EDEBİYATA GEÇ KALMAK
Yılsonları, yılbaşları, doğum günleri bir de yaş dönümleri fenadır. Niyeyse oturup hesap kitap yaparsın ve yine niyeyse çoğunlukla zararlı çıkarsın. Hayatın bir maliyet tablosuyla değerlendirilemeyeceğini, evdeki hesapların çarşıya her zaman uymadığını, hiçbir şeyin bir ev-çarşı dengesinde akmadığını, gelirlerin giderlere, paranın pula, anahtarın deliğe her zaman denk gelmediğini, gelmek zorunda da olmadığını öğreneli çok olmuştur. Yine de herkes öyle yaptığı için sen de yapmak zorunda olduğunu düşündüğünden midir yoksa öyle gelip öyle gittiğinden midir nedir, o hesabı illaki yaparsın ve yaş da kemale ermeye başlamışsa bir bakarsın ki ne çok şeye geç kalmışsın.
Okunacak kitaplara, öykü olsun, roman olsun, deneme olsun, yazılacak yazılara geç kalmışsındır mesela.
Adını duyurmuş, kendini kanıtlamış, kitaplarını sevdirmiş yazarların hayat hikâyelerinin en belirgin ortak noktası okumaya erken başlamaları ve hep çok sevmeleridir. Kendine baktığında sen de erken okumuşsundur, hep çok okumuşsundur, kitaplar hayatında hep çok önemli yer tutmuştur falan filan. Bu konu ceptedir. Yani yukarıda sözü edilen muhasebe tablosunun bu kaleminde gelir hanen bir hayli kabarıktır. Peki ya sonrası?
Onlu yaşların eğitim, yirmili yaşların eğitim ve kurumsal hayat, otuzlu yaşların kurumsal hayat ve annelikle geçer. Sonra kırklarına gelirsin. Sen ortalıkta kurumlanırken ömrünün kırk yılı geçip gitmiştir. Durup düşünmeye başlarsın. Daha önce de yılsonları, yılbaşları, doğum günleri gibi özel olduğunu sandığın günlerde düşünüp taşınmışsındır ama artık önünde bir de yaş dönümü vardır. Bir o kadar daha ömrünün olmayabileceği gerçeğiyle yüzleşmeye başlarsın. Ama annelik ve iş güç seni bir süre daha meşgul eder, iyi kötü idare edersin.
Ellilerine geldiğinde yaş dönümünün bedensel, zihinsel, sosyal ortamına güm diye düşersin. Kurumsal hayatın bitmiştir, evlat yuvadan uçmuştur, annelik artık o kadar prim yapmamaktadır, akşamları saat dokuzda uykun gelmektedir.
Bir bu kadar daha ömür olmadığı gerçeği acımasız bir kış gibi önünde dikilmektedir. Üstelik bu kışın sonu bahar değildir.
Sen bu elli yılı geçirirken, üretken ve çalışkan yazarlar yaz, kış, pandemi dinlemeden yazmışlar da yazmışlardır.
Okumayı istediğin, planladığın, hayal ettiğin, karar verdiğin kitaplar dağ gibi birikmiştir. Dağlar büyüyüp değişir mi? Bazıları hem de nasıl büyür. Öyle depremlerle dıştan değil, üretimle içten büyür, ufkunu değiştirir. “Coğrafya kaderdir” diyenlere inat coğrafyana da kaderine de hükmeder. Birbirinize mecbursunuzdur. Sen olmadan kitaplar, kitaplar olmadan sen olamazsın.
Tam da bu yüzden içinde bir geç kalmışlık duygusu boy verir. Zaman, bu duygunun güneşidir, suyudur. Zaman geçtikçe geç kalmışlık hızla boy atıp bir sarmaşık gibi sağını solunu, zihnini kalbini ele geçirir. O dağı eritemeyeceğinin, o kitapların hepsini okumaya ömrünün yetmeyeceğinin farkındasındır. Canın acır ve ne kadar okursan oku bu acının ilacı yoktur.
Fakat o elli yılda şöyle de güzel bir şey olmuştur. Bir yandan kitaplara yetişmeye çalışırken bir yanda da enine boyuna yaşadığından içinde, dışında, dilinde kendi kelimelerin, kendi hikâyelerin birikmiştir.
Aniden bir durumun daha farkına varırsın. O biriken hikâyelerini dinleyecek kişiler de azalmıştır. Bazılarını hayat senden çekip almıştır. Bazılarını da sen bile isteye yollamışsındır. Yani hikâyelerin çoğalırken zamanın, insanların, dinleyicilerinin bir kısmı artık yoktur.
Hikâye anlatmayı seviyorsan bütün o sözcükler cezvenin içinde kaynayıp yukarı çıkan kahve gibi kabarmaya başlarlar. Tam zamanında ateşin üzerinden almazsan taşıp ruhunu, üstünü başını batırırlar. İşte tam burası dillenmen, dinleyecek kişiyi bulamıyorsan da yazman gereken noktadır.
Hadi bakalım! Artık sesle, sözle değilse yazıyla akman gerekmektedir. Yazmaya niyetlenenlere her zaman akacak mecra vardır. İster usul usul akar, bakanlara içindeki çakıl taşlarını gösterirsin, istersen de köpürüp taşar, bendini aşarsın. Yüreğinden kabaran köpüklü sözcükler yol göstericin olurlar. Onların canı nasıl isterse öyle yaparsın.
Tamam, okuyorsun, yazıyorsun. Buraya kadar her şey güzel. Sonra yine aniden, hem de hiç hazırlıksızken bir gerçekle daha yüzleşirsin.
O elli yılda sadece okumaya değil yazmaya da geç kalmışsındır. Kalan ömrün sadece o dağ gibi kitapları okumaya değil, içinde biriken ve dışarı çıkmak için çırpınıp duran sözcükleri yazıya dökmeye de yetmeyecektir.
Üstelik bu arada yarı yaşındaki yazarlar sazı ellerine alıp şahane işler çıkarmışlar, büyüklerin de zaten çoktan kalemlerini, kitaplarını alıp Üsküdar’ı geçmişlerdir.
Kendini sadece geç kalmış değil kaybolmuş da hissedersin. Herkes bir yol tutturmuş giderken senin yolun hangisi olacaktır? Karanlık bir sözcük girdabında kaybolmak mı yoksa geç kalmışlığı kulağının arkasına atıp yoluna bakmak mı?
Bu kadar iyi yazar, iyi metin, iyi kitaplar varken nasıl bir fark yaratıp tüm yazarlar arasından sıyrılarak okunan yazarlar arasına katılacağına dair endişelerin diz boyudur. Üstelik bunu ne ara yapacaksındır? Kim okuyacaktır? Okur sayısının gittikçe azaldığı, kitapların da artık ateş pahası olduğu bir mahallede salyangoz satmaya niyetlenmek, değirmenlere savaş açmak kadar zordur.
“Ah!” dersin içinden, keşke hayatındaki tüm o işler güçler arasında okumaya olduğu kadar yazmaya da yer açsaymışsın, en azından deneseymişsin. Kutsal anneliğin sorumlulukları sana hem mayınlarla dolu bir mecburiyetler silsilesi hem bir konfor alanı yaratmış da önünde sallanan havuçlara burun kıvırmışsın. Keşke o bazı şeylerden vazgeçmeden mayınlara basmayı göze alsaymışsın. Hem havuç yiyip hem de somununu bütünlemeye çalışsaymışsın. Tavşan değilsin ki, havuç yerken yazabilirdin. Üstelik kadınsın, bir koltuğa kaç karpuz sığdırırsın. Yazmak meğer öyle emekliliğe bırakılacak bir iş değilmiş de senin için havaymış, suymuş, ışıkmış. Kafana elli yılda anca dank etmiş.
Dedik ya, yılsonları, yılbaşları, doğum günleri fenadır. Üzerine de yaş dönümünü eklediğin zaman ölümcül bir kokteyli yudumlamaya başlarsın. Öte yandan kafası kesik tavuk gibi sağa sola savrulmak zamanı geçmiştir. Artık “Geç olsun, güç olmasın” gibi lafları aç karnına yutup “Hayallerinin peşinde koş!” klişesine iki elle sarılma zamanı hüküm sürmektedir.
Okuyabildiğin kadar okuyacak, yazabildiğin kadar yazacaksındır. O ölümcül kokteylden bir yudum almışsındır artık. Panzehiri yoktur. Bununla yaşayacaksındır. Yazdıklarını okurlara sunmaktan korkmak zaman kaybından başka bir şey değildir. Elliden sonrasının güzel tarafları da vardır ki biri de korkularının azalmasıdır.” Okuyan okur, okumayanlar kendileri bilirler” deme mertebesine erişmişsindir. Geç kalmışlık hissinin üzerine bir bardak soğuk su içiverirsin. Kaybedecek neyin vardır ki zincirlerinden başka?
Ne yapalım, olduğu kadardır, olmadığı kaderdir!
İnsan elliyi geçip ne çok şeye geç kaldığı gerçeğiyle burun buruna gelince klişelere daha mı çok yüz veriyor ne?
Yazarımızın diğer yazılarını okumak için lütfen buraya tıklayın.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.