MÖSYÖ ZAMAN

Güneşli bir sonbahar pazarının ılık öğlen saatlerinde penceremin pervazına dayanmışım. Çeyizimden kalma pembe çiçekli porselen fincanımdaki keyif çayımı yudumluyorum. Mevsimsizliğe aldanıp yeniden meyve vermeye soyunan malta eriğinin sarımtırak çiçeklerini seyre dalmışken Mösyö Zaman, zemini bir halı misali silkeleyince kendimi Mısır Apartmanı’nın birinci katında buluyorum. Kanatları balkon kapısı edasında iki yana açılan devasa beş pencereden ortadakinin demir korkuluklarına yaslanmış çocuksu bir heyecanla kırmızı beyaz tramvayın geçmesini bekliyorum. Hava yavaşça kararırken İstiklal, müşfik ve mahir bir ev sahibi gibi gündüz konuklarını uğurlayıp gece yolcularını karşılıyor. Gidenler ve gelenler boşlukları doldururcasına hızlı ama telaşsız yer değiştiriyor. İçerideki restorandan çay ikram ediyorlar, tabağını tepsiye bırakıp cam bardağı avucumla kavrayarak korkuluklara geri dönüyorum. Beyaz bastonu ile tramvay yolundan Taksim’e doğru ilerleyen Marilyn Monroe saçlı füze memeli kör kadın; dalgalı sarı saçları, vücudunu saran açık sarı bluzun içine giydiği sivri sutyeni, yüksek belli siyah kalem pantolonu ve bastonu kadar dik duruşu ile 50’li yılların moda dergisi kapağından İstiklal’e düşmüş gibi. Füze memeli kadının bastonu yüz seksen derece geniş açı ile sağdan sola soldan sağa yolu tararken başı da aynı ritimde kendisine eşlik ediyor. Kendinden emin tavırlarına bakarak uzun zamandır hatta doğduğundan beri bu bölgede yaşadığına kanaat getiriyorum. Aynı anda karşı yönden kaplumbağa duruşlu genç bir adam elindeki telefondan gözlerini ayırmadan kör kadına doğru yürüyor. Çarpışmaları kaçınılmaz gibi görünürken füze memeli kör kadın radar hassasiyeti ile tehlikeyi sezerek sağa doğru kayınca bastonu da adamın yalnızca sağ ayağına çarpıyor. Genç adam ani bir refleksle sol ayağını kaldırıp bastonun üzerinden atlıyor, sonra ardına bile bakmadan kendi yönünde ilerlemeye devam ederken ben derin bir ‘’oh’’ çekiyor avucumda sıkıp durduğum çay bardağından bir yudum alıyorum.

Mösyö Zaman 60’lı yılların başından bir kart açıyor. Babam ve Annem henüz yeni evli sayılırlar. Kadıköy’den vapura binip Karaköy, Tünel, Beyoğlu bir güzel gezmişler muhallebilerini de yedikten sonra Stüdyo Deniz’e fotoğraf çektirmeye giriyorlar. Fotoğraf mühim sanat, ikisi de kameraya çok ciddi poz veriyor ama babam kolunu anneme dolamayı ihmal etmiyor.

Aşağıdan gelen şen kahkahaların kaynağını görmek için eğildiğimde pencereden değil de tavşan deliğinden baktığımı hissediyorum. Siyah kısa küt kesim saçlı, zayıf incecik belli, uzun bacaklı kız yirmisinde var yok. Üstündeki pembe saten kumaştan dikilmiş kenarları siyah biyeli, kare yakalı karpuz kollu kat kat kabarık mini etekli elbise çıplak uzun bacaklarını açıkta bırakıyor. Siyah diz altı çorabı parlak rugan botları ile tam bir parti kızı. Delikten düşmemek için parmaklıkları sıkıca kavrayıp aceleci beyaz tavşanımı köstekli saati ile İstiklal’e salıveriyorum.

Bir kart daha açılıyor; Annemle babam ellerinden tuttukları üç ve dört yaşlarındaki iki kız çocuğu ile birlikte ağır adımlarla caddede yürüyorlar. İstiklal’de tramvay seferleri kalkalı yedi yıl olmuş. Üç yaşımdaki ben annemin elini bırakıp sarı örme elbisemin yakasını çekiştirmeye başlıyorum. Annem elimi tekrar tutmaya çalışırken ‘’kızım çekiştirme şu elbisenin yakasını, esnettin iyice’’ bir yandan da sarıya çalan kumral saçlarımı elinle yoklayıp ‘’beş dakika kıpırdamadan duramadın ki bak eğri olmuş işte saçın. Dur bakayım, saç mı kalmış yoksa boynunda kaşınıp duruyorsun?’’ diyerek ensemi kontrol ederken, babamın elini tutan siyah saçlı, gamzeli yanaklı, kiraz dudaklı ablamla yan yana yürümeye devam ediyoruz. ‘’Buraya kadar gelmişken çocuklarla fotoğraf çektirelim’’ diyor Annem, Babam belli ki yorgun. Sakalları da biraz uzamış ama pek de itiraz etmiyor. Stüdyo Deniz’in kapısından içeri girerken yeni evli sayılan genç çiftte kapıdan çıkıyor. Yeni evli Annem siyah saçlı kız çocuğuna gülümseyerek sokağa çıkarken istemsizce elini karnına götürüp belli belirsiz okşayarak siyah saçlı, gamzeli yanaklı, kiraz dudaklı bir kız çocuğu diliyor içinden. Siyah saçlı kız çocuğu ablamdan başka bu anı kimse görmüyor.

Tramvayın gittikçe yaklaşan çan sesi uzaktan duyulurken benim de sevinçten eteklerim zil çalmaya başlıyor diyeceğim ama yok yok zili çalan eteğim değil telefonum. Hay Allah! Tam da zamanıydı şimdi ama bu telefona bakmam lazım. Konuşmam bittiğinde giden tramvayın ardından bakmak için pencereye geri dönüyorum. İstiklal’de tuhaf bir kalabalık peyda olmuş, hangi yöne baksam sanki herkes tanıdık Biraz daha dikkatli bakınca caddeyi dolduran her yaşımı görüyorum, her yaşım, yandaşlarım ve yaşanmışlıklarım. Mösyö Zaman oyun peşinde yine, tek fark bu sefer kartlar eline sığmamış da tümü caddeye saçılmış. Sokağa inip her yaşım, yandaşlarım ve yaşanmışlıklarımla bir sürü fotoğraf çektirmek istiyorum istemesine de hangisinin yanına gideceğime karar veremiyorum. Yaklaşmakta olan tramvayın çan sesi duyuluyor. Hep birlikte Kırmızı Beyaz Nostaljik tramvaya atlıyoruz. Birkaç sığamayan yaşım ve ben hep yapmak istediğimiz gibi tramvayın arkasına asılıyoruz. Kahkahalar senfonisi eşliğinde Tünel’e doğru ilerliyoruz. Zaman Avcısı Ara Usta, elinde makinası Cafe’sinden fırlamış, rayların orta yerine atıyor kendisini. Art arda deklanşöre basıyor  ‘Sizi zamana hapsettim’ derken bir kahkaha da o atıyor ardımızdan. Mösyö Zaman’ın yüzüme doğru savurduğu son kartı tutmak isterken çeyizimden kalan pembe çiçekli porselen çay fincanım elimden kayıp yere düşerek İstiklalde ki her yaşım kadar parçaya ayrılıyor.

20.10.2019

Ayşe Eser Kuşata

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir