İNSANDAKİ YIKICILIĞIN KÖKENLERİ – BİRİNCİ KİTAP – ERICH FROMM
KENTSEL DEVRİM
…Daha çok tarla ekilip biçildikçe, daha çok bataklık kurutuldukça, o kadar çok da artı-değer üretilebiliyordu. Bu yeni olanak, insanlık tarihinde en temel değişikliklerden birisine yol açtı. İnsanın ekonomik bir araç olarak kullanılabileceği, köle haline getirilebileceği anlaşıldı.
Gelin, bu süreci ekonomik, toplumsal, dinsel ve ruhsal sonuçlarıyla ayrıntılı olarak izleyelim. Yeni toplumun temel ekonomik gerçekleri, yukarda ortaya konduğu gibi, çalışmanın daha çok uzmanlaşması, artı-değerin sermeyeye dönüştürülmesi ve merkezi bir üretim biçimine duyulan gereksinme idi. Bunun ilk sonucu farklı sınıfların ortaya çıkışıydı. Yöneltme ve örgütlenme işlerini ayrıcalıklı sınıflar yapıyordu; bu sınıflar, üretimin orantısız biçimde büyük bir bölümünü, bir başka deyişle nüfusun çoğunluğunun elde edemediği bir yaşam düzeyini istiyor ve elde ediyorlardı. Onların aşağısında alt sınıflar, köylüler ve zanaatkarlar bulunuyordu. Bunların da aşağısında köleler, savaş sonucu ele geçirilmiş tutsaklar vardı. Ayrıcalıklı sınıflar, ilk başlarda sürekli şeflerce – en sonunda tanrıların temsilcileri olarak krallarca – yönetilen kendi hiyerarşilerini örgütlediler; bu şefler, daha sonra da krallar, tüm sistemin başıydı.
Yeni üretim biçiminin bir başka sonucunun, kentsel devrimin başarılması için gerekli topluluksal sermayenin birikimi için temel bir koşul olarak fetih olduğu kabul edilmektedir. Ama bir kurum olarak savaşın icadı için bir temel neden daha vardı: en üst verimliliği sağlamak için birleşmeyi gerektiren bir ekonomik sistem ile bu ekonomik gereksinmeyle çatışan siyasal ve hanedansal ayrılma arasındaki çelişme. Bir kurum olarak savaş, tıpkı krallık ya da bürokrasi gibi İ.Ö. 3000 yılları dolayında yapılan bir icattı. Bugün olduğu gibi o zaman da savaşa, insan saldırganlığı gibi ruhsal etkenler neden olmadı; savaş kralların ve onlara bağlı bürokrasilerin iktidar ve zafer özlemlerinden başka, savaşı yararlı kılan, sonuç olarak da insan yıkıcılığı ve zalimliğini doğurup artırma eğilimi gösteren nesnel koşulların sonucuydu.
Bu toplumsal ve siyasal değişikliklere, kadınların toplumda ve ana figürünün dinde oynadığı rolde meydana gelen derin bir değişiklik eşlik etti. Artık tüm yaşamın ve yaratıcılığın kaynağı toprağın üretkenliği değil, yeni icatlar, teknikler yaratan zihin, soyut düşünme yeteneği ve yasalarıyla birlikte devletti. Ondan sonra dölyatağı değil zihin yaratıcı güç haline geldi ve aynı anda da topluma kadınlar değil, erkekler egemen oldu…
…Yeni kent toplumunun en önemli yönlerinden birisi, bu toplumun ataerkil egemenlik ilkesine dayalı olmasıdır; bu egemenlikte denetim ilkesi – doğanın denetimi, kölelerin, kadınların ve çocukların denetimi – yapıdan kaynaklanır. Yeni ataerkil insan yeryüzünü tam anlamıyla “yapar”. Onun tekniği yalnızca doğal süreçleri değişime uğratmak değil, bu süreçleri insanın egemenliği ve denetimi altına almaktı; bundan çıkan sonuç, doğada bulunmayan yeni ürünlerdi. Erkeklerin kendileri de toplulukta çalışmayı örgütleyenin denetimi altına girdiler ve bundan dolayı önderlerini denetim altında tuttukları kişiler üzerinde iktidara sahip olmaları gerekliydi.
Bu yeni toplumun amaçlarının gerçekleştirilmesi için her şeyin, doğanın ve insanın, denetim altında tutulması ve, ya kaba güç uygulanması ya da kaba güçten korkulması gerekiyordu. İnsanın, denetlenebilir duruma gelmesi için, söz dinlemeyi ve boyun eğmeyi öğrenmesi gerekliydi; insanların boyun eğmeleri için de yöneticilerinin – bedensel ve/ya da büyülü – üstün gücüne inanmaları zorunluydu. İlkel avcılar arasında olduğu kadar, Cilalı Taş dönemi köylerinde de önderler halka kılavuzluk ve danışmanlık ettikleri, halkı sömürmedikleri halde ve onların önderliği gönüllü olarak kabul edildiği, ya da başka bir terim kullanırsak, tarihöncesi yetke yetkinliğe dayanan “ussal” yetke olduğu halde, yeni ataerkil sistemin yetkesi kaba güce ve iktidara dayalıydı; dömürücüydü; ruhsal bir mekanizma olan korku, dehşet ve boyun eğme mekanizması aracılığıyla yürütülüyordu. Bu yetke “ usdışı yetke”ydi.
Lewis Mumford, kentin yaşamını yöneten yeni ilkeyi çok özlü biçimde dile getirmiştir: “Her biçimde iktidar uygulamak uygarlığın özüydü; kent mücadeleyi, saldırganlığı, egemenliği, fethi – ve uşaklığı – dışa vurmanın pek çok yolunu buldu.” Mumford’ın belirttiğine göre, kentlerin buldukları yeni yollar “zorlu etkili, çoğu kez sert, hatta sadistçeydi” ve Mısırlı hükümdarlar ile bunların Mezopotamyalı denkleri, “yaptırdıkları anıtlarda ve kişisel kahramanlıklarıyla ilgili yazılı tabletlerde, baş tutsaklarını kendi elleriyle kötürüm etmek, işkenceden geçirmek ve öldürmekle övünüyorlardı” (L. Mumford, 1961).
Ruhhçözümsel tedavi konusunda hazırladığım klinik deneyimin bir sonucu olarak, sadistliğin özünün insanlar ve nesneler üzerinde sınırsız, tanrı gibi denetim tutkusu olduğu kanısına çok önceleri varmıştım ( E. Fromm, 1941). Mumford’ın bu toplumların sadist karakterine ilişkin görüşü, benim görüşümün önemli bir doğrulamasıdır…
…Kartaca ve Kudüs’ün yıkılmasından Dresden’in, Hiroşima’nın ve taşı toprağı ile ağaçlarıyla tüm Vietnam’ın ve ulusunun yıkımına kadar olan uygarlık tarihi trajik bir sadistlik ve yıkıcılık tutanağıdır…
Payel Yayınları, sayfa 209 – 213 (3. Basım)