Kendime Not/ Yeşil Mürekkep – Sabahattin Ali II.Bölüm
Hülya Duman
Yukardaki mektupları ihtimal ki Ankara’ dan yazmıştır. O sıralar işsizdir ve soluğu bilin bakalım kimin yanında alır?
İlk bölümü, sizi yukardaki soru ile baş başa bırakarak kapatmıştım. Anımsadınız değil mi?
Tabi ki Cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş en nitelikli ve donanımlı, yeri doldurulamayacak Milli Eğitim Bakanı, Hasan Ali Yücel’in. Hababam Sınıfının Mahmut Hocası neyse Hasan Ali Yücel de( kuşkusuz ki ayrı bir yazıyı hak eden, sağlam bir kişiliktir ) dönemin aydın, elit, yazar, şair kim varsa hepsini kucaklayan, kollayan, savunan, Mahmut Hocasıydı. Onlara iş imkânı sağlarken öte yandan onların birikimlerini de genç Cumhuriyet için bir fırsata dönüştüren, Hasan Ali Yücel, tercüme büroları açarak, yaklaşık bin kadar dünya klasiğinin, birçok kitabın çevirisini bizlere kazandırmış, bir yüce insandır.
Neticesinde, büyük uğraşlarla bu kıymetli öğretmenin; öğretmenliği yanında “Neşriyat Müdürlüğü Büro Şefi” olarak da değerlendirilmesine karar verildi.
Işık görünmüştü yeniden işi olacaktı, göklerde uçuyordu. O halde Ayşe’nin nikahına talip olabilecekti.
Oldu da …
”benden daha iyisini mi bulacaksın Ayşe, nikahına talibim” (2)
Cevap maalesef yine olumsuzdu…
“Niçin ruhumuzun asla ısınamadığı kalıplarda kalmaya mecburuz? Bir insana bundan daha büyük bir işkence olur mu?”
Karalar bağlar, çıldırır yine “Son Mektup” şiiri ile cevap verir, Ayşe Sıtkı’ ya.
“Benim gönlüm doğuşundan deliydi,
Başka dünyaların şaşkın seliydi…
Bunun böyle olacağı belliydi…
Her şey biter sel yerine döndü mü.”
Kendi ruhsal durumu böyle iken, Almanya’ da ırkçılık savunusu ile giderek yükselen Hitler, onun destekleyicisi İtalya ve Türkiye’ de savunuculuğunu yapan eski arkadaşı, Nihal Atsız gibi faşizanlar tarafından gerginlik daha da tırmandırılıyordu. Gidişatın nahoşluğu, Sabahattin Ali’nin gönül kırgınlığına paraleldi. Tüm kişisel sorunlarının dışında olan bitene de gözünü dikmişti.
“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya”(7)
Sabahattin Ali, müthiş bir gözlemci ve politik okumaları, saptamaları yerinde olan bir aydındı. Ve olup bitene duyarsız kalamazdı. Sabahattin Ali, sessiz kalamayacaktı. Bilirdik onu, ne kavgada ne de aşkta korkak biriydi. Hiç olmamıştı.!
Savrulup, uçurduğu düşüncelerle zaman geçip giderken, ‘yalnız hatta yapayalnız’ hissediyordu kendisini. Aklına, yıllar önce denk geldiği, lacivert gözlü kız geliyordu bu sıra…
Acil olarak buluşmalıyız Pertev!
“Adımlarım kimseninkine uymuyor, herkes beni yolun ortasında bırakıveriyor…
herkes… yolun ortasında…
yaşlanıyorum …”
-Evlilik kararı verdim Pertev, Almanya dönüşümde dayımların evinde iken karşılaşmıştım, ismi Aliye.
– Yahudi bakkal parasız kalınca eski defterleri karıştırırmış.
Sabahattin şöyle bir düşündü. Pertev haklıydı. Düğüne gider zurnaya, hamama gider kurnaya aşık olurdu. Karakteri böyleydi…
Durumu, artık kardeşim diye seslendiği, Ayşe’ye de yazdı…
“Mühim haber evleniyorum,
Nişanlım, şu masumeler sınıfına dahil. 1.60 boyunda. Gayet sessiz, okumaya ve düşünmeye meraklı. İsmi Aliye.” (2)
En nihayetinde Aliye “hapis yatan adama kız mı verilir”(8) cevabı ile bu izdivacı olumlamayan babasına karşı çıkarak, mektuplarına âşık olduğu adama “Gözlerimi kapadığım zaman senin hayalini görüyorum” diyorsun. Ah Aliye, ben gözlerim açıkken bile hep seni görüyorum.”(10) evet demişti. Aylardan Mayıs idi ve bizim deli adamımız eski sevgiler atılır, diye coşa coşa nihayet çok kez talip olduğu dünya evine girecekti.
Mayıs ayların gülüdür
Taze bir çiçek dalıdır
İçerim ateş doludur
Mayıs’ta gönlüm delidir
Mayısa bu kadar güzelleme yaparken, bir taraftan da gözleri Almanya’ da giderek yükselen Nazi partisinin üzerindeydi ve çok daha önceden demişti Pertev’e;
-Hitler Versailles’i çöpe atar. Ne büyük öngörü ama..!
Sabahattin, hiçbir zaman elde edemeyeceğini düşündüğü, bu nedenle kederlere kapıldığı ahengi, sonunda yakalamıştı.
Öyle ya “Bir insana bir insan herhalde yeterdi” şimdi gerçekten de başında mutluluk yelleri esiyordu
Canı Aliye’si ona yazmak için huzurlu bir ortamı yaratmıştı. Konya Cezaevinde yazmaya başladığı “Kuyucaklı Yusuf” u tamamladı. Eser, daha tefrika edilirken, kitap olarak yayımlanmak istenmişti. Daha ne olsundu.
Her şey mükemmel gidiyordu ama yaşı otuza gelip dayanmıştı ve defalarca tecil ettirdiği askerliği yapması gerekiyordu. Tam da o anda Aliye’nin hamile olduğunu öğrendi, bu dünyada kendisinden daha mutlu kim olabilirdi ki artık.
Askerlikte tanışır, avukat Niyazi Ağırnaslı ile. İlk günden de kaynaşırlar. Hamilelik bir taraftan, askerlik öte yandan süredursun, Kuyucaklı Yusuf mahkeme kararı ile toplatılacaktı.
Biricik kızı Filiz’i, dünyaya uğuruyla geldi.
Kuyucaklı Yusuf raporları iyi yöndeydi. Özellikle Reşat Nuri Güntekin,
“ Sabahattin Ali kanaatimce son neslin hikâyecilerinin en kuvvetlisidir” diye başladı raporunu yazmaya…
Kuyucaklı Yusuf da, Sabahattin Ali de temize çıkmıştı…
Kısa bir Eskişehir ikametinden sonra Ankara Musiki Muallim mektebine atanmıştı. Ata’nın, Nazi Almanya’sından kaçan, 1400 civarı aydını bir eğitim neferi olarak ülkeye kabul ettiği dönemlerdi. Carl Ebert de bunlardan biriydi. Devlet konservatuvarında göreve başlamıştı ve bir dramaturga ihtiyaç vardı. Evet, Sabahattin Ali, iş için biçilmiş kaftandı. Almancası çok iyiydi, evinin duvarı kitapla kaplı, müthiş birikimli, kavraması yüksek, daima iyilik düşünen, haksızlığa gelemeyen ve de hiçbir zaman tepkisini esirgemeyen, gerek ülkenin gerekse dünya gidişatının nabzını iyi tutan, öyle ki Hitler’in ayak seslerini çok önceden doğru yorumlamış “durmasını bilemeyecek kadar deli” demişti.
Müthiş gözlemleri, zekası ve görüsü ile Milli Şef’in savaşa ne yapıp ne edip girmeyeceğini, Hitler’in yenileceğini; kimse aksini düşünemezken, o söylemişti. Gerçekten de o aralar, sonunda Almanların yenileceğini söyleyen ender insanlardan biriydi. Niyazi’ye dedi ki;
“Tek gözlü Alman generallerinin savaş kazandığı görülmüş mü? Başlarına belayı şimdi sardılar”
Yine Churchill’in İsmet Paşa’yı asla ikna edemeyeceğinden emindi.
Dolayısıyla Carl Ebert, böylesi bir aydın ile çalışmaktan ziyadesiyle memnun olmuştu. Birlikte hem çok güzel işler yaptılar, hem de çok iyi dost oldular.
Bir yandan dramaturgluk yaparken öte yandan kendi işlerini de aksatmıyordu. Artık tanınan bir yazardı. Ve dünya bu halde iken, dünyayı yaşanmaz hale getiren insanı yazacaktı bu sefer.
“İçimizdeki Şeytan” bu düşünce ve olaylar örgüsü üzerine doğacaktı işte.
Evinde mutluydu. Ruhu Filiz’i kucağında idi. Kitapları seviliyor, işi iyiydi ama dünya savaşın ortasında iken, Sabahattin ikinci kez askere alınacaktı.
Hem ailesini, hem de mecburi işlerini hiç aksatmayacak, geceleri ise aralıksız yazacaktı…
Herkes, savaş yangınının kokusunu ve çığlıklarını çok yakınlarında hissetmekteydi artık. Bu koşullarda, askerdeki çadırında başladı yazmaya Kürk Mantolu Madonna’yı. “Öyle hızlı düşünür, öyle hızlı yazardı ki, Kürk Mantolu Madonna’yı her hafta yayınladığı tefrikalar ile çıkarmıştır”(8)
İnsanın derinliğini yazacaktı bu kez.
Yine insandı malzemesi, uğruna her şeyi göze aldığı insan..!
Romanları ve öyküleri ne kadar etkileyici olursa olsun sosyalizme dair güzellemeleri, milliyetçilik karşıtlığı ve Resimli Ay çevresi ile yakınlığı nedeniyle siyasi polisler, ha bire dosya biriktirmekteydi kendisi hakkında…
Oysa ne yönetilebilir, ne de yönetebilirdi o. Yalnızca bir sosyalistti hepi topu… Hiçbir örgüte üye değildi, çünkü bu onun ruhuna aykırıydı. Dünya görüşü başkaydı, örgüt üyeliği başka..
Evet, içerlediği çok şey vardı.
Nazım içerdeydi mesela, bu çok gücüne gidiyordu.
“Sana her zaman o kadar güvendim ve güveniyorum ki …” diye başlayan Nazım mektubunu aldığında içini bir yandan gurur, bir yandan da acı ile çekti. Zarfın içinden çıkan şiirle nutku tutuldu yine…
“Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk
ve telaş…”
“Şu an inan ki senin dostun olmakla değil, sadece seninle aynı devirde yaşamış olmakla övünüyorum “
Ah be koca Nazım, dedi ve gözyaşlarının zarfı ıslatmasına aldırmadan kapattı.
Hitlerin savaşı kaybedip, intihar ettiği sıralarda Sabahattin, üçüncü kez yaptığı askerliğinden evine dönüp, işlerinin başına geçmişti ki; Amerika, küçük oğlan, şişko adam ismini verdiği bombalar ile sokakta en çok insanın bulunduğu saati hedefleyerek, Japonya’yı bombalamıştı. Oysa Avrupa’ da savaş bitmişti…
Ülkede ise, gerici -yobaz taraf SSCB yanlısı olan, Tan gazetesini basacaktı. Baskında kimler yoktu kimler..! Demirel, Erbakan neyse de, Orhan Birgit’e, İlhan Selçuk’ a ne demeliydi..!
Tam da bu noktada hakkında biriken dosyalar ile görevden alındı Sabahattin Ali. İşsiz kalmıştı. Çoluğu çocuğu Ankara’ da bırakıp, İstanbul kapısını aralayacak, ekmek kapısı için koşacaktı.
Marko Paşa günleri böyle başladı. Ortağı, Aziz Nesin idi. Sabahattin Ali, son kuruşuna kadar koydu cebindeki parasını, Aziz Nesin’in parası yoktu ama yoğu var eden biriydi. Çok çalışkandı, istikrarlı, dürüst, yaratıcıydı ve asla pes etmeyen, sağlam bir kişiliği vardı.
Arada Sabahattin Ali, ona sataşıp küstürse de birlikte müthiş bir iş çıkarmışlardı ve Marko Paşa patlamıştı. Her tıkanıklığı Aziz Nesin, yukarıda saydığım kişilik özellikleri ile dur durak bilmeden aşmıştı.
Öyle ki ilk sayıda, dağıtımda problem olmuş, dağıtıcı gelmemiş, ortada kalmışlardı. Ama Nesin, yılmamış tüm baskıyı yüklenmiş kendisi dağıtmıştı. Bu bomba etkisi yapan bir rüyaydı. Rıfat Ilgaz da onlarlaydı. “Toplatılmadığı zaman çıkar”, “Yazarları içerde olmadığı zaman çıkar” sloganlarıyla çıkarılan dergi Türkiye’ nin karışık siyasi gündeminde basılıyor, alaycı bir üslupla nalına da mıhına da vuruyor; birilerini fena halde kızdırıyordu.
Sabahattin Ali, kaleme aldığı “topunuzun köküne kibrit suyu” yazısı ile üç ay hapis cezasına çarptırıldı.
“ Aliler kibarlık nedir bilmeden konuşurlar,
dobradırlar, samimidirler.
Ali’nin sabıka kaydı onun için kalbi” (9)
Rasih taparcasına severdi, Sabahattin abisini; hem abisiydi hem de hayran olduğu büyük bir aydındı.
“Seni saklamak bu vatan ve benim için bir namus borcudur abi”
Sevgiyle öptü kendinden on üç yaş küçük ama iyi eğitim almış adamı. Doyumsuz sohbetler yapıyorlardı birlikte. Sırça Köşk’ü, Rasih’in evinde gizlenirken bitirdi. Kafadarlar Marko Paşa’yı delice sürdüredursun başları derde girince derginin ismini, Merhum Paşa olarak değiştirmek zorunda kaldılar.( Malum Paşa, Bizim Paşa, Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi daha pek çok ismi olmuştur) Çünkü kindar bakan gözler vardı üzerlerinde. Merhum Paşa’ nın ilk sayısında, Nihat Atsız’a bulaşmıştı yine ve dergi, Nihal Atsız hışmına uğrayarak, sıkıyönetim tarafından kapatıldı. Cemil Sait Barlas’a hakaret davası da sonuçlanınca bu sefer de Sultanahmet Cezaevinin duvarları ile karşılaştı Sabahattin Ali. (Barlas soyadına kötü aşinalığımız çok eskilere dayanırmış meğer!)
Gençti, bir yığın arbede içindeydi ve yazdığı koşullar çoğunlukla namüsait idi ama yine de ses getiren eserler üretmekteydi. Büyük becerisi ve yazma tutkusu vardı. Hem yazmasa çıldırırdı o da…
Üç kez askerliğe alınmış, Aydın, Konya, Sinop, Sultanahmet, Üsküdar Paşa kapısında ömür tüketmekteydi. Fena halde üzülüyordu ve bu kez hapse girdiğinde saçları bir anda bembeyaz olmuştu. Aliye’si dışarda idi. Ruhu Filiz’ i on yaşlarını sürüyordu. Dört ay bir türlü geçmiyor, dışarı çıkarsa bir daha içeri girmemek için Aliye’sine ve kendisine sözler veriyordu.
Bazen patronluk yapıyor, Aziz Nesin’i çıldırtıyordu. Ama biri dışarda öteki içeride, iki ortak,
kah dövüşerek, kah sevişerek, yazışarak, dergiyi çıkarmaya devam ediyorlardı.
Marshall Planı tıkır tıkır işliyordu. Küçük oğlanın bombalamasından sonra Amerika artık dünyanın yarısının abisi olmuştu. Bu da sadece Türkiye’ de değil, dünyanın büyük bölümünde sol tandanslı aydın avı demekti. Ve tüm bunları kaygı ile izleyen Sabahattin Ali, geleceğini Türkiye sınırları içinde hiç mi hiç iyi görmüyordu.
Ne yapacaktı? Yazmayacak mıydı?
Öğretmenlik de yapamıyordu. Başka bir iş yapabilir miydi? Haydi yapsa, susabilir miydi? Böylesi ince duyarlılıkla ve onurla çok zordu.
İşte tam da git gel, bu işleri düşünürken tanıştı, Ali ve Hasan ile. Onlara güvenip sordu, Bulgaristan’ a geçme işini. Eee onun malzemesi insandı, güvenirdi… Daha önce de cezaevlerinde suçlu, mahkûm demez dinler, anlatırdı…
Avukatlığını Mehmet Ali Cimcoz yapmaktaydı. Öyle dost olup, içerden çıktıktan sonra da sıkça görüşür oldular Cimcoz ailesi ile. Sabahattin Ali’ nin sevdikleri bu ülkede idi, ne olursa olsun havasına, taşına, kokusuna vurgundu. Hal böyleyken gitmeyi göze alamadı. İlkin başka bir iş yapmayı denedi. Cimcoz’ların da yardımı ile nakliyecilik yapma işini aldı üstüne. Olsun, sevdikleri ile olsundu da ne iş olsa yapardı. Denedi, çabaladı, oldurmak istedi …
Her gittiği yerden canı Aliye’ sine ve ruhu Filiz’ e mektuplar yazıyordu.
“Bana uzun ve güzel mektuplar yaz. Hikâye gibi olsun. Ben gelinceye kadar en az iki kilo şişmanla. Senin Doğan Kardeş aboneliğini altı ay daha yenilettim. Başka bir isteğin varsa yaz. Seni on milyon kere öperim. Baban S. Ali”(10)
Nakliyecilik yapıyordu, ailesinden uzakta ve bin bir sıkıntı ile… Sivil polis ensesinde ve geleceğinin üstü mavi bulutlarla örtülü değildi, görüyordu.
Cimcozlar’larda sabaha dek bunları düşündü. Sabah, çok sevdiği Rasih Nuri İleri’ ye gideceğini söyledi onlara.
Dolambaçlı yollardan geldi Rasih’e. Sarmaş dolaş oldular ne çok severlerdi birbirlerini. Ne doyumsuz konuşurlardı şimdi. Genç dostu, Cimcoz’lara nedense güvenmiyordu. Gerçi bir kötülük görmemişti onlardan ama yine de canı çok sıkıldı. Gece boyu düşündü ve bir plan yaptı. Sabah yine kaçak göçek çıktı, Hasan ve Ali’ yi buldu. İnanmıştı, neden şüphe edecekti ki, insan değil miydi onlar? İnsan insana niye kötülük yapsındı ki? Kendisinin didinmesi, ailesine hasret kalması canı kızına sarılamaması, güç kanaat geçinmesi, hapislerde yatması, ülkesinin güzel insanları için bir aydın duyarlılığı değil miydi?.. İhtimal ki böyle konuştu sabaha kadar içinden içinden Sabahattin Ali. Aklına zerre kötülük gelmezdi onun.
“Dört yanım puşt zulası, dost yüzlü, dost gülücüklü, alnım öperler suskun, hayın, çıyansı” (11)
Ahh ki onlar tam da böyleydi. Ama onun ruhunun beslendiği kaynak insandı, insana dair kötülük içinde barındıramazdı.
Rasih’e anlattı planını. Rasih’in içi buruldu, acı sardı yüreğini, çok göz önündeydi, tanıyordu ağabeyini hapse dayansa bile yazmamaya dayanamazdı.
“ …….
“Hepinizin beni affetmenizi ve tekrar buluşuncaya kadar sevgiyle hatırlamanızı isterim. Şimdiye kadar kendimden başka hiç kimseye kötülük etmemem için gayret ederdim… Artık kendime de kötülük etmemek için bu kararı verdim…” sonu böyle biten mektubu, Mehmet Ali Cimcoz ve refikasına yazmıştı.
Düşündü, minnetle andı. Bir tek Hasan Ali Yücel olmuştu ülkeyi yönetenler içinde onu kucaklayan.
Sonra sevgili karısına ve biricik Filiz’ine yazdı ağlayarak…
Sabahattin Ali, Aliler hepimizden çok yaşıyorlar …yaşamışlığımı sorguladığım, bana sorgulattığın bu harika yazın için tekrar teşekkürler
Sayın Hocam ne kadar mutlu oldum. Kıymetli yorumlariniz için ben teşekkür ederim
Harika bir yazı.çok etkilenerek okudum.tebrikler hulya duman
Sevda Erk çok ama çok teşekkür ederim
Bu güzel paylaşım için çok teşekkür ediyorum.
Hüzünlü Ama keyif alarak okudum..
Hatice Şimşek hanımcım çok ama çok teşekkür ederim
Hatice Hanım çok mutlu oldum teşekkür ederim
Yine yazmışsın içimize dokunarak acıta acıta çok güzel yazmışsın
Hetem Hocam var ol
Ah! Hülyacığım Sabahattin Ali içimizde küllenmiş bir ateşti sen bu dilin bu muhteşem uslübunla ne kadar güzel ateşledin içim gitti okurken nasıl güzel bir yazı o nasıl akıcı bir üslup bayıldım ya! Ellerine sağlık.
Canim benim anlayan, bilen yüreğinden öperim
Merhaba, şimdi ne olacak? Kaynakçada belirttiğiniz tüm kitapları hemen okumak istiyorum.
Emeğinize ve yüreğinize sağlık.
Birsen Hocam sevgiler güzel yüreğinize
Birsen Hocam var olun. Sevgiler
Birsen Hocam aynı zamanda dönemin ruhunu da taşıdıkları için ben ayrı seviyorum. Selamlar sevgiler. Çok teşekkürler
Birsen Hanım çok teşekkürler . Sevgiler selamlar
Birsen Hocam var olun. Dönem kitapları aynı zamanda. Çok severim.Sevgiler
Canim benim anlayan, bilen yüreğinden öperim
Birsen Hocam aynı zamanda dönemin ruhunu da taşıdıkları için ben ayrı seviyorum. Selamlar sevgiler. Çok teşekkürler
Muhteşem bir inceleme olmuş.
Çok etkilendim
Elinize sağlık
Gülce cim çok teşekkür ederim
“kullanmadıktan sonra
göğsümüzü
dolduran hisler
ve kafamızda
kımıldayan düşünceler
neye yarar?”
Demesi gibi , onunla olan hislerini ve düşüncelerini bizimle paylaşman çok kıymetli Hülya canım . Onu düşünürken İçimizi saran derin kederi seni okurken daha da perçinledim . Sevgiler ,selamlar …
Can Maral çok teşekkür ederim
Canım başarıların devamını diliyorum böyle yazılar bekliyoruz senden yüreğini sağlık kalemine sağlık…Çok öpüyorum
Yıldiz cım çok teşekkür ederim
Yanı başındaymış gibi içselleştirerek anlatılan sarsıcı bir kesit olmuş. Yüreğine, kalemine sağlık ablacığım.
Kubilay canım kiymetli yorumun icin tesekkur ederim
Kubilay cım çok teşekkür ederim
Kalemine ,gönlüne ve emeğine sağlık Hulya’cığım .
Harika bi yazı olmuş. Sevgiler …
Kalemine ,gönlüne ve emeğine sağlık Hulya’cığım .
Harika bi yazı olmuş. Sevgiler …
Hazalım canim beğenmen e sevindim.
Sinop cezaevinden kaçmış 2 kişiden biri Sandığı Şükrü’dür (bir yanımı sardı müfreze kolu)
Diğeri ise sebahattin Ali…
Ve ikisinin hikayesi de buram buram dram kokar…
Biyografi incelemeni bir nefeste okudum… Üzerine çok çalışılmış, detaylarla örülü yüklü bir emek var…
Yüreğine sağlık sevgili Duman…
Ayhan Hocam katkı için de beğenin için de çok teşekkür ederim. Sevgiler
Öyle yalın öyle güzel ki, okurken resmen film kareleri oluşturdum hayalimde senin anlatımınla okurun (yani benim) hayal dünyasının muhteşem buluşması.
Yani demem o ki sen emekli ol yazmaya başla. Çünkü sen tam olarak busun yazmalısın
Semra cım kıymetli yorumun için çok teşekkür ederim. Tavsiyeni tutacağım:))
Muhteşem bir yazı olmuş… emeğinize sağlık.
Özge çok teşekkür ederim.:))
Sevgili Özge çok teşekkür ederim
Sevgili Özge çok teşekkür ederim:))
Ne kadar dokunaklı olmuş.. Yeşil Mürekkep okuma listemde yer alan kitaplardan biriydi. Bugün hemen başlayacağım. Elinize sağlık 🙂
Sevgili Yeşim çok teşekkür ederim. :))
Hülya Hocam ellerinize sağlık, kusursuz bir yazı olmuş. Gerçekten insana yaşanmışlıklarını sorgulatıyor.
Sayenizde kitabı bu sefer farklı bir perspektiften tekrar okuyacağım.
Emir Gönen kıymetli yorumun için çok teşekkür ederim
Sevgili Emir Gönen kıymetli yorumun için çok teşekkür ederim
Sevgili Emir Gönen kıymetli yorumun için çok teşekkür ederim
Yine dehset yorgun we yogun bir günün sonundayim. Kahwem we sigaramın eşliğinde soluksuz okudum, bu güzel yazını . Yüreğine we kalemine sağlık sewgili hülyam. Hep derim yüreğin kadar kaleminde cok güçlü. Orman yüreğinden öpüyorum, güzel we güçlü kadın..
Berfin canim sen de sagol. Bana güç verdin cok öperim seni
Yorgun we yogun bir günün ardından elimde kahwem, büyük bir keyifle okudum hülyam. Benim,yüreği gibi kalemi de cok güçlü olan, guzel dostum, warligina şükür tanidigim ebln güçlü we guzel kadın, yüreğinden öpüyorum seni. Kalemin daim olsun