SİS VE ÇARK

Apartmanın dış kapısını açtı. Kara bir sis kaplamıştı ortalığı. Usul yürüdü, usul tırmandı, usul söyledi; “trafik keşmekeştir, yarın giderim, günler çuvala mı girdi? Altı üstü kuru bir ağrı.”

Dairesinin kapısını açtı. Botlarını çıkardı. Duraksadı. Mantosunu çıkarmasa mıydı? Çıkardı, askıya astı. Mutfağa girdi, “kahvaltı edince ağrı kesici içerim hafifler bu ağrı” dedi, ocağı kibritle yaktı, “işe gidiyor olsaydım böyle geri döner miydim” diyerek salona geçti. Yemek masasının üzerindeki boyalı taşlarla dolu olan yaprak motifli gümüş nişan şekerliğine ilişti gözü. Gümüşü kararmıştı. Yanında duran gümüş çanak ise şekerliğin aksine yalındı; emekli olduğu günün akşamı arkadaşları, imreniyoruz emekliliğinize, diyerek armağan etmişlerdi; “Orhan Veli’nin dediği gibi, ‘bir ben miyim keyif ehli içinizde, “he” demiş, gülüşmüşlerdi… Uzun soluklu çalışmalarının ardından, bedenin dinlence günleri çok geçmeden bitmiş, gönlü aylaklığına isyan etmeye başlamış, kursa yazılmıştı. “Ooo işiniz iş, ne güzel kursa mı gidiyorsunuz gezmek mi,  hobi mi sizin ki? …” diyen yolda belde karşılaştığı dostlarını yanıtsız bırakıp sadece gülümsüyordu.  “Çalışırken, çalışmayanların yaşantılarına, eli eli üstünde eli beli üstünde olup güneş saati kullanan, geniş anların, geniş insanlarına ben de imrenirdim; bu gelişlerim gidişlerim, anları anılarla doldurmanın avuntusu mu,  aylaklığın ayak sürtmesi mi,  yoksa boşa çırpınışlar mı?   Ki, neymiş, boyayacakmışım taşları, tahtaları, camları; resimden anlasaymışım bari! Oysa benimki hayatı rengârenk boyamaktı, hoştu, güzeldi, kendime haksızlık etmeyeyim; onun bunun deyişleriyle…” diye mırıldanarak mutfağa gitti.  Kaynayan suyu demliğe bocaladı, üzerine iki kaşık çay attı, çayı demlenmeye bıraktı. Çay demini alınca tepsiye peynir tabağını koydu, küçücük bir kâseye de iki tatlı kaşığı bal üzerine bir tatlı kaşığı kadar tereyağı üzerlerine de kavrulmamış çörek otu serpiştirdi. Peynir tabağının yanına birkaç zeytin ilave edip çayını doldurdu, tepsiyle oturduğu odaya gitti. Pencerenin perdelerini açtı, dışarıya baktı, sisten karşı kıyı görünmüyordu. Oturdu. Birkaç lokma yiyebildi.

Beyaz mermer üzerine kalın çizgilerle dünyanın sınırları enikonu çizilmiş olan saate gözü takıldı; yuvarlak iki çizginin arasındaki sayılar bir körün odaya girdiğinde görebileceği büyüklükte olup on ikiden başlayıp ardı ardına diziliydi,  soldan doğru bakıldığında geri sayımda olan sayılar, sağdan bakınca ileriye doğru sayılıyor ve dokuzu yirmi sekiz geçiyordu. İkinci geniş siyah çizgiyle, sayılara set çekilen, saatin merkezinin ortasında, yuvarlağın içinde üç çark görünüyordu. Üstteki çark sanki insan yüzünü diğeri ise çarpı işaretini andırıyordu. Ötekinin ise ne olduğu belli değildi. Çarkların ortasında akreple yelkovanın mıhlandığı üçüncü bir yuvarlak daha vardı; o saatin merkeziydi. Ayrıca, eğik yazıyla İngilizce yazılan, solda minute hand, sağda hour hand yazıyordu. Yıllardır duvarda duran saatin bunca ayrıntısına özenle bakmadığının, çarkın dönüp durduğunun ve de çarkın nasıl döndüğünün farkına varmadığını fark etti; “yorucu günler, yorucu çalışma şartlarıyla o kadar uzun boylu düşünememişim çarkın nasıl döndüğünü!”, dedi bir çay daha aldı. Ağrı azımsanamayacak derecede kendini belli ediyordu, ilacını içip camdan yine baktı, sis hala aralanmamış yerli yerince duruyordu, aralanacağı da yoktu.

Dakikanın eline

ne olmuştu böyle

onca şeyden sonra dakikanın

eli de mi yavaşlamıştı

pili mi bitmişti?

Yo!

saniyenin çubuğu-işçi arının eli

aralıksız çalışıyordu

çarkın dişlileri arasında.

“Göze alamadım trafiği, geçemedim karşıya, randevu da almıştım, niye o kadar erkene aldım ki… iyi yapmadım mı ne? Ya işe giderken, serde gençlik mi vardı? Hayır, yoktu” diye hayıflanırken gözünün de takılı kaldığı duvar saatinin benzeri, iskeledeki büyük saati anımsayınca gülümseyerek eski günlere, çalışma günlerine doğru zihinsel bir yolculuğa çıktı: Sözde emekli olmuştu, emeklik sonrası çalışmaydı onun ki, zorunluluktu, dakikanın eli olmaktı.  Şunun şurasında çalışmayalı çokta ay-yıl geçmemişti ki… “Bekle anam bekle açılmıyor sis ağaç olduk vapur iskelesinde” derken Türkçe tümcelerine de günün konusu olan saatle ilgili  ‘hour hand’  ‘a minute’ ‘in an hour’  gibi İngilizce sözcükler serpiştirerek gevezelik eden, şakalaşan ergenler arasında bekliyordu. Otobüsler çalışmıyor ya da trafiğe takılmış gelemiyordu… Kiminin duvardaki saatteydi gözleri, kiminin deniz kenarında, kiminin siste, kiminin de kara taşıtlarında… Ne bir taksi ne bir korsan minibüs ne bir yolcu motoru ne de bir sandal vardı karşı tarafa gidecek; insanlar işe geç kalacak olmanın tedirginliği içindeydiler.  Beyaz yakalılar ise dakikada bir çaresizce çare üretmeye çalışıyorlardı.

İskelenin dış duvarında

dünyanın saati

dönüyor merkezde dünyanın çarkı

Çarkın dişlileri arasında saniye

saniyenin çubuğu

dönüyor hızla

Çımacı aldırmıyor sise

İskelenin üstünde

işçi arı halleri

nasırlı elleriyle

gevşeyen soğuk halatlarla

cebelleşmekte

sımsıkı bağlamakta vapuru demirden cisme

“Bizler kadar işe gidememenin çaresizliğini yaşamıyor galiba azda olsa bazıları evlerine döndü bile”, diye söylenen bir genç kadın, beyaz servis aracını görüp seslendi.  Diğerleri de el edip durdurdular, karşı yakaya götürme pazarlığı başladı. Köprünün çıkışında en yakın durma yerinde bırakacak, adam başı alacağı ücret, üç dört günlük yol parasına bedel olacaktı.  Bu şoför, başka şoförlere benzemiyordu; zor anlardan kısa günün karını çıkarmaya çalışan biriydi; arabesk müziğin sesini iyice açmış umurumda mı dünya pozlarındaydı. Müzik dayanılacak gibi değil trafik de durma noktasındaydı. Müziği kapatabilir misiniz dense de,  “hem iyilik yapıyoruz hem de yaranamıyoruz bu millete,” deyip oralı bile olmadı, sesinin tınısıyla da neredeyse dövdü, sövdü milleti… İş yerine vardığında öğlen olmuş ve hala göz gözü görmüyordu.

Pencerenin kanadını açtı. Dışarıya baktı. Üşüdü. Pencereyi kapadı. Kumandayı aldı tuşlarına dokunmadan bıraktı, elektrik faturası ödenemediğinden elektriğin kesildiğini anımsadı, aybaşına az kaldı, diyerek etrafa bakındı. Odanın yerini silsem mi, diye düşündü. Kalsın evin işi biraz yatayım, gün uzun kalkınca yaparım, dedi. Üzerindeki ince battaniyeyi katladı, koltuğun üstüne koydu. Saate baktı, saat onu bir geçiyordu. Halsizdi. Yatak odasına gitti.

Elbet dağılır!

Dağılır

bu sis

bu duman

bu belirsizlik

bu alaca karanlık

Göz gözü görür olur!

Dağıldığında

bu sis

bu duman

bu alaca karanlık

bu karanlık

Her şey, yerli yerince göz önünde ortalığa dökülür

Dökülünce

her şey

aydınlanır dünya

Ağrı eşiği bunca yüksek olmasına karşın, rüyasında, yukarıdaki dizeleri yazarken ağrı ile uyandı. Göğsüne koca bir taş oturmuş, çatlayacak gibiydi. Midesi bulanıyordu, ayakları buz kesmişti, banyoya gitti, safrayı kustu, elini yüzünü yıkadı… Odaya geldi, saate baktı, çok geçmemişti, onu yirmi dokuz geçiyordu. Yirmi sekiz dakika geçmişti. Çark dönüyordu; dakikanın eli, düştü düşecek gibi geldi, hızdan eskimiş miydi? Akrep-zamanın eli çarkın bir parçası gibi görünse de öyle miydi;  yattığı andaki yerde, hala onun üstündeydi! Koridordan, elindeki akıllı telefonla, yine usul yürüdü usul söyledi; “Akrebin ağırlığı mı yönetiyor yelkovanı, akrep için dakika elinin-yelkovanın, saniyenin önemi var mı? O el düşse de… Aylaklık güzeldi” Aymıştı! Kapıyı açtı. Açılmanın titreşimiyle apartmanın sensörlü lambası yandı çevresi aydınlandı. Yavaştı, merdivenlerden inmesine gerek yoktu. Eşiğe oturdu; kımıldamazsa çevresinin tekrar karanlığa bürüneceğini biliyordu… Dakikanın eli ise dışarıda göz gözü görmese de yel olup gelir, ışık yine ışır, ilk müdahaleyi yapar, yanındaki işçi arı saniyede kovanına onu yükler, aşağıya indirirdi; öyle umuyordu!

Telefonun tuşlarına üç kere dokunabildi bir bir iki.

Gülümsedi.

Ahizenin öte yanındaki genç kadının sesi yel gibi uğulduyordu.

-Alo, yüz on iki, alooooo!

Yeni yel-kovan bulunmuştu.

 

Güler Demir

23.11.2017/09.47       

3 thoughts on “SİS VE ÇARK / Güler Demir

  1. Bülent demir dedi ki:

    Eline yüreğine sağlık

    1. Güler Demir dedi ki:

      Var olasın.

  2. Birsen Karaloğlu dedi ki:

    Etkileyici bir öykü, yetkin br anlatım, kutluyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir