Mehmet Eroğlu Polisiye Üçlemesi İle Yeni Okur Arıyor
Meraklı Adamın On Günü-III
Bu üçlemede Yazarımızın savunur göründüğü insanlık durumu şöyle özetlenebilir: “Adaleti sağlamak için kötülük yapmak gereklidir. Adaletin sağlanması ve korunması için şiddet uygulamak kaçınılmazdır. “
Bu önermeyi benimsemem mümkün olmadığına göre, bu konun tartışılması için de zaman yitirmek istemiyorum. Çok kuralcı, muhafazakâr ve düzen yanlısı olarak görülebilirim. “Bireysel psikolojik dürtülere dayanan suçların yerini toplumdaki siyasi, sosyal ve ekonomik yozlaşma ve çürüme nedeniyle ortaya çıkan suçların aldığı” görüşüne de tamamen katılmam mümkün değil.
Kişisel özelliklerin halâ suçun ana ögesi oluşturduğunu düşünüyorum. Şüphesiz toplum katmanları arasında ekonomik uçurumların açılması, fırsat eşitliğinin yok olması, adaletin rendesinin sadece iktidarın yandaşlarının yararına yeni yongalar üretmesi sosyal ve ekonomik dengeleri bozar ve bir takım kötü amaçlı kişi ve gruplar bu ortamlardan beslenmenin yolunu bulurlar. Giderek daha da azgınlaşarak, tozu dumana katarak, önüne geleni yok ederek daha çok kazanamaya odaklanabilirler. Ne olursa olsun; meşru müdafaa koşulları hariç; öç almak, kötülüğü cezalandırmak, dünyayı kötülükte temizlemek gibi savların hiç birinin bilerek şiddet uygulanması için yeterli olduğunu düşünmüyorum. Öz kişilik ve irade burada devreye girmelidir. Şüphesiz bizim ülkemizde olduğu gibi, toplumsal dinamiklerin ve siyasi mekanizmaların hukukun düzgün işleyişini engellediği durumlarda haksızlığa uğrayanlar için ağır mağduriyetler söz konusu olmaktadır. Ancak hiç bir koşulda “göze-göze, dişe diş” mantığının geçerli olması mümkün olmamalıdır. Demokratik yollardan, uluslararası yargı süreçlerinden, basından, ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütlerinin desteğinden yararlanmanın yolları araştırılmalıdır. Herkesin kendi kişisel adaletini sağlamaya kalkışmasının toplumda büyük huzursuzluğa ve kargaşaya yol açması kaçınılmazdır.
Değerli Seminer Hocam Mehmet Eroğlu’nun bu polisiye üçlemesinde ortaya attığı ve tartışılmasını istediği “adaleti sağlamak için kötülük yapılması gerektiği” tezinin bir ironi mi olduğunu düşündüm ilk okuduğumda. Eğer bu tez; bir ironi olsaydı, Hocamın bunu üç kitabında da sürdürmesine gerek yoktu.
Mehmet Eroğlu aynı karakterlerin yeni maceralarını anlattığı bu üç polisiyesinde suçu bizzat ülkede geçerli olan sistemin yarattığını iddia ederek, adaleti sağlamak adına hukukun yok sayılabileceğini söylemektedir. Üçüncü kitapta Doktor Ebru’nun; “kötülük, gerçek, doğruluk, iyilik… Bu kavramların hepsi aslında birer yorum. İnsan, haklı bulduğu bir davayı savunduğu zaman her şeyi yapabilir, haksızlık, hatta kötülük bile…”
Yazarımız siyasi, ekonomik, toplumsal yozlaşmadan kaynaklanan suçların anlatıldığı gerçekçi polisiyeler yazmak uğruna mı, tanıyan herkesin, üç roman boyunca “saf ve iyi” bulmaya devam ettiği Sadık Demir karakterinden bir seri katil üretmiştir? Üstelik son romanın son satırına kadar halâ kim olduğuna, haklı mı haksız olduğuna hiç bakmaksızın, kendisinden yardım isteyenlere “hayır” demeyi başaramayan biridir Sadık-Adil-Öcal üçlemesi.
Eroğlu bize ne demek istemektedir? Üçüncü romanda çıkarcı bürokratı ortadan kaldırırken, koruma görevlisini de öldürmekte tereddüt etmeyen Sadık’ı nasıl temize çıkaracak? Ya da rantçı müteahhidi öldürerek, hangi bozuk düzeni temizlemiş oluyor? İnşaata dayalı rant ekonomisinin bir iki yüklenici öldürerek ortadan kalkacağını mı düşünüyor? Ya da bizlere bir mesajı mı var? “Siz de başlayın öldürmeye. Genel temizlik zamanı! “
Adam öldürme makinesi Hüso bile bu eylemde şaşırmış; “Abi-komutanım, biz şimdi bu adamı neden öldürdük” demiştir.
Yok, bu sefer olmadı. Mehmet Eroğlu’nun mesajlarını çözemedim. Serinin sonunda halâ birilerine iyilik yapmadan duramayan Sadık, TikTok fenomeni Mutena’yı ararken önüne çıkanı öldürmekte bir an bile tereddüt etmemesi suça ve imar hakları değişikliğinden sağlanan haksız kazanca ucundan bucağından bulaşmış olanların bile ölümüne karar verebilmesi sizce de çok abartılı değil mi?
Hukuk okumuş, bir süre avukatlık yapmış, dürüst, sorumluluk sahibi, iyi kalpli biri doğrudan kendisine hemen hiç dokunmamış, başkalarına kötülükleri olmuş kişileri öldüren bir seri katile dönüşebilir? Hukuk eğitimi, avukatlık mesleği bir insanda suç, ceza adalet ve orantı konularında hiçbir bir birikim yapmaz mı? Zaten doğuştan getirdiği duyarlılığı ve kocaman vicdanı olan Sadık’tan nasıl olur da, bir Öcal doğabilir? Anlamak gerçekten mümkün değil.
Mehmet Eroğlu’nun bir söyleşisinde rastladığım ve hiç tartışmasız katıldığım bir cümlesini alınılıyorum: “Kemalettin Tuğcu’nun romanları bize –en azından bana- bütün erdemlerimizin anası olan acımanın önemini ve değerliliğini öğretti. İnsan, insan olmak istiyorsa vicdan sahibi olmalı. Vicdan başka varlıklara duyduğumuz acımayla derinleşir.”
Yazarın hiç katılmadığım bir yargısına da kışça değinmek istiyorum: “Sevilmek çoğu kez sevmekten önemlidir…”
Bana göre bu sağlıklı bir bakış açısı değildir. Sevmektir bence asıl önemli olan. Sevmek, korumak, kollamak, sevdiğin için kişisel önemi olan bazı şeylerden dâhi vazgeçebilmek önemlidir.
Sadık Demir karakteri her üç kitap boyunca kadınların kendisini sevmesi için adeta yanıp tutuşmaktadır. Kapısı kendisini sevecek kadınlara ardına kadar açıktır. Önce zihni karışık Meral’in nazik, sevecen ilgisi ile yetinirken, son derece hızlı bir biçimde hayat kadınından ev kadınına dönüşüveren güzel Fatoş’un aniden coşuveren aşkı, ardından genç Pınar’ın cinsel tutkuyla donanmış ilgisi kahramanın sevgi açlığını doyurmaya yetmiş, hatta kendisini herkese yukardan bakan, ego sahibi birine dönüştürüvermiştir. İyi Adamın On Günü adlı romanda sevgisizlik nedeniyle sürekli üşüme hissettiği için romanın son çeyreğine kadar yaz günü kışlık ceket ile dolaşan (aslında başka ceketi de yoktu) kahramanımızın üşümesi Fatoş ile seviştikten sonra geçer ve artık Fatoş’un armağanı mavi ceketi giymeye başlar. Her nedense bu üşüme duygusu Fatoş doğum yaparken öldüğünde bile geri gelmediği gibi ikinci ve üçüncü kitapta bir daha sözü geçmez.
İlk kitapta siyasetle ilgili belirli bir mesaj yokken, ikinci anlatıda 1 Nisan 2019’da yapıldığı halde İstanbul belediye başkanlığı seçiminin sonuçlarının henüz kesinleşmemiş olduğunu Pınar ve Hüso arasındaki bitmek bilmez tartışmalardan öğrendiğimizi yukarıda anlatmıştım. Üçüncü kitaptaki hikâyenin başladığı günlerde ülkede pandemi ilan edilmiş olduğundan da yukarıda söz ettim.
Yazarımız her iki kitapta da bu olayları siyasi ve sosyal içeriklerinden ziyade, anlattığı hikâyeyi tarihlendirmek için kullanmış gibi görünmektedir. Yerel seçimlerden de, pandemiden de çok az söz etmiştir. Ana karakter Sadık çevrede olup bitenleri kendisine anlatıldığı kadarıyla bilmektedir. Bu konulara ciddi bir yaklaşımı ya da görüşü yoktur. Ülke gündemi bunlarla meşgulken “ben gizem çözüyor ve Pınar’la yeni hazlar deniyordum” havasındadır. Yerel seçimlerin ertesinde ülke kaynarken, kahramanımız Hamlet’e öykünmekte, sürekli Hamlet’i yorumlamaktadır. Hele üçüncü kitapta; maskelerin mahalle bakkalında karaborsaya düştüğü dışında pandemiden çok az söz edilmektedir. Ana karakterimiz hem Mutena’nın, hem de Moldovalı hizmetçilerin izini sürerken, tüm televizyonların her dakika bangır bangır tekrarladığı maske, mesafe, temizlik kurallarını pek dinlemiş ve uygulamış görünmüyordu.
“Yanlış bunun neresinde” dediğinizi duyar gibiyim. Eroğlu kitaplarını yazarken ülkenin içinde bulunduğu atmosferden hiç söz etmeyip, öyküsünün zamansız ya da genel zamanlı bir İstanbul’da akmasını tercih etseydi, şüphesiz hiç bir sorun olmayacaktı. Ancak neredeyse öykünün geçtiği günleri birebir tarihlendiren yerel seçim tartışmaları ve pandeminin başlangıç günlerine değinmekle yetinip, ana karakterin hiçbir yorumda bulunmaması, görüş bildirmemesi, hiç ama hiç önemsememesi anlatıyı zayıflatmaktadır.
Yazarımız son iki kitabı yazdığı dönemde ülkede yaşanmakta olan fiziki olayları sadece anlatısına gerçeklik katmak için folklorik bir unsur olarak kullanmış, böylece roman kahramanlarının o tarihteki İstanbul’un sokaklarında bu maceraları yaşadıklarına inanmamızı ve romanları sahiplenmemizi, benimsememizi beklemiştir.
Özellikle son kitabında yan hikâyelerle epeyce ilgilenen, çok sayıda yan öykü yaratan Eroğlu anlatısına zenginlik katmak isterken zaman zaman ana izleğini kaybetmiştir. Örneğin Sadık’ın kayıp kız Mutena’ya âşık topal su satıcısı Metelik adlı yan karakterle bir markette hırsızlama sandviç yapıp yenmeleri şahane bir bölümdür ama olay akışıyla hiç bir ilgisi ve bağlantısı yoktur.
Mehmet Eroğlu bu üçlemenin ikinci kitabı olan Kötü Adamın On Günü adlı romanda Hamlet ile çok ilgilendiğini, romanın önemli bir bölümünü Hamlet yorumlarına ve monologlarına ayırdığını yukarıda anlatmıştım. Yazarımız Sadık karakterinin önce Adil, hemen ardından da Öcal’a dönüşmesine Hamlet karakteri üzerinden mazeret aramaktadır. Bir roman karakterinin yaptıklarını haklı çıkarmak için bu denli dolaşık bir yol seçilemez, karakteri temize çekmek için bu kadar da uğraşılmaz ki?
Anlamadığım husus şudur: Neden polisiye yazarlarımız yaptıkları işi küçümserler?
Ahmet Ümit kendisi ile yapılan çok sayıda söyleşide sözü buraya getirip, “Dostoyevski’nin en önemli polisiye yazarı olduğunu” iddia etmiştir.
Mehmet Eroğlu da Hamlet’in iyi, kötü, doğru kavramlarına sığınarak, kendi yarattığı roman kahramanı Sadık’ın, kötülüğe bulaşmış olduğunu düşündüğü kişileri hiç düşünmeden ortadan kaldırmasına dayanak aramaktadır.
Acaba polisiye yazarlarımız kadim edebiyattan buldukları referans noktalarını kitaplarına taşımazlarsa yazdıklarının değersiz olacağını mı düşünmektedirler?
O zaman romanları halâ çok okunan Lady Agatha Christie, Sir Arthur Conan Doyle, Dostoyevski’den ya da Shakespeare’nin yarattığı ölümsüz karakter Hamlet’ten neden medet ummamışlardır dersiniz?
Sevgili yazarlarımız, lütfen karar verin. Polisiye diye tüm dünyada sevilen ve çok okunan bir yazın türü vardır. Üstelik hikâyeyi anlatırken gereksiz felsefi tartışmalara girmedikleri, ya da ölümsüz edebi kahramanlar ile kendi yarattıkları karakterler arasında bağlantı kurmaya kalkmadıkları, tüm kitap boyunca merak unsurunu canlı tutmayı başarıp, akıcı bir dille de yazılmış oldukları için çok okunmaktadırlar ve asla değersiz değillerdir.
Polisiye okurlarının çoğu da Honore de Balzac, William Shakespeare, Dostoyevski okumadıklarının pekâlâ farkındadırlar.
Son sözlerim ise kişisel bir gözlemle ilgilidir. Mehmet Eroğlu’nu 2000-2002 yılları arasında iki aşama olarak devam ettiğim UMAG yazma seminerinde Hocam olarak yüz yüze tanıma şansım oldu. O tarihe kadar yayınlanmış tüm romanlarını okumuş olduğum sevgili yazarımın kurgusal metin (roman, öykü) yazmak için olmazsa olmaz formüller önermesine çok şaşırmıştım. Mutlaka metinlerin içine konuya yakışan mitolojik bilgi, gökyüzündeki yıldızların adı, müzikteki makamlar, klasik müzik alanından ünlü eserlerin adı vb yerleştirilmesini öneriyordu. Ayrıca; süslü-ilginç-anlamlı cümle merakı vardı Hocamızın. Zengin anlamlı ilginç cümleler kurmamızı, bu tür cümlelerden oluşan bir listemizin, bir cümle stokumuzun olmasını öğütlüyordu. Bir cümlenin tüm metni kurtaracağını iddia ediyordu.
Bir edebi metnin içine bu tür bilgiler sıkıştırmayı en hafif deyimle, “ukalalık” olarak yorumluyorum. Ama siyasi duruşunu sevdiğim için romanlarının erkek kahramanlarının sadece adı değişerek, kişilik olarak tıpatıp aynı kalan kitaplarının ilk baskılarını okumaya devam ediyorum. Ancak, derslerde önerdiği formüllerin uygulanmış halini her yeni kitabının sayfalarında buldukça üzülüyorum. Eroğlu romanlarının beni çok etkilemiş olan eski sihri de bu arada kaçmış oldu.
Birsen Karaloğlu
Okuma Önerileri:
İlk kitap için yapılan söyleşi: Kürşad Oğuz ile söyleşi: https://www.haberturk.com/mehmet-eroglu-iyi-adamin-on-gununu-anlatti-2383765
İkinci kitap için bir yorum: Ömer Türkeş: Sadık-Adi-Öcal ya da Hamlet! https://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/sadik-adil-ocal-ya-da-hamlet-41434417
Üçüncü kitap için: https://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/korona-gunleri-polisiyesi-41727412
Panzehir Dergi: “Mehmet Eroğlu Yaşamdan Bezmiş Erkek Kahramanlar Anlatıyor” https://www.panzehirdergi.com/mehmet-eroglu-yasamdan-bezmis-erkek-kahramanlar-dahianlatiyor-birsen-karaloglu/