ODAM

 Bugün burası hiç olmadığı kadar sessiz; ölü toprağı serpilmiş sanki otobüsün üstüne!

Kır saçlı adam, gazetenin üçüncü sayfasını okumakta.

Tıka basa dolu iğne atsan yere düşmeyecek halk otobüsünde, kalkma düşersin dedikten birkaç dakika sonra kustu kusacak olan küçük kıza annesi, üzerinde Odam yazan siyah poşeti uzatmakta.

Saatlerdir gözünü akıllı telefondan diğerleri gibi ayırmayan kirli sakallı, temiz pak olan gencin yanında duran ayaktaki yara izli kadına, anne sıkıntıyla bakmakta,  kadın “olsun küçük o olsun, yok ziyanı,” diyerek bir adım uzaklaşıp “hava almalı çocuk,” diye mırıldanmakta.

Kıvırcık saçlı, hızmalı güzel genç kadın, kesik izi olan bileğine bakıp bileğini ovalamakta,  bilekten çekilen düzgün elleri burnundaki hızmasına dokunmakta, çevresini umursamayan gözleri tekrar cama yönelmekte, belki o geceyi düşünmekte. Belki de yara izi olan ayaktaki kadın öyle düşünmekte; o gece o da kusuyordu.

 

Gecenin boğucu dumanında yılların eskitemediği Galata Kulesini geçip Arnavut kaldırımı döşeli yoldan aşağılara doğru koşarlarken boğulacak gibiydi,  dört genç. Yirmili yaşların henüz başında olan dört öğrenci bilmedikleri dar sokakların zindanında kaybolmuşlardı.  Göz gözü görmeyen bayırda gelenlerden uzaklaştıklarını düşünüyorlardı, ayak sesleri duyulsa da onlar duymuyorlardı. Barış’la Devrim aynı anda “siz binaya girin, biz koşmaya devam edelim, onlar peşimizden gelsinler. Siz kurtulun,” dediler kızlara. Aralanan kapıdan ne olduğunu anlamaya çalışan biri onlara içeri gelin dedi. Yanan gözlerle girişin hemen solunda olan tahta merdivenin basamaklarına oturuverdiler.  Kızlardan, ince uzun olanı “Ben Ekin, arkadaşım da Esma. İçeri aldınız, teşekkür ederiz”, derken Esma kusmaya devam ediyordu. “Olsun, yok ziyanı olsun, bir kova suya bakar. Su getireyim.” dedi kadın; aşçıymış orada, emekçiymiş. En son o çıkarmış, çıkmak üzereymiş, çıkamamış. Paniklemiş, kala kalmış bir zamanların İngiliz Zindanından olma tarihi mütevazı restoranında. Gidememiş evine.

Yara izli kadın yine ayağını değiştirmekte belli ki bir yerleri ağrımakta, gazete okuyan üçüncü sayfayı çevirmekte, otobüsün bunaltan kokusu genizleri yakmakta.

Bahçedeki bebe kediler ölmüş, nasıl düşünemedim almadım onları içeri, diye kendi kendine hayıflanarak sabun kokulu kâğıt mendilleri uzattı, yüzlerini silmeleri için.  Rahat nefes almaya başlamışlar, rahatlamışlardı, sularını içtiler. Sedef kakmalı Atatürk fotoğraflarıyla donatılan konsolun yanındaki şaraplığı fark edince, şu an o kırmızı sandalyede şarabımızı yudumluyor, tanışmamızın birinci yılını kutluyor olabilirdik Barış’la, diye düşündü, Esma.

-Ah! Ata’m “Açtığın yolda…”

-Yollar kapanıyor. Çıkamıyoruz buradan. Çıkış yolu olmalı? Telefonlar çekmiyor evdekiler telaş içindedir. Ya Barış’lar! Ne yaptılar acaba? Buldular mı sığınacak, korunacak bir yer?

-Of! Esma ben de aynı şeyleri düşünüyordum, dedi Ekin.

Küçük kız hala kusmakta. Otobüsün penceresini telefonlu genç aralamakta, hızmalı ağzını kapatmakta o da kustu kusacak; telaş, karışıklık, kargaşa düşünme yetilerimizi azaltmış olmalı.   İçgüdülerimiz ile davrandığımız düşüncesizliğimiz ile dış kapı tam kapanmamış, aralık kalmış. Of! Diye düşünmekte;

Biraz sonra bir delikanlı içeriye düştü iri yarı beyazlılar da peşinden girdi. Sıkışmışlardı. Kadın, kızların önüne geçti. Arbede yaşandı. Konsola doğru savruldu,  konsolun üzerindeki matruşkalar dağıldı, kırıldı. Şaraplar da.  Kadın kaşından yaralandı. Esma kırık şişelerin üzerine düştü, bileği kesildi.  Şarap kokusu ortalığa yayıldı. Kadından ve Esma’dan akan kan şaraplarla karıştı.  “Yapmayın çocuk onlar daha çocuk. Yaralı yavrucak.  Allah aşkı için yapmayın, sürüklemeyin, kıymayın çocuklara, sizin hiç insafınız yok mu? Allah Aşkına.” diyen, kendi acısını unutan kadını acısıyla, isyanıyla orada bıraktılar.

Küçük kız, durmadan kusmakta, akıttığı gözyaşları ile sessizce ağlamakta, ne yapacağını bilemeyen, çantasını karıştıran genç anneye, yara izli kadın çantasından çıkardığı kâğıt mendili uzatmakta, mendili alan anne kucağındaki büyük siyah çantayı yaşıtı hızmalıya uzatmakta, boş kalan elleri çocuğunu sarmalamakta, yüzünü silmekte, şefkatle sakinleştirmekte.  Otobüs durmakta,  trafik keşmekeşte, hava da iyiden iyiye kararmakta, otobüs ise aniden hareket etmekte, arkalardan bir kadın sesi sessizliği bozmakta:

-Ne o emniyet şeridinden mi gidiliyor?

Şehrin tüm elektrikleri kesilmekte, önlerden biri;

-Lanet olası bu 500T’ler hep böyle. Bir ‘T’-siz otobüs bulamadık ki. Bir ‘T’siz yerde oturamadık ki ne kural var ne can kıymeti. Yavaş ol be kaptan, bunca insanın canı sana emanet.

-Kaderimiz böyleymiş, kader böyle biçilmiş, demekte diğeri.

-Ne kaderi, kederi be… Ağız dolusu küfretmekte öteki

 

Hızmalı soğuyan yüzünü soğuk cama dayamakta, kalabalıklar içinde yalnızlık çekmekte, yine canı acımakta,  donan yüzüyle düşünmekte, iç sesiyle didişmekte;

Öyle demişlerdi öyle. Devrim öyle demişti. O gün de elektrikler kesilmiş, karartılmış sokaklar bizden sonra.  Uzun süre koşmuşlar,  sonra evsizlerin kaldığı yıkılmaya yüz tutmuş, ısınmak için gazetelerin yakıldığı, isten kararmış odaların evine atmışlar kendilerini.  Beyazlılar, ellerindeki fenerlerle, bizimkilerin koltukaltına sıkıştırdıkları,  panik içinde birer ikişer düşürdükleri gazetelerin izini takip etmiş olmalılar ki…

Yollar karanlık.  Açılan trafikte otobüs emniyet şeridinden hızla akmakta, homurtular yükselmekte, sessizlik bozulmakta; otobüs emniyet şeridinde duran dörtlülerini yakmış arızalanan aracı geç görmekte, fren sesi duyulmakta, gazete okuyan adamın elindeki gazetenin sayfaları savrulmakta, kadının mendilleri martı olup uçmakta, sabun kokusu ortalığa yayılmakta…

-Ya-aaa-vay-ahhh!

-Binaya girdiklerini, ayak seslerinden duymuş olmalılar ki!

-Gelenler, o simsiyah oda da kitap tutan elleri…  Onlardan, onlara yakılan keskin ışığın refleksiyle ellerini gözlerine doğru uzatınca, elleri, silah olarak görmüşlermiş!  Ki…

-Barış!  Ah!

 

 

Güler Demir

16.10.2017/ 00.40

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir