????????????????????????????????????
İbrahim Paşaoğlu

MELİKA VE GENÇ ADAM

Genç adam kahvehaneye her gün düzenli olarak geldi. Tavlacılar için ayrılmış küçük masalardan birine yayıldıktan sonra yanında getirdiği bulmaca eklerini güzelce katlayıp çözmeye başlardı. Çay ocağının veznesinden sürekli onu gözetlerdim. Sabah erken saatlerde gelmişse gün içinde öğleden sonraları üç gibi tekrar uğrardı. Her geldiğinde kahvehanede kalış süresi iki saati geçmezdi. Üç ila dört çaylık bir zaman dilimine tekabül eder bu. Sabah görünmemişse akşam beşten önce kesinlikle gelmezdi. En geç altı gibi de kahvehaneden çıkmış olurdu. Genç adamın geliş gidiş saatlerinde bile bir algoritma varmış, bunu şimdi anlıyorum. 

Genç adam, hayatımıza girdiği günden kahvehanenin kapandığı güne dek bir ay boyunca kimsenin masasına oturmamıştı. Yeni insanlarla tanışmak ilgisini çekmiyor gibiydi. Yan masada sicim gibi dizilmiş kremsi öbeklerin arasından taş çekmeye hazır üç kişi kırlangıç yavrusu gibi kafalarını döndürüp ona bakmıştı bir keresinde. Oyuna dördüncü arıyorlardı. Ama genç adam bu bakışlardan hiç etkilenmedi, onları kendi kaderleriyle baş başa bırakıp bulmacasını çözmeye devam etti. Kibirliydi ve yalnızdı. Belki de kibirli bir yalnızlık içindeydi demeliyim.
Bulmacaları elinden hiç bırakmıyordu ancak ne kadar yoğunlaşmış olursa olsun, en ufak bir seste, kahvehane içindeki en küçük bir kımıltıda dikkat kesilirdi. Ters bir durum yoksa kendi kabuğuna çekilirdi tekrar. Genç adam sokaktan gelip geçen herkese bakardı, yüksek pencereler yüzünden boynu yılan gibi uzamıştı. İçeride soba yanıyorsa ve rüzgâr kuzeyden esiyorsa camlar buğulanmazdı, görüş açısı mükemmel olurdu. Kafasını kaldırıp pencereden dışarıyı gözetler ve sonra aniden toparlanıp giderdi; bu yüzden olsa gerek, kimse peşinden koşturmasın diye içtiği çayların parasını peşin öderdi hep. Herkes ne yapıyorsa o tersini yapmasa olmaz; bu da ayrı bir cinslik, omuzlarımız için ayrı bir yüktü. Uygulama yaygınlık kazanırsa ki bence olmayacak bir iş ama kahvehanede hiç kimse çayına kahvesine oyun oynayamaz. Peşin ödeme sistemi yazbozun sonu demektir, yazboz biterse kahvehaneler de biter.
Genç adamın polis olduğundan öylesine emindik ki aniden dışarı çıktığı zaman sıkı bir takip başlattıklarını düşünürdük. Kahvehanenin karnesi pekiyi değildi zaten, sürekli gözlem altındaydık. Kumarcılar, torbacılar ve mahallenin gençleri yüzünden iki kere mühür yedik, bir kez de kurşunlandık.
İkinci haftanın ortalarında genç adam elinde bond bir çantayla geldi. Güler misin ağlar mısın? Ne düşüneceğimizi bilemedik. Üstelik bond çantanın modası çoktan geçti, hakikati gözümüze sokmanın çok daha basit yolları vardı; telsiz sesi, ceketten dışarı taşmış silah kılıfı. Bazen bilerek rahat davranırlar, ensenizdeyiz demek isterler. Öte yandan bizi terse yatırmak istemiş olabileceklerini de düşündük, yani asıl niyetleri ‘gizli polis olsalar öyle bir çantayla gezerler mi’ dedirtmek. Alınlarına polis yazsalar daha iyi olurdu denilerek yapılan mizahi göndermelerle belki birazcık gülüp yumuşardık. Bilemiyorum, bir yanlış vardı ama neydi bilemedik o zamanlar?
Bu arada genç adama isim vermeye çalıştık ama hiçbiri tutmadı; sahte okey, ara taşı, hepyek. İkinci haftanın sonunda genç adamın önüne kılçık atılmasına karar verildi. Kahvehanenin girişinde tek başına oturması, kendi dünyasına gömülüp bir şeyler yapması sinirimize dokunmaya başlamıştı. Kimseyi iplemiyordu, gözü hep başka yerlerdeydi. Çanta konusundaki seçimi bile bu kararı almaya yeter. Eğer gerçekten polisse olaydan sonra bunu bilmiyorduk diyecektik. Sizin gibi bebek yüzlü birisinin polis olabileceği hiç aklımıza gelmedi diye de ekleyecektik bizi anlayabilecek durumda olursa.
Fakat ona bulaşmak için iyi bir bahane bulmamız gerekiyordu. Neyse ki bunun için fazla beklememiz gerekmedi. Bizim gençler sağ olsunlar; hayırlı bir işin ucundan tutmazlar fakat sorun çıkarmak için her daim hazırdırlar. Genç adam kahvehaneye girenlerden birini bakışlarıyla fazla incelemiş sanırım. Onlar da “Ne bakıyorsun?” diyerek fitili ateşleyince hepimiz başına çöreklendik. O itiş kakış sırasında orada olmaması gereken bir arkadaşımız araya girmiş.
“Sen bizi mi fişliyorsun?” dedi eli havadayken. Avcunun içindeki yanık izinden tanıdık Ovrak’ı.
“Ne fişinden söz ediyorsunuz?” diye güçlükle sorabildi genç adam.
“Polis değil misin sen? Burada oturmuş utanmadan bizi fişliyorsun.”
“Hayır, polis değilim ben,” diye inledi zavallı.
“Bu çanta ne peki? Bond değil mi bu? James Bond.”
“Gözlükler kırılmasın diye kullanıyorum bu çantayı. Açın bakın isterseniz.”
Ovrak çantayı açmaya çalıştı ama başaramadı.
“Kimsin sen? Bizim içimizde ne arıyorsun?”
“Sen dur hele Ovrak. Arkadaş anlatıyordu zaten, öyle değil mi?”
“Satış elemanıyım ben. Gözlük ve saat satıyorum.”
“Peki, madem öyleydin de bize neden bir şey satmadın?”
“Kapıda ‘satıcılar giremez’ yazıyordu. Satıcı olduğumu anlarsanız beni buraya sokmazsınız diye düşündüm. Risk almak istemedim.”
Risk kelimesini düzgün söylemişti.
“Demek bu kadar çok seviyordun bizi. Fakat hiç kimsenin masasına oturmamışsın. Bu ne kibir! Bu ne bencillik! Okey bilmiyorum demişsin Ovrak’a.”
Tam o sırada Ovrak’ın kurcalamaya devam ettiği çanta açılıverdi.
“Bu doğru. Bilmiyorum.”
“Yalan söyleme! Herkes okey bilir. Birbirine benzeyen iki taşı yan yana getirdiğin zaman okey olur.”
“Ben bilmiyorum, yemin ederim. Ben bu kahvehaneye sadece bir sebepten geliyorum. O da karşıdaki apartmanı en iyi gören yerin burası olması. Tavla da bilmem, bulmaca çözerim sadece.”
‘Karşıdaki apartman,’ lafını duyunca gruptaki bazı kişilerin kulakları dikleşti.
“Ne varmış karşıdaki apartmanda?”
“Bir kız var. Adını söylemedi ama ben öğrendim. Melike. Onun için buradayım ben.”
Melika’nın kuzenleri “İsmini bile yanlış söylüyorsun,” diyerek bir kez daha giriştiler buna. Genç adam nihayetinde kendi kendisini ispiyonlamış olduğu için çok vurmadılar bu kez. Direnci kırılmıştı zaten, bir önceki partiden kalan kanlı pamuk hâlâ burnundaydı. Yüzünde küçük yumrular ve lekeler oluşmuştu. Kalabalık dağılmayınca arbede sokağa taştı. Tam o sırada ikinci katın balkonuna genç bir kadının çıktığını gördük. Melika. Kararlı ve emin adımlarla yürüyerek balkon demirlerine kadar geldi. Üzerinde çiçekli bir elbise vardı. İki elini de yukarı kaldırdı konuşmadan önce. Avuç içleri aşağıdaki huysuz kitleye bakıyordu.
“Bırakın onu,” dedi. “Bir kişiye karşı beş kişi, bu hiç adil değil.”
Bir kez daha kalabalığa karışan Ovrak talihsiz durumlar yaşanmasın diye kuzenlerle genç adamın arasına girmişti. Oldukça havalı bir güneş gözlüğü vardı gözünde. Melika’nın sözlerini nasıl yorumlamaları gerektiğini bilemeyen kuzenler genç adama kimi isterse onunla dövüşebileceğini söylediler. Genç adam yediği dayak yüzünden o kadar yorgun düşmüştü ki teke tek dövüşmek isteyecek olsa bile gücü kalmamıştı artık. Birileriyle ağız dalaşına da giremezdi çünkü ön dişlerinden biri düşmüştü.
Genç adam dayağını yedikten sonra mahalleden sürgün edildi. Giderken saatlerini ve gözlüklerini kahvehanede bıraktı. Ertesi gün çantayı almak için tekrar geleceğini söyledi. Bunu öyle bir havada söyledi ki meydan okumaktan ziyade kıza haber uçuruyormuş gibiydi. Birisi çantayı arkasından fırlattı fakat dönüp almadı. Melika birkaç dakika sonra aşağı inip yere dökülen saatleri, gözlükleri toplamış ve çanta ile birlikte hepsini alıp eve çıkmış. Ben o sırada içeride genç adamın bıraktığı bulmaca eklerine bakıyordum. Resimdeki sanatçı Kadir İnanır. Kuzu sesi me. Japon para birimi Yen.
Genç adam ertesi gün gelip hepimize teşekkür etti. Morarmış ve şişmiş yüzünün her santiminde hem hüzün hem mutluluk vardı. Akşam güneşinde kurutulmuş uskumrulara benziyordu o haliyle. Kız kendisi için dayak yediğini gördükten sonra yelkenleri suya indirmiş. Fabrika yolunda ilk kez konuşup durumunu sormuş ve hayatta olduğuna sevindiğini söylemiş. Bir bakmış çantası da elinde, güneş gözlüğü ve saat seçip hediye etmiş Melika’ya. Kesici dişlerinden birini kaybettiği için daha sevimli görünen genç adam kuzenlere dönüp “İsterseniz yine vurun bana, artık sizden korkmuyorum,” dedi. Kuzenlerin yaptığı her hareket şu saatten sonra genç adamın hanesine yazılır. İki gün sonra Melika fabrika yolunda bekleyen genç adama kendisini ailesinden isteyebileceğini söylemiş. Melika özgüveni yüksek ve yaşından beklenmeyecek ölçüde olgun bir kızdır.
Genç adam Melika’nın sözleri karşısında çok sevinmiş ancak kimsesi olmadığı için sevinci kursağında kalmış. Kız nasıl istenir onu da bilmiyormuş, bunun için bana geldi. Genç adamın kimsesi olmadığını öğrenince hepimiz çok duygulandık. Ona yaptıklarımızı unutmak istedik. Çantasındaki gözlük ve saatlerin hepsini aldık. İki gün sonra Melika’yı istemeye gittik. Hayatımda ilk kez kravat taktım. Genç adamın Melika’yı her iş günü fabrikaya götürüp getirdiği bir ayın sonunda evlendiler. O sıralarda dayak olayı yüzünden üçüncü ve son mührü de karnemize işleyince pılımızı pırtımızı toplayıp kartal yuvasına taşınmıştık. Bahçede düğün niyetine küçük bir eğlence tertip ettik.
Genç adamdan şüphelendiğimiz dönemlerde çay ocağından sürekli onu izliyordum. Bir gün dışarıdan ekmek arası bir şeyler getirdiğini görünce yanına kadar gittim. Kahvehaneye dışarıdan yiyecek içecek getirmenin yasak olduğunu söyledim. Ağzı dolu olduğu için konuşamadı, kafa salladı sadece.
“Biz de tost yapıyoruz burada. Herkes senin yaptığını yaparsa kime satacağız bu tostları?”
“Tost sevmiyorum, üstelik besleyici değil,” dedi ağzından ekmek parçaları saçarak.
“Senin keyfine göre yemek mi yapacağız? Lokanta mı zannediyorsun burayı,” diyerek memnuniyetsizliğimi ifade ettim. Bazen durduk yerde sinirlenirim, insanlara karşı her zaman nazik olamıyorum ne yazık ki.
Yıllar önce edebiyat fakültesinde çalışmıştım. Öğretim üyelerinin odalarının bulunduğu ikinci katta küçük bir çay ocağım vardı. Bir gün koridorda dikkatli gözler tarafından izlendiğimi fark ettim. Çay askısını çevirerek bir kaç numara yapmıştım. Genç akademisyenlerin hoşuna gidiyordu böyle şeyler. Fakat o gün koridorda pusuya yatan bir doçent gördüklerini herkese anlatmış. Her zaman kraldan çok kralcılar vardır, işi gücü olmayanlar benimle uğraşmaya başladı o günden sonra. Yaptığım hareket edebiyat fakültesinin ağırlığına yakışmıyormuş da falan da filan. Bir kısım öğretim üyesi canla başla beni savunurken diğerleri acımasızca saldırdı. Hasım grupların kukası olmuştum. Şehirde büyüdüm ben; kuka çocukken en çok oynadığımız oyunlardan biriydi. Meselenin benimle ilgisi olmadığını anlayacak kadar farkındaydım olan bitenin, bu yüzden kendimi savunmadım. Savaşı kim kazandı, boynuzlarını kim daha iyi tokuşturdu bilmiyorum. Kavganın galibi kim olursa olsun huzur bulamayacaktım artık. Başrolünde beni oynattıkları başka piyesler çıkacaktı piyasaya. Sözleşmemin bitmesini beklemedim,  annemden kalan fincanları ve bakır demliğimi alarak fakülteden ayrıldım.
Fakülteden ayrıldıktan sonra sabahçı kahvehanelerinde çalıştım, otobüs terminallerinde, amele pazarlarında topuk çürüttüm, buralara gelmeden önce sahillerde termosçuluk yaptım. Kartal yuvasından başlayıp meydana kadar uzanan bütün cadde ve sokaklarda iyi tanırlar beni. Mesleğin hızlı garsonlarından biriydim, bardak tabak taşımakta, kavga edenleri ayırmakta üstüme yoktu. Yazbozuma kimse itiraz edemezdi. Artık yaşlandım, son on yıldır ocakçılık yapıyorum, borçlarımı ödeyebilmek için çalışmaya devam. Eskisi kadar hızlı olmadığım için işin mutfağındayım. Genç adam gibi aklından zoru olan biri gelip de çay ocağımın veznesinde film oynatmadığı sürece kimse huzurumu bozamaz.
Fakat bizim aralar kısadır, filmler devamlıdır. Bir günümüz nadiren öncekine benzer. Manavın ve yardımcı doçentin mühürlü kahvehanenin kapısından içeri girdikleri gün makaraya yeni bir filmin dolandığını anlamıştım. Bizim hatırlamak istemediğimiz bir olayı araştırıyorlardı. Hatırlamak istemiyorduk çünkü kurşunlanma hadisesi hakkında kimsenin bir malumatı yoktu. Onlara yeterince yardımcı olamamıştık, neden kurşunlandığımızı hâlâ bilmiyoruz. Bizden iş çıkmayınca manav Yardoç’u gözcü olarak bırakıp kartal yuvasına ve diğer kahvehanelere gitmeye başladı. O gittikten sonra Yardoç ocağın önündeki masalardan birine kuruluyor ve beni soru yağmuruna tutuyordu. Meslek hayatım boyunca duyduğum, bildiğim ne varsa Yardoç’a anlattım. Beni dinlerken kurşunlanma hadisesinin izini sürüyormuş gibi görünmüyordu. Sonra günlerden bir gün ona anlattıklarımı yazıya döküp dökemeyeceğimi sordu. Baştan savma yapmazsam o işten güzel bir para kazanabileceğimi söyledi. Onu dinlerken bir gözüm sürekli genç adamın üzerindeydi. Başlangıç olarak bana teknik destek vereceklerini söyledi. İşin inceliklerini anlattı. Giriş gelişme sonuç ve olay örgüsü gibi şeyler.
Ertesi gün çok garip bir şey oldu. Sanırım bilişsel bir sıçrama yaşadım. Mahalleyi kuşatan hüznü ve soluduğumuz havaya karışan çaresizliği hissettim. Kıyıda, kayalıkların üzerinde bir martının ağladığını gördüm, çok uzak iklimlerde yağan yağmurların sesini duydum. Bilişsel demeyi ne zaman öğrendiğimi bilmiyorum. Böyle bir kelimenin varlığından haberdar olduğumu bile sanmazdım. Muhtemelen eski kalıntılar yüzeye çıkıyor, denizin derinliklerinden gelen bir tabut gibi yitirdiğimizi sandığımız şeyler tekrar hayat buluyor. Bana olanların başka açıklaması yok. Birileri çay kazanına bir şeyler atmışsa bunun Ovrak’a da etki etmiş olması gerekirdi fakat bakıyorum o aynı. Onun için değişen bir şey yok, bildiğimiz Ovrak. Ama ben ben değilim. Yardoç’la manav ne yaptı bilmiyorum ama farklı hissediyorum artık. Yaşadığım hayat daha önce yaşadığım hayatlara benzemiyor, Moby Dick’i alıp geri getirmeyen kişiye bile kızmıyorum artık. Manav, yardımcı doçente iki farklı şekilde sesleniyor, bazen Yardo diyor ona. Onlar konuşurken sürekli kuşları düşünüyorum; örneğin serçeler.
Yıllar önce edebiyat fakültesinin koridorlarında çay dağıtıyordum. Duvara dizili siyah beyaz fotoğrafların önünden geçtim. Okulun ortasına kar yağmıştı, soğuk günlerde ellerimi kalorifer peteklerine koyup ısıttım. Birkaç kitap okudum, biraz gülüp eğlendim. Neredeyse unutulmaya yüz tutmuş şeyleri karşımda görünce yeryüzünde çok ama çok uzun zamandır bulunduğumu hatırladım. Gövdesinin kovuğuna sığınmak için yosun tutmuş bir ağaç aradım. Bir kara orman hayal ettim.
“İşin teknik kısmını kıymetlimiz Yardoç’tan öğrendin. İleriki günlerde nasıl yaptığını anlayamadığın güzel şeyler yapacaksın. Sakın kendi ağırlığının altında ezilme, sadece yaz.”
Hiç tanımadığın iki adam gelip senden hikâye yazmanı istiyor. Saçma değil mi? Saçma. Ama hayatın içinde olabiliyor böyle şeyler. Eminim onların da değişik bir hikâyesi vardır.
“Peki, ama ne yazacağım?” diye sordum. Cevap yardımcı doçentten geldi.
“Onu biz bilemeyiz. Fakat vezneden sürekli genç adamı gözlemlediğini görüyorum. İşe oradan başlamaya ne dersin?”
“Oyunlara iştirak etmedi. Bizim için geldiğini sanıyorduk fakat sürekli dışarıyı izliyor. Olduğunu sandığımız kişi olmayabilir.”
“Güzel bir şey söylediğinizi düşünüyorum, bunu yazın. Kalem kâğıt elinizin altında olsun, o genç adamın bize ihtiyacımız olan şeyi vereceğinden eminim. Bu işte yalnız olduğunuzu sanmayın sakın, başkaları da var. Üstelik bu insanların pek çoğunu tanıdığına şüphem yok. Çünkü onlar seni tanıyor, kütüphanene ne kadar düşkün olduğunu anlatıyorlar her yerde.”
“Öyleyse söyleyin onlara kitaplarımı çalmasınlar. Ben onları herkes okusun diye koydum oraya.”
“O da olacak. Edebiyatı halka indirdiğimiz zaman insanlar yeni edebi türler keşfetmek için uzak diyarlara açılacak.”
“Edebiyatı halka indirmek mi? Olmayacak bir şey söylediniz. Kütüphanemi yıllardır oradan oraya taşırım, bugüne dek raftan kitap alıp arka sayfasını çevirenlerin sayısı bile bir elin parmağını geçmemiştir. Ama çabanızı saygı ile karşılıyorum. Dileklerinizin gerçekleşmesi için elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz.”
“İşte bu yüzden sana geldik, bizi yarı yolda bırakmayacağını biliyoruz. Paranın yarısını şimdi vereceğiz işi kabul edersen.”
“Para işini sonra konuşalım. İşi becerip beceremeyeceğimi bilmiyoruz daha, kimseye borçlu kalmak istemem. Edebiyat fakültesinde çaycılık yaptığımı söylemiş miydim size?”
“Fakülteyi bu işe karıştırma. Yardo ve ben herhangi bir şeye ihtiyacın olursa buralardayız.”
Manavın isimlendirme becerisi yüksek. Yardo gülümseyince isminin bu yeni biçimini de benimsemiş oldu. Gitgide bu insanlara ısınmaya başlıyorum, ellerini kullanmadan birbirlerine şaka yapabiliyorlar.
“Siz merak etmeyin. Benim hikâyem en iyilerden birisi olacak. Paramı o zaman alırım.”
Daha ne kadar yaşarım bilmiyorum ancak bu dünyadan borçlu birisi olarak gitmek istemem. Geçmişte kumar ve içki yüzünden saplandığım bataktan bir türlü çıkamıyorum. Oradan alıp öbür tarafa koyuyorum ama bir türlü olmuyor. Yardo’yla manav işler tıkırında giderse tüm borçlarımı kapatabileceğimi söylediler, daha ne olsun. Genç adama da teşekkür etmeliyim. O olmasaydı yazacak bir şey bulamazdım. Onlar benden yazmamı istedi ben de bunları yazdım. Daha doğrusu bunları ben yazdım.

 

yazarımızın diğer yazıları için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir