İNCE KABUKLU PEMBE DOMATES
Perşembe pazarında bir satıcı, otuzlarında, kıpır kıpır. Kıvırcık saçları tepesinde bağlı. Rengi solmuş penye tişörtü ve şortu rahat hareketlerine uyumlu. Sol bacağında dizinden aşağı bileğine kadar uzanan garip şekilli bir dövme, kıllarından ne olduğu tam anlaşılmasa da Alice Harikalar Diyarı’ndaki karakterlere benziyor. Hani şu önü kapalı, ayakkabıdan pahalı terliklerden giymiş, koyu kırmızı. Kim bilir belki ucuzlarından taklidini almıştır. Bu seneye kadar yoktu ortalıkta. İstanbul’dan gelmiş. Tiyatroları kapanınca işsiz kalmış bir oyuncu. Pazar tezgahını sahneye mi çeviriyor yoksa? Çok sigara içmiş akşamcılarınki gibi çatallı sesiyle yüksek perdeden haykırıyor. Sesi diğer pazarcıları bastırıyor. Diyaframı iyi kullanıyor belli. “Reçellik çilekler, vişneler, haftaya bulamazsın, kaçırma!”. Komşu tezgahtaki pazarcıya sataşmaktan da geri kalmıyor. Pek de ukala. “Kornişon onun adı kor-ni-şon” diye heceliyor. “Önce adını öğren şu sattığın şeyin.” Elinde tepsiyle dolaşıp “çay ister misin” diye soran çaycıyı, “oturmaya değil çalışmaya geldik” diyerek tersliyor.
Meyvelerin yanında, iki üç çeşit domates de satıyor. Geç kalanlar bulamazlar bu domateslerden en pahalı olanını. Emeklilerin yazlık siteler mahallesinde kahvaltıların baş tacıdır o. Bitmeden alabilmek için erkenden gelir top sakalları kırlaşmış beyefendiler ve türkuaz mavisi kolyeleri kırışık gerdanlarını süsleyen, geniş hasır şapkalı hanımefendiler. Yıllarca sevmedikleri işlere gidip gelip dirseklerini çürüttükten, evlerinin kredi taksitlerini bitirdikten sonra, kalan ömürlerinin “tadını çıkarmak” için yerleşmişler buraya. Sabahları denizden sonra uzun kahvaltı yapmak, öğle uykusunun arkasından arkadaşlarıyla saatlerce okey ve tavla oynamak hayatın tadını çıkarmaktır onlara göre. Yine de yaşamlarını güllük gülistanlık sanmayın. Kavgaları da hiç eksik olmaz komşularıyla. Üst balkondaki çiçeğin yaprakları dökülüyor diye seslerini yükseltip, hır çıkarmaktan çekinmeyenleri vardır. Deniz manzarasına engel oluyor diye gizlice komşu bahçedeki ağaçları kurutanları bile duyduk. “Doğayı severiz” deyip her sene bahçelerine biraz daha beton döker, sürekli yenisi yapılan siteler yüzünden yeşil koy kalmadığından şikayet ederler. Bir zamanlar kendi mekanlarında da boylu çam ağaçları ve gür makilerin olduğunu; tilkilerin, domuzların, kekliklerin yaşadığını çoktan unutmuşlardır. Böyle bir çift, günün ilk müşterisi. Elli kuruşları çıkmayınca, “Bırak abi üç beş kuruşun hesabını yapsak pazarcı mı olurduk” diyor bizimki, laf olsun diye söyledi besbelli.
Hemen yakında etraftakilere benzemeyen birisinin yaklaştığı görülüyor. Siyah lastik pabuçlarının üzerine doğru biçimsizce düşen eski pantolonun paçalarında boya damlaları kuruyup kalmış. Bu ayaklar sadece başı öne eğik, kamburu çıkmış, yaşından fazla gösteren güneşte kavrulmuş bir adamı taşımıyor; aynı zamanda yılgınlığı, çaresizliği, sefaleti ağır bir yük gibi sürüklüyor. Yere düşen yumuşak kayısıyı ezerek yaklaşıyor domates kasalarına doğru. Nasırlı iri elleriyle kavrıyor domateslerden bir tanesini. Baş parmağının ucuyla bastırıp anlamaya çalışıyor; taze mi, sert mi, lezzetli mi? Pazarcı hemen atılıyor ”Abi onlar pahalı, dokuz liralık. Gel böyle. Bunlar dört lira, bak bu da güzel.” Adam hemen elindeki domatesi aldığı yere geri bırakıyor. Hiçbir şey söylemeden gitmeye davranıyor. “Hadi üç buçuk olsun sana, al abicim.” Sessizce uzaklaşıyor adam. Gururu incinmiş olmalı. Adam sormadan pazarcı fiyatı söylemese, hangisini alacağına kendi karar verseydi… Hakkında peşin hüküm veren pazarcıdan, arkasına bakmadan kaçıyor adam. Tıpkı sahilde, basit terliklerini, yıpranmış havlusunu, “amele yanığı” kollarını yadırgayan, “Bu da kim, önüne gelen de bizim sitenin plajını kullanıyor” diyen insanlardan kaçtığı gibi…
Yine dalıp gitmişim. Birisi kolumdan yakalıyor. “Hayatım deniz çok güzel, birkaç saate kalmaz dalga çıkar, hadi bitir alışverişini de kaçırmayalım.” Tabii ya kaçırmayalım, yetişelim…
Zevkle okudum, bu kadar güzel betimlenebilirdi. Tasvirler ve altta yana ironiler. Kaleminize sağlık!