OLMAYACAK BİR ŞEY

Olmayacak şey değildi…

Neredeyse beş yıldır Anadolu’nun orta yerindeki bu kadim şehri görme planları yapıyordum. Üstelik oraya her ay gezi düzenleyen turizmci arkadaşım da bu iş için biçilmiş kaftandı.  Düzenlenen o turlardan birine katılmaya can atıyordum. Ancak felek önüme her sefer bir taş koyuyor, gitmek için sabırsızlandığım bu şehre bir türlü gidemiyordum.

Zaman uzadıkça, şehir hakkında anlatılan hikâyeler de uzayıp gidiyordu. Aman efendim ne kaplıca otelleri vardı ki hamamlarında yıkanmaya doyamazdınız. Bu gezenti hanımlara cevabım hazırdı; ben hamam sevmem. İyi ki gelmemişim. Bir başka sefer, oradaki gece hayatı İstanbul’da bile bulunmaz. Her yer sabaha dek açık. Keşke gelseydin, ne eğlendik, ne eğlendik. Ona da burun kıvırmam zor değildi; kuzum geçti bizim gece hayatı yaşımız. Gençler gitsin, eğlensin, ne güzel.

Aaa, ama Porsuk Çay’ı kıyısına oturup bir kahve içmeden, kahvenin kokusunu içine çekerek bir dost sohbeti etmeden olur mu? Eh bu fena fikir değilmiş. Olabilir. Hatta ne güzel olur. Ama havalar soğuk henüz. Şöyle Nisan, Mayıs gelsin, bir organizasyon planı yapalım. Pes!!

Evet, gidememe hallerim pes dedirtecek kıvamdaydı. Dostlarım ne dese haklıydılar.

Ne olduysa işte o davetiyeyi elime aldıktan sonra oldu. Çok değerli bir ressam arkadaşım, İstanbul’daki dostlarını sergisinin açılışına davet etmişti. Davetiyenin kendisi bile fazlasıyla baştan çıkarıcıydı.  İlk arayan Ali oldu, geliyor musun? Aslında çok hevesliydim. Haberi aldığımdan beri içimde kuşlar uçuyordu. Ama Şubat’ın 10’nunda, en olmayacak zamanda Eskişehir’e gidilir miydi? Hadi canım, dedim. Şaka yapıyorsunuz!

Kendimi tren istasyonunda bulduğum ana kadar geçen sürede neler olupbitti pek anımsayamıyorum ama olan olmuştu. Elimde bavulumla, Şubat’ın ortasında -2 derece sıcaklıkta/ soğuklukta az sonra gelecek treni bekliyorduk. Diğer arkadaşlarım da en az benim kadar heyecanlıydılar. Kimisi benim gibi yeni bir şehir görmenin, kimisi yıllardır göremediğimiz meleğimizi görecek olmanın, kimisi akşam gideceğimiz meyhanenin, kimisi fırından yeni çıkmış resimlerin, kimisi de sergiyi açacak olan meşhur Belediye Başkanı ile tanışmanın heyecanı içindeydi.

Bense garip bir ruh halindeydim. Tüm tren istasyonlarında her sefer yaşadığım Karenin tribinde; tren perona girdiğinde Anna elinde bavuluyla ve o muhteşem gülüşüyle trenden inecek, annesini bekleyen Vronski ile gözgöze gelecekti. Ah! Anna…

Başımı heyecanla kıkırdaşılan yana çeviriyorum, kederlenmenin hiç sırası değil han’fendi…

Üç numaralı vagona biniyoruz, uğurlu rakamım. Yanıma oturan arkadaşımla bir iki selfi, bir iki dedikodu derken cama doğru çekiliyorum. Sessizliğe ve doğaya teslim olmak ne büyük mutluluk…

Trenden inip otele doğru yürürken ne şubatın soğuğu ne de guruldayan midelerimiz umurumuzda oluyor. Plan hazır, önce otele gidilecek duş alınacak, oradan kuaföre gidilecek; bunca ünlünün ve sosyetenin geleceği canım sergiye böyle salkım saçak gidecek değiliz ya! Erkek arkadaşlar halimize gülseler de anlayış gösteriyorlar arzumuza.

Şehrin en işlek caddelerinden biri olan İsmet İnönü Bulvarı’nda yürüyoruz. Rastgele girdiğimiz kuaförden çiğdem çiçek açmış bir halde çıkıyoruz, erkek arkadaşlar bir Vooov! çekiyorlar ki sormayın. Esnaf dediğin böyle olmalı, müşteriye çiçek açtırmalı, diyoruz… Ağzımız kulaklarımızda önceden tembihlendiğimiz börekçinin yolunu tutuyoruz. Papağan Çiğ Börek, duy da inanma. Ortada papağan filan yok ama ah o koca koca, dumanı üzerinde muhteşem börekleri iştahla lüpletiyoruz.

Nesrin arkadan sesleniyor,

“Biraz daha oturursanız açılışı kaçıracağız!”

Koşarak doluşuyoruz taksiye…

Aman aman kimler yok ki, Belediye başkanından, oda başkanlarına, doktorlardan, ressamlara herkes orada. Başkan, büyük bir tevazu ve zarafet ile sanat ve insandan konuşuyor. Yanına sokulup varlığı için ülkem ve şehir adına teşekkür ediyor, Ah! çekmeden edemiyorum.

Salondan çıktığımızda içimizde kuşlar şarkı söylüyor. Bundan sonra olacaklara umurumuzda değil. Dışarısı oldukça soğuk ama içimiz öylesine sıcak…

Sergi bitmiş, sırada Modern Müze var.

Müzeye girmeden bakmaya doyamadığımız o eski mahallenin incelikle restore edilmiş evleri, müze binasını gördüğümüzde ahşabın büyüsü bizi bambaşka masalsı bir rüyaya sürüklüyor. Merdivenlerde tutulup kalıyoruz. Ahşap ve sanat nasıl da büyük bir aşkla sarmalanmış. Kendimi gizli bir kapıyla Avrupa’nın çok değerli şehirlerinden birine yollanmış sayıyorum…

Anadolu’nun bağrında, bozkırın ortasında olacak şey mi bunlar!

 

Meyhanenin yolunu tuttuğumuzda sanatın ruhumuzda yarattığı esrikliğin yerini tutacak bir mey olmadığında hem fikir oluyoruz…

Yine de meyhanenin her insanı efsunlayan atmosferine kendimizi çabucak teslim ediyoruz. Tahta sandalyelerin yüz yıllık hatıralarının üzerine şen kahkahalar ekliyor, ağız dolusu gülüyoruz. Keder yok bu gece sofrada. Şükür herkesin neşesi yerinde.

Saat on ikiyi vurduğunda, bal kabağına dönüşmeden otele yollanmalıyız, diyerek ayaklanıyoruz.

Sabah, kış güneşinin odamızı dolduran arsız parlaklığıyla gözlerimiz kamaşarak uyandık. Bavullarımız akşamdan hazır. Önce onlar lobiye bırakılacak, ardından internetten seçtiğimiz kahvaltıcıya gidilecek, saat ikide trene binilecek…

Şehir dediğin, İstanbul’un onda biri kadar var yok. Her yere yürünebilir. Navigasyonları kurup yürümeye başlıyoruz. Hava buz gibi ama dükkânlar şıkır şıkır. Vitrinlerin sıcaklığı içimizi ısıtıyor. Kimi kahve almaya, kimi Met helvası kapmaya, kimi sucuk, baharat derken yarım saat sonra kahvaltıcıda buluşmak üzere dağılıyoruz. Ben şehrin çocukluğumun Ankarası’na ne çok benzediğini düşünüyorum. Belki Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan bir örnek, az katlı geniş pencereli yapılar, belki geniş bulvarlar ve kaldırımlar, belki de çarşıdan; artarda dizili onlarca vitrinden ortalığa yayılan pırıltılar… Ağzım kulaklarımda. Züleyhanın düşkünü beyaz giyer kış günü misali siyah yünlü elbisemin altına tül çorap altına da topuklu botlarımı geçirmişim. Ama ne gam, öylesine mutluyum. Çocukluğuma açılan bir kapıdan içeri dalmışım, yürüyorum…

Arkadaşım yandan beni kesiyor, “Üşümezsin değil mi?”

Ih, ıh derken bile içim gülüyor,

“Şu köprüyü görüyor musun” diye atılıyorum, “Petersburg’dakinin aynısı değil mi?”

Arkadaşımın da ağzı şaşkınlıkla aralanıyor, “Gerçekten, Neva Köprüsü’ne ne çok benziyor!”

Koşar adım köprüye yürüyoruz. Kim bilir kaç yıl evvel gördüğümüz karlar altındaki Dostoyevski şehri, Cumhuriyetin mahzun başkenti, bozkırın ortasındaki bu küçük Anadolu şehri ile zihnimizde birleşiyor. Önce çocukluğumuzun Ankara’sına sonra köpeğiyle birlikte Neva Köprüsü’nde dilenen o zavallı ihtiyara sonra bozkıra geri dönüyoruz. Kamerayı açıp anı ölümsüzleştiriyoruz. Arkamızdan belli belirsiz dostların sesi geliyor. Aldırmıyoruz. Navigasyonu ve telefonları kapatıyoruz. Ansızın bastıran ve üstümüze lapa lapa yığınak yapmaya koyulan karın heyecanıyla suyun aktığı yöne doğru ilerliyoruz… Olmayacak şey değil; bize yol göstermek için yanımıza sokulan Anna’yı kibirli bir edayla görmezden gelen Vronski’ye çelme takıyoruz.

Anna için için gülümsüyor…

 

 

Aysel Karaca

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir