiştim.

Onun da dosyasında, “Kimseyle konuşmuyor, çevresine tepki vermiyor, az yiyor, çok uyumuyor.” yazıyordu.

Benimkinden farklı olarak, “Tecavüz etmiyor.” yazıyordu.

Hasan, ilaç dağıtmaya başlamasından bir hafta kadar sonra ilk kez kendi kendine konuşmaya başlamıştı.

Hastane kapısına bırakıldığı günden bu yana ilk kez..

Hasan’ın kendi kendine konuşmaya başladığı doktorlara iletilince, yeni baştan kontrole alınmış ve ilk günkü gibi sorguya çekilmişti.

Hasan ilk günkü sorgusunda başını öne arkaya sallayarak evet, iki yana sallayarak hayır diye cevapladığı sorular; baban var mı? Hayır. Annen var mı? Evet. Kardeşin var mı? Hayır. Nerede olduğunu biliyor musun? Hayır. Hangi yılda olduğumuzu biliyor musun? Hayır, gibi sorular ve cevaplardı.

Hasan’ın dosyasını eline alıp karşısına oturtan doktor bu soruları yeni baştan sormaya başlamıştı.

Baban var mı? Hayır. Annen var mı? Evet. Kardeşin var mı? Evet.

Doktor başını kaldırıp Hasan’a bakmış, “Kardeşim yok demiştin?” diye yeniden sormuştu.

Kardeşin var mı?

Hasan başını aşağı yukarı sallayarak cevaplamıştı.

Doktorun, ‘erkek mi’ sorusuna hayır, diye başını sallamış, ‘kız mı’ sorusuna ise kısık bir sesle, “evet” demişti.

Doktor, bunca yıl sonra ilk kez sesini duyduğu Hasan’a şaşkınlıkla bakmış, “Bir kız kardeşin var, öyle mi?” diye sorusunu tekrarlamıştı.

Hasan, yine utangaç bir ses tonuyla, “Evet” demişti.

Doktorun, “Ailenin seni niçin hastaneye getirdiğini biliyor musun?” sorusunu sessizlikle karşılamış, gaipten sesler duyuyor musun, hayal görüyor musun?” soruları karşısında başını sallamakla yetinmişti.

Bunun üzerinden bir hafta geçmemişti ki, hastane bir olayla çalkalandı.

Olaysız bir günün geçmediği hastanede bu olay, gerçekleşmesi hayret verici olduğu kadar, sebepleri açısından da çok merak uyandıran bir olaydı.

İyi hali sebebiyle Hasan, ilaç dağıtma görevinin yanı sıra hastanenin her yerine rahatça girer çıkar olmuş, herkese yardım etmeye çalışmış ve her yerde hoş karşılanmaya başlanmıştı.

O gün yemekhanede tecavüzcüm olan hasta bakıcı, ballandıra ballandıra bana yaptığı tacizleri anlatırken içeri Hasan girmiş, anlattıklarını duyunca adamın üzerine çullandığı gibi yemekhanenin buhar ve yağ karışımı ıslak, yapış yapış zeminine adamı yatırmış ve sırtüstü yerde yatmakta olan adamın göğsüne olanca ağırlığıyla çökmüştü. Herkesin hayret dolu bakışları arasında, kendisine göre zayıf ve güçsüz adamın çırpınışlarına aldırmadan pantolonunun fermuarını açmış, çıkardığı erkeklik organını adamın ağzının içine sokmuştu.

O sırada yemekhanede bulunan yaklaşık yirmi kişi bu durumu dehşet içinde izlerken kimse Hasan’a müdahale etmeye yeltenmemişti.

Nihayetinde adamın bağırışlarını duyan birkaç hastabakıcı koşarak gelmiş, Hasan’ı adamın üzerinden zorla söküp almışlardı.

Ne Hasan’ı ne de adamı aylarca kimse görmedi.

Sonunda Hasan kapatıldığı hücreden neredeyse bir canlı cenaze olarak çıkmış, adam ise bir daha ortalarda hiç görünmemişti.

Bu olay tüm hastanede Hasan’ın beni kız kardeşi zannettiği ya da öyle kabul ettiği düşüncesini doğurmuştu.

Hastanede kaldığım yıllar boyunca bir daha bana kimse yan gözle bakmamış, tacize yeltenmemişti. Dokunulmaz olmuştum hastanede.

O günden itibaren beynimde bir soru sürekli yiyip bitirmişti beni.

Üvey babamın alkolü fazla kaçırdığı bir gece ağzından çıkan, “Bu da abisi gibi delinin teki, bunu da ben bırakacağım bir gün bahçe kapısına” dediğinde bahsettiği, abisi dediği, Hasan olabilir miydi?

Hasan’ı da öz babamız mı bırakmıştı hastane kapısına?

Ne yazık ki, bunu öğrenme imkânım hiç yokmuş gibi görünürken bu imkân, birden bire doğmuştu.

Hasan öldükten aylarca sonra.

Hasan, hastane kapısına bırakıldıktan kırk altı yıl sonra, 1962 yılının Ocak ayında vefat etti. Bu hastanenin bahçe duvarlarının dışını görmeksizin geçen kırk altı yılın sonunda, 54 yaşındayken uykusunda kalp krizi geçirmişti…

8 yaşındayken bırakıldığı hastane kapısından içeri adım attığında konuşamıyor muydu, yoksa benim gibi onun da ailesi tarafından ihanete uğradığını hissettiği o ilk anlarda mı dili tutulmuştu bilmiyordum.

Ama onun dili bir şekilde açılmıştı.

Kırk altı yılda iki kelime..

İkisi de “Evet.”

Sonra tekrar suskunluğa bürünmüştü.

Dışarıdan bakıldığında bir insanın kırk altı yıl boyunca bir akıl hastanesinde ve oradan hiç çıkmadan (Çok acil ve burada çözülmesi imkansız bir rahatsızlığı veya ameliyat durumu varsa, ambulansla gidip gelmesini saymazsak) yaşamasının mümkün görülmediğini anlayabiliyorum.

Ancak durum hiç de sanıldığı kadar vahim değildi.!

Yani vahim olan diğer olayların yanında.

Önemli ve çekilmez derecede vahim olan gerçekten ilk bir veya iki yıldı. Kişisine göre değişiyordu. Öyle insanlar ve öyle yaşamlar vardı ki dışarıda, buraya düşmüş olmayı kurtuluş olarak görüyor, burada başlarına ne gelirse gelsin dış dünyadaki hayatlarıyla karşılaştırdıklarında her şey katlanılabilir geliyordu.

İkinci yıldan sonra insanın üzerine tam bir kabulleniş, buradan başka bir hayat olmadığı, olamayacağı fikri gelip yerleşiyordu.

Rahatlık çöküyordu bir bakıma.

Kendisi gibi insanlarla yaşamaya alışınca, kendi başına beslenebilince, düzenli uyumaya başlayınca, çevresiyle barışınca, kişisel hijyeni ile ilgilenmeye ve hastane bahçesinde bir aşağı bir yukarı keyifle yürümeye dahi başlayabiliyordu.

Sonunda, insanın hayatının sonuna dek tanıyacağı tüm dünya ve sosyal çevre burası olup çıkıyordu.

Farkındayım çenem açıldı.

Ancak insan ölü olunca fazla yapacak bir şeyi kalmıyor.

Burada Hasan’ın yanındaki çelik masada sabahtan beri boş boş yatıyorum.

Size, hayattayken yatmakta olduğumuz hastanenin; yani Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin, fakülte ile yapmış olduğu anlaşma gereği; kimsesiz, terk edilmiş, sahiplenilmemiş cesetlerin, korunmak amacıyla buraya gönderildiğini başta söylemiştim.

Tıp fakültesi öğrencileri bizi kesip, biçip, parçalayıp anatomi öğrensinler diye. Onlar buna diseksiyon diyorlar.

Hasan’ın, canım Hasan’ımın, benden on bir ay önce ölmüş olmasına rağmen yanımda, sağlam sayılabilecek bir bedenle yatıyor oluşunun sebebi, anatomi uzmanlarının Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi ile yapmış oldukları anlaşmaydı.

Bu anlaşmaya göre terk edilmiş hastaların cesetleri, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin anatomi laboratuvarında bulunan, içi formaldehit solüsyonu ile doldurulmuş, “Ölüler Havuzu” denen, eski bir yüzme havuzunda korunmak üzere gönderiliyordu. Eğer altı ay içinde yakınları çıkıp ölülerinin bedenlerini isterlerse onlara teslim ediliyor, aksi takdirde ceset anatomi için kullanılıyordu.

Doktorların kadavra kaynağı olarak akıl hastanelerini keşfetmeleri, 1940’larda tıp eğitiminin modernleşmeye başlamasıyla öğrencilerine yetecek kadar kadavra bulmakta zorlanmalarıyla başlamıştı.

Peki, neden akıl hastaneleri?

1950’lere gelindiğinde hastaneler, terk edilmiş akıl hastalarıyla dolup taşmıştı. Bunun önemli sebeplerinden biri, geçim zorlukları ve fakirlik nedeniyle büyük şehirlere göçtü. Aileler daha önce köylerinde, kasabalarında bir şekilde bakmak zorunda oldukları yakınlarını şehirlerde bakamaz duruma geliyor, Bakırköy’deki hastaneye her geçen yıl daha fazla akıl hastası bırakılıyordu.

Geçim zorlukları, çekirdek ailelerde dahi acımaya yer bırakmamıştı.

Akıl hastanesine bırakılan hastaların yakınları giderek ziyaretlerini seyrekleştirmeye ve nihayetinde ortalıkta bir daha hiç görünmemeye ve ölümlerinden dahi haberdar olmamaya başlamışlardı.

Daha sonra ise bizim gibi hiç uğraşmak zahmetine dahi katlanmadan hastane kapısına bırakılmalar başladı. Bu hastaların yakınlarına yıllar sonra öldüklerinde ulaşmak ise neredeyse imkansızdı.

İşte Hasan da ölümünden sonra, kayıtlı kimsesi görünmediğinden cesedi üniversiteye gönderilmiş, yasal süre olan altı ayını doldurmak üzere bu havuza atılmıştı.

Çok insanın bildiği, ancak izinle görülebilen, doktorların kendi aralarında dahi konuşmaktan kaçındıkları bu havuza.

Gerekli yasal süre olan altı ay geçtiği kendilerine bildirildiği halde, Hasan’ın cesedinin taliplisi çıkmamıştı!

Birkaç kez bakmaya gelen anatomi uzmanları Hasan’ı, “doğru düzgün bir diseksiyon için fazla iri” bulmuşlardı…

Evet, tahmin edebileceğiniz gibi anatomi uzmanları geliyorlar, içi cesetlerle dolu havuzun çevresinde dolaşıyorlar, o günlerde işlenecek anatomi dersine “uygun” bir ceset arıyorlardı.

Tıpkı kurban bayramı arifesinde, koyun pazarında bütçesine uygun bir hayvan arayan adamlar gibi.

Hasan’ın iri vücudunun bir anatomi dersi için uygun bulunması tesadüfe bakın ki, tam da benim öldüğüm günün ertesine rastlamıştı.

Bakırköy’deki hastanemiz için sıradan sayılabilecek bir cinayete kurban gidişimin ertesi günü, ölüler havuzundaki altı aylık süremi beklemek üzere formaldehit banyosuna girmeden önce yatırıldığım çelik masanın yanında, havuzdan çıkarılmış Hasan yatıyordu.

On bir ay sonra yine birlikteydik.

“Cinayete kurban gidişim” dedim değil mi?

Şimdi siz onun nasıl olduğunu da merak edersiniz.

Anlatacağım…

Bu akşam vaktim bol.

Sabaha kadar kimse Hasan’ımı ve beni rahatsız etmez.

Kapı üzerimize kilitlendi.

Burada, iki çelik masada çırılçıplak, yan yana yatıyoruz.

Daha önce, Hasan’ın benim abim olup olmadığını öğrenme imkânı doğduğunda, Hasan öleli aylar olmuştu demiştim.

Bir akşam bahçede, bankta yalnız başıma otururken yanıma üzerinde hastane önlüğü olan bir adam geldi. Yanıma oturdu, cebinden bir sigara paketi çıkardı, ağır ağır hareketlerle içinden bir sigara çekip ağzına yerleştirdi. Sonra diğer cebinden çıkardığı bir kibrit ile sigarasını yaktı. Derin bir nefes çektikten sonra dumanını serin havaya doğru üfledi. Bana hiç bakmadan, uzaklara bakıyormuş gibi yaparak, “Hasan’ın gerçekten senin abin olup olmadığını merak ediyor musun?” diye sordu.

Ben, “hayır” diye başımı iki yana sallamak isterken, başımı iki kez öne arkaya sallayarak “evet” dedim.

“Yarın bu saatte yine buraya gel, otur… Seni almaya geleceğim” dedi ve kalktı gitti.

Ertesi akşam aynı vakitte oradaydım. Beş dakika sonra o da geldi. Yine aynı şekilde oturdu ve sigara yaktıktan sonra cebinden bir matara çıkartarak bana uzattı. “Ne bu?” der gibi suratına bakınca, “Annem yapmış, ahududu likörü, için ısınır, iç.” dedi yumuşak bir ses tonuyla.

Bundan bir iki yudum içmenin beni nerelere götüreceğini anlayacak kadar bu hastanede kalmıştım.

Ancak artık işi deliliğe iyice vurmuştum, Hasan öldüğünden beri.

Ne de olsa buraya deli olduğumuz için kapatılmıştık.

İşi deliliğe vurmak en çok bizim hakkımız olsa gerekti.

Kapağını açtım mataranın, bir yudum içtim. Önce ahududunun mayhoş kokusu geldi, ardından boğazımda hoş bir yanma. Ardından bir alev topunu yutmuşçasına bir sıcaklık. Bol şekerli, tatlı, acı, mayhoş, sert, yumuşak karışımı içkiden bir yudum daha aldım ve gerisin geriye uzattım matarayı. Bu kadarının yeterli geleceğini düşünmüş olmalı ki, aldı, kapağını sıkıca kapattı ve pantolonunun arka cebine koymak üzere ayağa kalktı. Sonra bana başıyla, “gel benimle” dercesine bir işaret yaptı ve yürümeye başladı. O önde, ben arkada hastanenin arka bahçesindeki küçük binaya doğru ilerlerken yağmur çiselemeye başladı. Adımlarını hızlandırdıkça, ben de ona yetişmek için hızlandım. Hastanenin arkasındaki karanlığa doğru giden adamı hiç korkusuzca takip ediyordum.

İçimde en ufak bir şüphe yoktu.

Acayip bir rahatlık vardı üzerimde.

Kendimi mutlu ve huzurlu hissediyordum hatta.

Bu halimin, GHB’nin bir meziyeti olduğunu morgda, başucumda konuşan doktorlardan duyacaktım.

İş işten geçtikten sonra.

İyice yağmaya başlayan yağmurda, önümde koşar adım ilerleyen adam kendini hastaneden uzak, karanlıklar içindeki bir binanın sundurmasından içeri attı. Arkasından da ben. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açarken, “Burası hastanenin arşivi. Bütün hastaların dosyaları, tüm yazışmalar falan hepsi burada. İçerideki adam ile birlikte Hasan’ın dosyasını bulup bakacaksınız. Orada Hasan’ın anne ve babasının ismi seninkiyle aynıysa öğreneceksin ki, Hasan senin abin.” dedi, yine koşar adım attı kendini yağmurun altına ve gitti.

Sağında ve solunda sıra sıra odaların bulunduğu loş koridora adımımı attığım anda öyle bir uyku hali gelmişti ki bedenime, bir tahta bank bulsam her şeyi boş verip oracıkta kıvrılır uyurdum.

Öyle bir uyku halim olmasına rağmen de dans edesim, döne döne dans edesim vardı.

“Sosyal iletişim becerisinin tavan yapması” da GHB sayesindeymiş.

Tahmin edebileceğiniz gibi ahududu likörünün içine katılmış, rengi ve kokusu olmayan GHB’nin.

Ne diyordu başucumdaki doktorlar; gamma-hydroxybutyrate, nam-ı diğer, “tecavüz şurubu.”

Ancak hâlâ mutluydum. Hiç olmadığım kadar. Kalbimin her atışını duyabiliyor, küçük, gevşek darbelerini göğsümün tam ortasında hissedebiliyordum.

İçimden bir ses kendi ölümüm çok yakın olduğunu söylüyordu.

Hiç ölümden korkmamıştım ben, tek korkum; yaşamdı.

Koridorun tam ortasında kımıldamadan duruyordum.

Dışarıda gök gürlüyordu.

Koridorun sonunda, kapının üzerindeki buzlu camdan solgun, sarı bir ışık beni çağırıyordu.

Işığa doğru yürümeye başladım.

Yolun sonuna geldim.

Kapıyı açtım, tam karşımdaki pencerenin önünde, masada oturmuş bir şeyler okuyan adam başını kaldırıp bana baktı.

“Hoş geldiniz” dedi tecavüzcüm…

“Gözümüz yollarda kaldı, nerelerdesiniz?”

Burada sadece, “Afalladım!” demenin ne kadar hafif kaçacağının farkındayım ancak sadece afalladım. Uykum her şeye baskın geliyordu. Yıllarca geceleri üç saatlik uyku ile geçirmiş ben oracıkta uyusam, günlerce uyusam, yıllarca uyusam, hiç uyanmasam istiyordum.

Tecavüzcüm zayıflamıştı, çökmüştü, yaşlanmıştı, sararmıştı, ufalmıştı.

Eli kolu tutmaz bir halde gibiydi. Benimle başa çıkıp çıkamayacağını düşünür gibi bana bakıyordu. Benimle başa çıkamayacak ne vardı. Yolun sonuna gelmiştim ben. Vücudumda kala kala bir tek atmakta olan kalbim kalmıştı. Atmakta olan kalbimin ürkek darbelerini göğsümde hissetmeye devam ediyordum.

Başka da bir yaşam belirtim yoktu.

Kendini toparlamış gibi diklenen adam eksik dişlerinin arasından tıslar gibi konuştu; “Benim hayatımı kaydırdınız. O Hasan denen adamdan intikamımı aldım. Uyurken kalp krizi geçirdiğini rapor etmişler. Meyve suyuna katılan yirmi damla GHB bu etkiyi yapıyor, iki üç damlası ise seni bana getirmeye yetiyor.”

Sözlerini bitirdi, bana doğru yürümeye başladı. Yerimden kımıldamıyordum.

İkimiz de sözcüklerin tükendiği yerdeydik. Adama gülümseyerek bakıyordum boğazıma sarıldığında. Boğazımı var gücüyle sıkıyordu ancak kendi gücünün sınırlarını zorladığının da farkındaydı. Elbette bir tecavüze gücünün yetmeyeceğinin farkındaydı. Benim o halimde bile eli kolu tutmaz olmuştu. Yine de intikamın hazzı ellerine güç veriyor, incecik boynuma mengene gibi çökmüş elleri titrese de sıkmaya devam ediyordu. Benim nefesim ise giderek daralıyor, nefes alış verişim durma noktasına geliyordu. İnsan bedeninin önceliğinin nefes alıp vermek olduğunun bilincine o anda varıyorsunuz. Öyle filmlerde gördüğünüz gibi boğulmuyor insan. Bir parça nefes almaya çalışmaktan başka bir düşünce olmuyor. En fazla 40 saniye süren mücadele sonunda şuurunuz kaybolur ve kendinizi tamamen bırakırsınız. Öyle oldu bana da. Nihayet uyuyabileceğimi düşündüm o anda. Tıpkı denizde boğulmaktan son anda kurtarılan her insanın, “suyun altına girince uyuyacağımı düşündüm” demesi gibi düşündüm ben de.

Sonuç; bayılma, bilinç kaybı, dilin geriye kayması.

Yaşarken duyduğum son ses gök gürültüsü oldu.

Sonra öldüm…

Bitti artık.

Cesedim, gecenin bir vakti telaşla taşınırken, Temel Tıp Bilimlerinden gasilhaneye giden yolda, öğrencilerin “uçurum” diye adlandırdığı yerde, denize bakıp sigara  içen düşünceli ve karamsar gençlere gülümseyerek baktım.

Onlar karanlık denizde yıldızlar gibi parlayan, demir atmış tankerlerin ışıklarına bakarak sigaralarını buğulu camlara üflerken bana hiç aldırış etmediler.

Siz öldüğünüz anda ne yaparsınız bilmiyorum ama ben kendimi elimde bir sopa, yere çömelmiş, külleri karıştırırken buldum.

Henüz dumanı tütmekte olan, sönmüş bir ateşin küllerini bir çomakla didiklerken.

Yeryüzünde kimse için hayat kalmamıştı artık.

Yeryüzünde benden sonra bir hayat olmayacaktı.

Ölen son insandım ben.

Bunun huzurunu anlatmak kimseye nasip olmamıştır ve olmayacaktır.

İnsanlık tükenmişti.

Külleri karıştırırken düşündüm; insanlığın tükenmesi umurumda değildi de, geceyi yarıp koca bir yarıktan üzerime düşen güneş ışınlarının, açıklardan eserek gelen rüzgârların, o rüzgârların taşıdığı nemli bulutların artık yok olmalarının acısını yüreğimin en derinlerinde hissettim.

Sonra Hasan geldi…

Eşelemekte olduğum, henüz tütmekte olan küllerin tam ortasına elindeki çay demliğini itina ile yerleştirdi…

“Demek ki benim cennete girişim de böyle olacakmış.” diye düşündüm…

Ali Tanrısever

Kadıköy 9 aralık 2020

1 thoughts on “Ölüler Havuzu/ Ali Tanrısever

  1. Melek Koç dedi ki:

    Soluksuz okuduğum ve çok etkilendiğim bir öykü… Ayla Kutlu’nun öykülerinden sonra ilk kez bu öyküde kendimi tokat yemiş gibi hissettim. Kaleminize sağlık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir