İlk Siftah/ Emre Anılmış

“Merhum Cemal Cort’u nasıl bilirdiniz, ey cemaat-i Müslim’in?”

“İyi bilirdik.”

            Dayımı da bu son gününde öbür tarafa uğurlamak varmış. Halbuki, sağlık sorunu olmayan birisiydi. Hayatında eline ne sigara ne de içki sürmüşlüğü vardır. Ama gelin görün ki bu malum kaderin cilvesi dayımı erken yaşta bu dünyadan koparıp cennete -biz öyle umuyoruz- göndermekten alıkoymadı. Dayım, annemin tek erkek kardeşiydi. Annemle ikisi İstanbul’un yerlisi sayılırlar, İstanbul’un merkezi denilen, eski İstanbul’un başkenti olan Üsküdar’da yaşamlarını sürdürüyorlardı. Babamı erken kaybettikten sonra dayım bize yerleşmiş, evliliğimin ardından ise annemle dayım birlikte yaşamaya devam etmişlerdi. Dayım hiç evlenmemiş, çocukları da olmamıştır.

Dayımın çok fazla eğlencesi olmamasına rağmen bazı zamanlar, özellikle hafta sonları pavyona gitmek konusunda ısrarcı tavırları oluyordu. Her ne kadar annem, onun bu ısrarlarına karşı gelip, kapıda alçıpan duvar olsa da dayımı, o duvarı yıkıp, eğlencenin dibine vururken görürdünüz. İçki yerine meyve suyu, sigara yerine leblebi ile kendini o fırtınalı hayata atıp gecenin sarhoşluğuna hapsederken, sabahın ilk ışıklarına doğru kapıyı çalmasıyla, bir anda kendini yatağının yumuşak ve soğuk koynuna bırakırdı. Sanki iki tane 70’lik bitirmiş bir adamla karşı karşıya kalıyorduk. Ağzı hiçbir şekilde alkol kokmamasına rağmen ortamdan kaynaklı üzerine sinen votka, rakı, cin kokularından oluşan bir kokteyl havası tüm evi kaplardı.

Annemin bu duruma çok üzülmesine rağmen, hâlâ ayakta sapasağlam bir şekilde, gözlerinden bir gram yaş akmadan, cenaze merasimini gerçekleştirmiştik. Dayımın yaptığı iş sebebiyle çevresi çoktu. Mahalle esnafı ve çalıştığı dükkân itibariyle anlaşılan İstanbul’un yarısı buradaydı. Dayımın dükkânı Üsküdar’daydı…

Gerçekten ne yapacaktım şimdi? Ben kim, antika dükkânı işletmek kim? Hiç anlamam desem yeridir ama mecburen de olsa, dayım madem bana bir yer bırakmış, layıkıyla orayı açıp layıkıyla işletmeye çalışacağız. Ama nasıl yapabilirim ki? Daha önce antika dükkânım hiç olmadı, haydi antikayı boş ver, bir dükkânım bile olmadı. Bunun için yeterli teknik destek için internetin velinimetlerinden faydalanmakta yarar var. Hemen antika dükkânı nasıl işletilir üzerine aramalar yapmaya başladım.

Elbette karşıma çok iç açıcı ve bilgilendirici sayfalar çıkmadı. Birkaç yerde sadece antikaları nasıl alınıp satıldığını anlatan bilgiler olsa da bu malumatlar ışığında kendimi çok aydınlatacağımı hiç düşünmüyorum. Azcık annemden aldığım ve öğrendiğim iş tüyoları sayesinde dükkânı açacağım ilk günü olan yarını iple çekerek ilk esnaflık hayallerimi görmek için uykuya daldım.

Çok hızlı bir karar alarak yıllardır dirsek çürüttüğüm satış ve pazarlama işinden ani ve keskin bir imza ile istifamı basmıştım. Uzun zamandır aslında bugünü bekliyormuşum, meğerse. Şirketten çıkarken de sevmediğim kim varsa tek tek onların hepsinin yüzüne karşı, tek namlulu silah gibi laflarımı soktuktan sonra kendimi dışarıda buldum. Plaza hayatı gerçekten bana göre değilmiş, diyerek etrafımdaki insanların bu hayattan soğuması adına bütün hünerlerimi ortaya koymuştum. Artık ne varsa, bütün özel eşyalarımı topladıktan sonra alkışlar eşliğinde otoparka uğurlanırken, bu birden verdiğim karar karşısında eşim beni karşılıyordu. Hiç bilmediğim ve a’sından bile anlamadığım bir sektöre giriş yapmam, onu bir hayli şaşırtmıştı. Elbette, her yapılan bir iş risk taşıyor ama sonuçta her işe başlarken de hiçbir şey bilmeden başlıyorsunuz. Sonuçta karşınıza çıkan her türlü zorluklarda yılmadan, usanmadan ve ümidinizi kaybetmeden başlamaya başlamalısınız. Ben de öyle yaptım.

Bugün yeni hayatımın, yeni penceremin ilk iş günü. Bugün için sıkıca bir hazırlık evresi geçirdiğimi söyleyemeyeceğim. Tabii yaptığınız iş her zaman önemli değil, önemli olan o işi sevebilmek. Ben de bu yapacağım işi sevme ihtimalini seviyorum. Dükkânı bismillah deyip açtım. İçeri yavaş adımlarla girerken burnuma, süzülerek, o tarih kokan ürünlerin tozlu ve zamanı yaşayan kokuları geldi. Her biri, ayrı bir anlam, ayrı bir yaşanmışlık, ayrı bir ruh barındırıyordu. Zamanla onlar gibi olup buranın bir ferdi olacağım düşüncesi ile mutfağa yöneldim. Sabah, yeni dükkanımda ilk çayımı içme hevesi içimi kapladı bir anda. Çayımı demlemeye bırakmışken kapının aralanması ile ilk müşterimin geldiği heyecanını yaşamaya başlamıştım. Ayağım uğurlu gelmişti. Etine dolgun, hafif kısa boylu, saçları birazcık ağarmış, orta yaşın biraz üstünde bir adam içeri girmişti. Etrafa alıcı gözlerle baktıktan sonra yanıma yaklaştı. Elini elime doğru getirdi ve sert bir şekilde tokalaştıktan sonra “Hayırlı olsun, yeğenim“ dedi. Karşı dükkânda bulunan çay ocağının sahibiymiş. Bir sıkıntı, bir dert olursa kendisine seslenmemi söyledi. İçimden, kaldı mı böyle esnaflar, deyip bir çay da ağabeyimize getirdim.

-Sağ olasın yeğenim. Vallahi Cemal’in öldüğüne mi üzüleyim, senin buraya gelmene mi sevineyim, bilemedim.

-Vallahi ben de bilmiyorum. Ama bakalım işte, ben de başladım bir işe, bakalım ne olacak?

-Bir şey olmaz. Günahıyla sevabıyla kazanacaksın. Cemal de helalinden kazanırdı. Son ana kadar dükkânı için ter akıttı. Sen de yaparsın, neyse yeğenim dükkân beni bekler, bir isteğin olursa çekinme söyle. Tamam mı?

-Tamam, teşekkür ederim.

Saatler saatleri kovalamıştı, ilk siftahımı bırak içeri müşteri dâhi girmemişti. Sonuçta, burası pek olmasa da işlek bir ara sokaktı. İnsanların herhalde bu soğuk günde burayı pek kullanma gibi lüksleri yoktu. Bir yandan içerideki ürünleri iyice yakından tanımaya başlamıştım. Çevrede özellikle mineli ürünler çok dikkatimi çekmişti. Çift mineli şamdan, mineli kemer, mineli ilaç kutusu ve daha birçok ürün vardı. Burada olanların hepsinin üzerinde bir yaşanmışlık kokusu hâkimdi. Kim bilir kimlerin evine konuk olmuş, kimlerin duvarlarını süslemiş, kimlerin masalarına kadeh olmuşlardı.

Can sıkıntısından ayna karşısında elmas gerdanlığın üzerimde nasıl duracağına bakarken saatimin bir hayli geç olduğu gözlerimden kaçmadı. Bugün yaklaşık iki demlik çayı tek başıma içip sıkıntıdan patladığım ve bir siftah dâhi yapmadığım bir gün olarak tarihe yazılacaktı. Çayın altını kapattım, son bir kez eşyaların tozunu aldıktan sonra file kepengi kapatmak için demir çubuğu el atmamla bir ses işittim.

-Merhaba, kapatıyor musunuz?

-Tam kapatıyordum, buyurun açayım hemen.

Beklediğim an gelmiş, ilk müşterim gelmişti. Hemen kepengi kaldırdım ve kapının kilidini açtıktan sonra gelenleri içeri buyur ettim. Gelen bir çiftti. Sanırım evlerine antika bir eşya alacaklardı. Ben içeri girince arkamdan hızlıca içeri daldılar ve etrafı kolaçan ettiler. Dikkatlice burunlarını çeke çeke eşyalara ciddi bir alıcı gözle bakıyorlardı. Ben de peşlerinden gidip bir yardıma ihtiyaçları var mı, diye çevrelerinde dört dönüyordum. Uzun boylu, saçları ve gözleri kömür siyahında olan beyefendi bana döndü:

-Şevket Gösterir siz misiniz?

-Evet benim buyurun.

-Bu dükkân bizim.

-Ne demek bizim?

-Cemal Cort, yani babamızdan kalma burası.

-Dalga mı geçiyorsunuz? Ne babası, bir kere evlenmişliği yok adamın. Haydi canım başka kapıya.

-Hesaplaşacağız seninle, annemi kahretti bu adam, sen de onun gibi öbür tarafı boylayacaksın.

Antika eşyalarla baş başa kalmıştım. Bunca sermayenin yanında yıllarca bizi uyuttu mu acaba düşüncesi etrafa bir mızrak gibi fırlatılmıştı. Acaba nereden çocukları oluyorlardı? Gerçekten gerçekleri mi söylüyorlardı? Bunca pireli düşünceler ışığında kepengi indirdikten sonra dükkanımı kapatıp evimin yolunu tuttum. Televizyon karşısına geçip eski bir film açtıktan sonra uyuyakaldım ve sabah pazarlama şirketimde ilk iş günüme başladım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir