O güzel İnsan- Yaşar Kemal/ Aysel Karaca

Bir fısıltı gibi; masalsı, büyülü bir dille, ruhumuzun en derinine seslenen, edebiyatımızın en unutulmaz “O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler…” cümlesini yazan adam, artık yok aramızda…

Yıl, 1951…  Kozan Ağır Ceza Mahkemesi…

 Mübaşir, ‘Kemal Sadık Göğceliii…’ diye seslendi. Kara kuru genç kapıda bekliyordu. Girdi, sanık sırasına oturdu. Savcı, üç yargıç, önde Katip. Ortadaki mahkeme başkanı dazlak kafalı yumuşak yüzlü biri. Tertemiz, çocuksu bakıyor. Genç sanık da tek gözüyle onu inceliyor. Ötekileri hiç görmüyor neredeyse…

 Bu kaçıncı çıkışı mahkemeye… Her duruşmada her duruşmada böyle… 

 Dalmış gitmişken bir başı dürttü. Başkan, kararı yazdırıyorum, diyordu. Ayağa kalktı ellerini kavuşturup bekledi. Yaşamının önemli bir dönüm noktasındaydı, ya eşkıyanın kendisini bıçakladığı O berbat hapishaneye yeniden gidip yıllarca hapislerde sürünecek ya da aklanacaktı. 

Başkanın ağzında uçuşan, Arapça, Farsça, Osmanlıca, Türkçe sözcükler daktilonun takırdayan tuşları aracılığı ile kâğıda geçti.

‘Müsnet suçtan beraatine’

Aklanmıştı işte! Sevinmeliydi… O hapishaneye dönmeyecekti. Böyle bir hapishane belki dünyanın hiçbir yerinde yoktu. Kozan’ın kayalıkları arasında yapılmış yüksek surlu bir dam, basık mı basık, kırk; kırk beş  derece yaz sıcağında cehennem gibi… Bıçaklandıktan sonra büyük bir odaya vermişlerdi onu. On yedi kişi yaşıyordu bu koğuşta. İçeride tuvalet yok. Herkes çişini ya da abdestini bir teneke içinde yapıyor. Sabaha kadar bir koku, bir koku, uyuyabilirsen uyu. Sabahleyin kalkıyor ki bütün bedeni bitle sıvalı. Bir gaz tenekesi su satın alıyor, güneşin altına koyuyor, su  on beş dakikada ısınıyor. Yıkanıyor. İkinci gün yine…

 Evet, sevinmeliydi ama hiçbir suçu yokken atılmıştı o hapishaneye. Yalnız orada mı? Ya Kadirli hapishanesine çektikleri? Ya yolda başına gelenler? 

Mahkemeden çıkarken mübaşir, Başkan seni istiyor,  dedi. Geri döndü, duruşma salonu arkasındaki odaya girdi. Başkan onu ayakta karşıladı, oturun, dedi.  Bir de kahve söyledi.

Ben, diye söze başladı başkan, biraz okuryazar bir adamım. Sizi mahkûm edeyim diye çok baskı yapıldı bana. Siz Çukurova’da kalmayın. Hemen İstanbul’a gidin. Orada yeni Cami’nin arkasında arzuhalcilik yapar hayatınızı kazanabilirsiniz. Sizi burada öldürecekler. Yazık  olacak öldürürseniz. Bebek, hikâyesini karım da okudu edebiyattan iyi anlar. Merakından sizi görmeye mahkemeye kadar geldi. Ben de dilinize ustalığınıza hayran kaldım. Bana söz verin, buralarda durmayacağınıza.

 Söz verdi, teşekkür etti, çıktı.” Sayfa 10

 

Bu hikâyecik ya da öykü, adına ne derseniz, Alpay Kabacalı’nın, Yaşar Kemal’i anlattığı Bir Destan Rüzgârı isimli kitabından. Kabacalı’nın harika derlemeleriyle, ince ince anlattığı Yaşar Kemal’i bir anma yazısında derleyip toplayıp aktarabilmenin imkânı yok elbette. Bu nedenle sizlere, onun yaşamında beni en çok etkileyen bölümleri aktarmayı deneyeceğim.

Yaşar Kemal ya da Kemal Sadık Göğceli, I. Dünya Savaşı’nın sonrasında Van’dan Muradiye’ye oradan da Kadirli’ye bağlı şimdilerde adı Gökçedam olan Hemite köyüne göç eden bir ailenin çocuğu. (Gökçedam: Hemite, Çukurova’nın yukarı kısmında Osmaniye İline takriben 23 km mesafede. Osmaniye İlini Kadirli İlçesine bağlayan karayolunun Ceyhan nehri ile kesiştiği köprübaşı mevkiinde) Köyün bir Kürt köyü olduğunu pek çok sohbetinde vurgulamıştır.

Sağ gözünü dört yaşındayken, halasının kocasının, kurban kesiminde kullandığı bıçağın sekerek gözüne gelmesiyle kaybeden Yaşar Kemal, anasının o dönemde gözünü iyileşeceğine olan inancının çok kuvvetli olduğunu, kendisinin de uzun yıllar buna inandığını söylüyor.  Gözünü kaybettiği belli olduktan sonra da çok acı çektiğini yazıyor. Ancak bir yıl sonra babasının namaz kılarken kendi yetiştirdiği çocuk tarafından bıçaklanarak öldürülmesi onda travmaların en büyüğüne yol açıyor; on iki yaşına dek konuşamıyor, kekeme kalıyor. Konuşamadığı bu dönemde kafasında ağıtlar biriktirmeye başlıyor ve yıllar sonra bu acıyı bir cümleyle özetliyor; “Herkesin bir Çukurova’sı vardır” O dönemin Çukurova’sı bildiğimiz üzere kahramanlık hikâyeleri, destanları ile tanınan bir coğrafya.

“Yaşar Kemal’in ortaokul sıralarındayken halk yazınına duyduğu ilgi onu folklor derlemeleri yapmaya yöneltmiştir. Gençlik döneminde şiirleri Adana Halkevi’nin yayını olan “Görüşler Dergisi”nde yayımlanır. Ortaokulun son sınıfındayken okulu bırakmak zorunda kalır.  Çocuk yaşta cezaevine girer. On yedi-on sekiz yaşlarında cezaevinden çıkar. Solcu olarak tanındığından iş bulması kolay değildir. Dönemin Adana Halkevi Başkanı Dr. Kemal Satır’a gider. Adana’da otuz bin ciltlik kitap koleksiyonu olan Ramazanoğlu Kütüphanesi vardır, o dönemde çok yoğun bir kullanımı yoktur. Kütüphanede çalışması için ona bir memuriyet kadrosu verilir. Birkaç yıl kütüphanede çalışır. Kütüphanede çalıştığı süre Yaşar Kemal için çok verimli geçer. Kütüphanenin sessizliğinden ve zengin kitap kaynaklarından yararlanarak durmadan edebi okumalar yapar. Homeros’u da ilk kez bu kütüphanede keşfeder. Eski Yunan klasiklerinin çoğunu bu kütüphanede okur. İki üç yıl dur durak demeden okur. Kütüphanede çalışma süresi, Yaşar Kemal için bir edebiyat okulu olur. O günlerde kütüphanenin yoğun kullanılmaması onun için bir şanstır. İş mesaisi dışında Yaşar Kemal’e kütüphanede kalması için bir oda verilir. Gündüzleri işi gereği, akşamları ve geceleri ev olarak kütüphanede kalır. Bu durum okuma ve yazma sürecinde onu olumlu yönde motive eder. Bıkmadan usanmadan sabahlara kadar okur. Amacı 30 bin kitaplık kütüphanenin önemli bir bölümünü hızla okumaktır. Bu süreç askere gidene kadar verimli bir şekilde devam eder.

Yazar Orhan Kemal ile tanışma hikâyesi kütüphane sayesindedir. Kütüphanede görev yaptığı yıllarda, yazar Orhan Kemal kütüphaneye okuyucu olarak gelir ve iki usta yazar bu vesileyle kütüphanede tanışır, dost olur.

1943 yılında Orhan Kemal Bursa Cezaevi’nden tahliye olup memleketi Adana’ya döner.  Günlerden bir gün yolu Ramazanoğlu Kütüphanesine düşer. Kütüphaneden “Goriot Baba” kitabını ödünç almak ister. Kütüphanede dışarıya ödünç verilmeyen edebi eserlerdendir istediği kitap. Yaşar Kemal inisiyatif kullanarak Orhan Kemal’e on beş günlüğüne kitabı ödünç verir. Orhan Kemal 12 yaş büyüktür ama aralarındaki yaş farkı dostluklarına engel olmaz. Yaşar Kemal, Orhan Kemal’i yazdığı eserlerinden iyi tanır ve onun hayranıdır. Sıkı ve uzun sürecek bir dostluk o gün kütüphanede başlar. Yaşar Kemal hikâyelerini yazdıkça Orhan Kemal’e okutur. Kimi zaman dolaşa dolaşa yüksek sesle okur, usta yazardan yazdıklarına dair görüşler alır. Önerileri doğrultusunda düzeltmeler yaparak yazmaya devam eder.” 2

O yıl Yaşar Kemal için yıldızının parladığı bir yıldır, kütüphanede iş edinmesi, Orhan Kemal’le dostluğu, bu da yetmezmiş gibi Arif Dino gibi muhteşem bir insandan resim dersleri alması. Halk evinin bahçesinde ilk kez resim yaparken gördüğü ve hayran olduğu Arif Dino ile dostluğu tam on yedi yıl sürer. Yazının başına koyduğumuz küçük öyküde bahsi geçen savcının tavsiyesi üzerine artık Adana’da kalamayacağını anlayan Kemal, göçe karar verir. Göç dediğimize bakmayın annesinin onun için diktiği muşamba bir torbaya; daktilosunu, jandarmadan kurtarabildiği bir kısım derlemesini ki çoğu Jandarma tarafından toplanıp yakılmıştı, Arif Dino’nun ona armağan ettiği iki resim koyar…

Bir Nisan akşamı, eve gelen akrabaların kamyonuna atlayıp önce Ankara’ya, Abidin Dino’nun evine oradan da onların desteğiyle İstanbul’a gelecek…

Plan basittir, Arif Dino İstanbul’a gelecek, onu Nadir Nadi ile görüştürüp Cumhuriyet gazetesine sokacak. Olmadı, Orhan Kemal gelecek, onunla gezgin sebzecilik yapılacak, o da olmadı Yeni Cami arkasında arzuhalcilik yapılacak. Yaşar Kemal’in yaptığı bu planı Güzin ve Abidin Dino şaşkınlıkla dinlerler. Abidin Dino sorar,

“Ne kadar paran var cebinde?”

“Beş liram var”

“Yahu bu kadar para yeter mi?”

“Bana yeter de artar bile”

Abidin Dino bu konuşmanın ardından bir kese para verir Kemal’e. Ertesi gün İstanbul otobüsüne bindirerek uğurlar.

Ve o olağan üstü güzel insan gerçekten de o gece Güzin Dino’nun, bunların hepsini bir ömürde mi yapacaksın, diyerek şaşkınlıkla dinlediği hayallerine ilk adımını atmış; kısa sürede Nadir Nadi’yle tanışıp Cumhuriyet Gazetesindeki işine başlamıştır.

Savaş artığı zavallı ailenin ‘eğitimsiz’ çocuğu, ona Borges’inki gibi içinde binlerce kitabın bulunduğu bir kütüphane armağan edildiği, orada uyuyup orada uyanmaya başladığı gün, yıllar sonra bir gün; toprağının kadim metinlerini tarihe kazıyacağını, Homeros’a denk düşecek eşsiz metinler yazacağını, Nobel’e aday gösterileceğini bal gibi biliyordu…

Bila sorgul li te bibarin…

Kaynaklar

Alpay Kabacalı, Bir Destan Rüzgarı, Sel yayıncılık

Aydın İleri, Birgün gazetesi, Torosların Kütüphanecisi  https://www.birgun.net/haber/toroslarin-kutuphanecisi-76179

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir