KERİME NADİR: Aşk Romanlarının Unutulan Yazarı

“Bugüne kadar hiçbir edebiyat yarışmasına katılmadım. Bir masa başındaki herhangi bir seçici kurul tarafından hiçbir eserime ödül verilmedi. Ama, beni kuşaklar boyu okuyan kitlelerin sevgisi ve ilgisi, o jürilerin okumadığı eserlerime layık görmediği ödüllerden kat kat değerlidir benim için…” Kerime Nadir

 

“Hangimiz bizi bizden, hayalsiz ve leylaksız hayatlarımızdan çekip alacak bir “romans”a ihtiyaç duymayız ki?” der, Selim İleri O’nu anlatırken. Bize bu “romans”ı sunan Kerime Nadir, Türk Edebiyatında roman-gazete iş birliği – ya da tefrika geleneği- ve popüler roman denildiğinde ilk akla gelen isimdir.
5 Şubat 1917 de İstanbul’da doğan Nadir’in elinden kitap eksik olmayan bir anneyle, tarihe çok meraklı bir babanın kızı olması onu küçük yaşlarda okumaya yönlendirir. Öyle ki Osmanlıca çevirileri annesinin aldığı sözlük yardımıyla okuyacak kadar kitaplara düşkündür. Daha ileri yaşlarında Sabahattin Ali ve Kürk Mantolu Madonna onu derinden etkileyecektir.. Yaz tatillerini teyzelerinin  Beylerbeyi ve Çamlıca’daki köşklerinde geçiren Nadir için buralar ilerde yazacağı romanların da ilk mekanları olacaktır.

 

Saint Joseph Sörler okulunda okurken yazmaya başlar. Henüz 16 yaşındadır ve yazdıklarını yayımlatmak ister. Ailesi, onca büyük yazar varken onun yazdıklarını kimsenin okumayacağını düşünerek karşı çıkar. Ders kitaplarının dışında okuması ve yazması yasaklanınca hastalanan Kerime Nadir hayli zayıf düşünce yasağı kaldıran ailesi yazdıklarının Resimli Uyanış dergisinde yayımlanmasına izin verir. Solmuş Çiçekler romanı bu dergide dizi halinde yayımlanır ve ilgi görür.

 

Sonrasında yazdığı romanlar gazete ve dergilerde tefrika halinde yayınlanmaya başlanır. O yıllarda çoğu yazarların romanları yayınlanmadan önce gazetelerde tefrika ediliyordu.  Bu romanların gazetelerin tirajı üzerinde önemli bir etkisi olduğu için, gazete sahipleri iyi okunan yazarların peşindeydi. 1948 yılında Hürriyet gazetesi yayın hayatına Refik Halit Karay’ın “ Bizim Hayatımız” romanıyla başlamış ama bir süre sonra gazetenin sahibi Sedat Simavi Kerime Nadir’i arayarak , “ Refik Halit’in romanı tutmadı, tiraj düşüyor, bize acele bir şey hazırlamanız mümkün mü?” diye sorduğunda, Kerime Nadir, elinde hazır olan Aşk Rüyası romanını gazeteye vererek popülerliğe ilk adımını atmış olur.

Bu roman el ilanları ve afişlerle duyurulduktan sonra tefrika edilmeye başlandığında gazetenin tirajında umulandan fazla artış görülür. Tanındıkça roman siparişleri de artar. Artık gazeteler onun romanları için rekabet halindedir. 1950 de Cumhuriyet gazetesinden gelen teklifle Posta Güvercini romanı, bu gazeteyle birlikte Fransızcaya çevrilerek Republiqie gazetesinde de tefrika edilmeye başlanır.

1937 den 1984 e kadar 39 roman, 1 öykü ve 1 anı kitabı yayımlamış olan Kerime Nadir, 1960’ların sonuna kadar popüler kültürün içinde kitapları en çok okunan yazar olmuştur. 200’ün üstünde baskı yapmış, milyonlar satmış, gazetecilerin ve sinemacıların bir anlamda kurtarıcısı olmuş ama meslektaşları tarafından hep küçümsenmiş, yok sayılmıştır.

Türk Edebiyatı onu piyasa romancısı olarak tanımlamış, içinde barındırmak istememiş, “ Yazarlığını topluma ve gerçeklere sırt çevirerek kendi dünyasında sürdürmekle” eleştirmişti. Oysa durum bu kadar basit değildi. Evet, aşk romanları yazıyordu ama aynı zamanda aşk teması ile okurlarınla kurduğu güçlü bağ sayesinde hiçbir yazarın ulaşamadığı geniş bir kitleye ulaşıyor, onları kitaplarla buluşturuyordu.

Dönemin eleştirmenleri aslında konuların sadece aşk ve veremli kız öyküleriyle sınırlı olmadığını görmediler ya da görmek istemediler. Örneğin, Günah Bende mi romanında 2. Dünya Savaşındaki koyu milliyetçiliği, faşizanlığı ele aldığını, Gelinlik Kız’ da genç kadınlarla ilgili pek çok soruna değindiğini,  Samanyolu’nda, uygar, ileri bir toplumda eğitimin anlamını, hüzünlü bir roman kahramanının serüveninde anlattığını, Solan Ümit’in, yabana atılmayacak bir ruh çözümlemesi romanı olduğunu göz ardı ettiler. Bram Stoker’ın Drakula’sından esinlenerek yazdığı Dehşet Gecesi, bizdeki erotik-gerilim türünün ilk örneklerinden sayılır. Romanda, bir dişi vampirin şatosuna davet edilip orada tuzağa düşürülen ve ezeli iyilikle kötülük arasında seçim yapmak zorunda kalan genç bir adamı anlatır. Kısaca şunu söylememiz mümkün: Stephanie Meyer’dan önce bizde Kerime Nadir vardı.

Son dönem romanlarında ise aşırı muhafazakar dindarlığa karşı itirazları olduğu da kimse tarafından görülmedi.

“Kadınların tek başına var olabileceği” onun manifestosuydu.

Aile baskısına, toplumun dayatmalarına isyan ederek, kadınları evlilik kıskacı ile içine düşürüldükleri çukuru göstermeye çalışması yok sayıldı. Onu sadece kolay okunan, basit, pembe romanlar yazarı olarak kabul ettiler. Alkışlamak yerine taş attılar.

O bütün saldırılara karşı “Romancının Dünyası” adlı anı-biyografi kitabıyla yanıt verdi: Sanatı  bir takım amaçlarına alet eden ve ölçüye, biçime önem verenler gerçek sanatçı olamaz bence. O kişi bir özenti, bir zorlama içindedir. Sanat zorlanmaz. O kendi kendine doğar. Edebiyatçı da seçeceği yolu  iradesi kadar duygularıyla, daha doğrusu ruhunun eğilimiyle saptar. Böylece kendi ruhuyla, başka ruhlar arasındaki o bağı kurabilir ancak… gerçekçiler insan hayalinin mucizelerine ve ruhunun derinliklerinde olanlara inanmadıkları için romantizme sırt çevirmişlerdir.

Bunu eleştirmek işsizlerin, ukalaların ya da yazıları okunmayanların çıkardıkları bir oyundur sadece.”

Öte yandan, romanlarının büyük bir okuyucu potansiyeli  olması nedeniyle onu “Halka okuma sevgisi aşıladığı ve okuru gerçek romanlara hazırladığı için” dikkate değer bulanlar da olmuştur. Örneğin Ahmet Oktay, onu küçümsemek yerine, bu emeklerin sosyolojik anlamını çözümlemeyi tercih edenlerden olmuştur.

Aşka Davet” başlığıyla oluşturduğu dizide Kerime Nadir’in romanlarını yeniden yayımlayan Selim İleri ise onun düpedüz büyük edebiyat sayılması gereken şeyler yazdığını söyler.

Hiç aşık olmadığı söylenen, kendisi de bu konuya hiç değinmeyen yazar, neden aşk romanları üzerinde yoğunlaştığını soranlara şunları söyler: “Hayatta üzerime en fazla tesir eden ve beni yazmaya sevk eden âmil, insanların aşk konusundaki vefasızlığı, egoizmi, anlayışsızlığı olmuştur.”

Aslında bu cümledeki belirgin sitemden onun hayli yaralanmış olduğunu düşünmek pek zor olmasa  gerek. İnsanların yaşamadıkları bir duyguyu anlatmaları, hem de yığınları sürükleyecek kadar yoğun bir duyarlılıkla yazmaları mümkün müdür?

Değildir bence!

Anılarından öğrendiğimiz kadarıyla kendisine aşkını mektuplarla anlatan kişiyle sonunda tanışır ve bir süre sonra onun da gönlü düşer ki nişanlanırlar. Evlilik arifesinde ise nişanlısının kendisine kız kardeşi olarak tanıştırdığı kadının aslında metresi olduğu ortaya çıkar… Sadece bu olayı yaşamış olmasının bile, onda, hüzünlü ve kırık aşk öykülerinin alt yapısını oluşturduğu kanısındayım.

1937 de 20 yaşındayken yazdığı ve onu üne kavuşturan “Hıçkırık” romanının otuz iki baskı yapması o yıllar için çok da görülen bir edebiyat olayı değildi. O kadar çok sevildi ki, romanın Nalan ve Kenan’ı 1940’lı yıllarda çocuklara en çok verilen isimler oldu. Romanın çok tutması sinemacıların da dikkatini çekti. 1953 de Atıf Yılmaz, 1965 de Orhan Aksoy tarafından iki kez beyaz perdeye uyarlandı. İkincisinin gösterdiği başarı üzerine, romanın devamı olan Son Hıçkırık Ertem Eğilmez tarafından 1971 yılında sinemaya aktarıldı.

Bugün romantizme gönül verenler için hâlâ bir sığınak olduğu düşünülen “Hıçkırık” için Selim İleri’nin sözleri bu gerçeği yansıtıyor: “Yalnızca para değerlerinin saltanat kurduğu, hüküm sürdüğü, saat başı borsa-döviz haberlerinin peşinde koşulduğu, gönül inceliklerinin git gide karardığı, sönüp gittiği, şimdiki aşksız duygusuz dünyamızda, leylaklar kuşanmış Hıçkırık her şeye karşın hâlâ bir sığınak olabilir gibime geldi.” 

Kerime Nadir’in yirmiye yakın eseri filme çekilmiş, böylelikle sinema için de önemli bir senaryo  kaynağı olmuştur. Hıçkırık’tan sonra en büyük başarıyı Samanyolu göstermiş, geçtiğimiz yıllarda Ay yapım tarafından televizyon dizisi olarak  da çekilmiştir.

Ölümünün üzerinden otuz yedi yıl geçen bu güçlü kadının, bir kuşağın en çok okunan yazarı olduğu gerçeğini hiçbir tavrın değiştiremeyeceğini düşünüyorum. Son olarak Romancının Dünyası kitabından Hıçkırık’la ilgili ve onu çok etkileyen bir anısına yer vermek istiyorum.

Hıçkırık gazetede tefrika edilecek, ama çok uzun, okurun sıkılmaması için biraz kısaltılması gerekiyor. Bunu da gazetenin editörü yapacak ve Nadir’e yayınlanmadan önce haber verecekler:

 

“Roman geldi. Ben onu mavi mürekkeple yazmıştım. Rötuşlar kırmızı mürekkeple yapılmıştı. Birçok sahifenin kısmen ya da baştanbaşa çizilmiş olduğunu görünce şaşırdım.

Halil Lütfi dördüncü parmaklarını birbirine geçirdi, boynunu büktü ama kesin bir ifade ile:

-“Bazı bölümler çok uzun tutulmuş,” dedi. “Pasajlarda gereksiz ayrıntılar olduğundan onlara kıymak zorunda kaldık. Bu kadar büyük bir romanı tefrikalar kaldırmaz, yayını bir yıldan fazla sürer o zaman okuyucuyu bıktırır…. “

Sustuğumu ve üzüldüğümü görünce yine gülümsedi:

-“Böyle şeyler olacak, alışacaksınız. Yayın hayatı sizin isteklerinize uymaz. Hele başlangıçta.”

Sözün kısası, böylece beş yüz sahifelik Hıçkırık’ımın hemen üçte biri atılmış oluyordu. Dudaklarım titreyerek:

-“Kim yaptı bu gaddarlığı?” diye sordum.

Halil Lütfi bey bir an sustu. Sonra bir sır verir gibi:

-“Nazım Hikmet” dedi.

 

 

Kaynakça:

Kerime Nadir / Romancının Dünyası / İnkılap yay. 1981

Yaşar Öztürk/ Kerime Nadir 100 yaşında / Bütün Dünya 3 Mart 2017

Selim İleri / Hıçkırık Romansı 100 Yaşında / Hürriyet Kitap Sanat  23.2.2017

Gülenay Börekçi / Alacakaranlıktan Önce… / Habertürk 15 Nisan 2011

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir