Gidemeyenler
“Aslan heykelinin ağzından çıkan su, bahçenin tam ortasındaki havuzu dolduruyordu. Sanki ne kadar aksa yetmeyecek, tabandaki bir çatlağın sebep olduğu sızıntı yüzünden gelen geri gidecek, toprağa karışacaktı. İki parmak yükselip bir o kadar alçalan, böylece beklemekten yeşeren su çürüyecek, berraklığını yitirecekti.” (sayfa 52)
Kitaptan en sevdiğim paragrafla başladım. O anda romanın kahramanı Aksel, asistanlık yaptığı üniversitenin orta bahçesinde durmakta ve su yüzeyindeki yansımasına bakmaktadır. Bu paragrafta çok güçlü bir metaforun etkisine kapıldım.
Yaklaşık on aydır, kitap tavsiyelerine “eve kapandığımız salgın günlerinde” diye başlandığını görüyorum. Kitap okumak benim için ekmek, su gibi ihtiyaç olduğundan, okumak için eve kapanmam gerekmediğinden hiç üstüme alınmıyorum o sözleri. Hatta ev halkının tümü bütün gün evde olduğu için, iş yükümün arttığını söyleyebilirim, yine de şikayetim yok yeter ki sağlık olsun diyorum. Kimisi evde zaman geçirmekten zevk alırken, kimisinin kaygısı artabiliyor, “başladığım kitabı bitiremiyorum” diyenlere rastlıyorum. Gidemeyenler, sabah kahvaltıda başlayıp, akşam kahvesinde bitirebileceğiniz akıcılıkta ve hacimde (130 sayfa). Olaylar 2020 yılında İstanbul’da geçiyor, dolayısıyla okuduğum en güncel roman diyebilirim Gidemeyenler için. Yine de bir salgın romanı değil bu. Sadece romanın son bölümünde salgın nedeniyle yasakların başlaması yer alıyor.
Yazar Gidemeyenler’de y kuşağını anlatıyor. Y kuşağı 1980-1999 yılları arasında doğanları kapsar. Birkaç yıl farkla dahil olmadığımı düşünürdüm ama okuyunca daha iyi anladım ki y kuşağı ile aramızdaki fark birkaç yıl ile sınırlı değil, çok daha uzak. Çalıştığım dönemde, ofiste doksan doğumlular ilk işe başladığında davranışlarını yadırgadığımızı hatırlıyorum. Hatta stajyerler bile fotokopi çekmek istemiyor, “o benim işim değil” diyebiliyorlardı. Bu kuşaktan bahsederken, yazar açıkça altını çizmemiş ama demografik, sosyolojik, ekonomik açıdan da belki sınırları belirlemek gerek. Anadolu’daki çoban, köylü, işçi, göçmen için sırf yaşları tutuyor diye bu kuşağın özelliklerine dahil edemeyiz. Yazarın da belirttiği gibi, büyük şehirlerde servislerle okullara gönderilen çocuklardan oluşuyor bu kuşak. Yazar bu kuşağın arafta olduğunu söylüyor. Kendilerini kıstırılmış, engellenmiş hissediyorlar. İnandıkları, bağlandıkları, kendilerini adayabilecekleri sağlam bir görüşleri yok. Gündemleri sürekli değişiyor. Aynı anda pek çok şey yapmak istiyor ve sabretmek istemiyorlar. Bunların hepsi romanda tüm açıklığı ile yazılmıyor belki ama Aksel ve çevresi üzerinden bu fikri alıyoruz.
Aksel sayesinde akademik kariyer ve zorlukları ile ilgili fikir sahibi oluyorum. Hemen burada John Williams’ın Stoner (YKY, 1. Baskı Ağustos 2020 çeviri: Özlem Güçlü) romanı aklıma geliyor. Elli yıllık gecikme ile ülkemizde yayımlanan, üniversitede akademisyen olan Stoner karakterine odaklanan şahane eseri anmadan geçemezdim, akademi çevresi derken.
Aksel şu sözleri ile kuşağının içinde bulunduğu rahatsızlığı bize özetliyor aslında: “Sırf benden yirmi sene önce doğduğu, bir önceki kuşaktan olduğu için en büyük hayalimi gündelik hayatı olarak yaşıyor. Benim ağırıma gidiyor.” Bu sözü kendisinden beklenenlerden daha azını gerçekleştirerek istediği mevkie gelebilmiş akademisyenler için söylüyor.
Aksel’in asistanı olduğu hocası ile hayranlıkla başlayan sonra kendi deyimi ile sıradanlaşan bir ilişkisi var. Bu ilişkinin romanda yeterince anlatılmadığını düşünüyorum. En azından benim merak ettiğim bazı şeyler var. İlişkileri nasıl başladı, başlarda nasıldı, ne oldu da görüşmez oldular, hep mi böyleydiler yoksa, bu durum onları nasıl etkiledi? Özgür Hoca Aksel’in başka şehre gitmesini istemeyecek kadar ona bağlı görünüyor ama bu durumda akşamları, hafta sonları hiç görüşmemeleri yadırgatıcı ve sanki bunu dert etmiyorlar. Cinsellik konusunun romanda bahsi geçtiğini anımsamıyorum. Herkes cinsiyetsiz gibi bir algı oluştu bende.
Yazar, bir kadın karakterin ağzından ben diliyle yazmış romanı. Bu durumu önemserim. Başarılı buldum ve erkek yazmış gibi hissetmedim. Sadece bir küçük ayrıntı: Aksel’in arabadan inmeden hafif makyaj yapması ve bir kısımda da rujunu düzeltmesi. Ofis çalışanı kadınlar için yemekten sonra diş fırçalamak ya da dişindeki bir kırıntıyı kürdanla almakla aynı şeydir bu ayrıntılar. Belki o esnada aynada kendisiyle ilgili bir değişiklik görüyorsa ya da bunun gibi bir şey oluyorsa hikayeye katkı sağlayabilir.
Yazar, karakterin öykü yazma çalışmasını ve hatta bir senaryo denemesini de romana katmış. Bu tarz son yılların modası sanıyorum, bir çok eserde rastlar oldum. Bana kalırsa çok gerekli değil. Karakter, yazmaya çalışması ve yazdıkları üzerinden anlatılmaya çalışılabilir elbette. Bu yazarın seçimi.
Roman, kendi neslini anlatmak için bir öykü yazmaya çalışan Aksel’in kaleminden dökülen iki sayfayla başlıyor. Aksel, kuşağının arafta olduğunu düşündüğü için “araf” üzerine çalışmalar yapıyor. Din kitaplarında ilgili bölümleri açıyor, bir kısmını bizimle paylaşıyor. “Araf” kelimesinin romanda fazlaca kullanıldığını düşünüyorum. Yazar, daha doğrusu romandaki yazar Aksel diyelim neslinin arafta olma halini anlatırken, “kızmayın ne olur” diyerek mültecilerin iki sınır arasındaki olmaları benzetmesini yapıyor. Ben de kusura bakma Aksel ama kızarım diyorum okurken.
Aksel romanın sonuna doğru bir iç dökmesi ile “bırakmıyorlar”, “bırakmadılar”, “kurtulamıyorum” fiillerini kullanarak yapıp edemediklerinden birilerini suçluyor, açıkça muhatap belirtmiyor, çokça şikayet ediyor, sorumluluk üstlenmiyor. Bu da bu neslin özelliği herhalde deyip gülümsüyorum. “Tamamlanmak öldürür bizi.” cümlesi ile roman sona eriyor.
Yazımı tamamlamadan önce yazar Kerem Görkem’den bahsetmek istiyorum. 2016 yılında yayımlanan Aile Fotoğrafı romanı ile tanıdım kalemini. Okuyalı dört yıl oldu, üzerine yüzlerce kitap okudum ama bir boşanmayı anlattığını hatırlıyorum. Annem ve arkadaşlarım da benim sayemde haberdar olup okumuşlar, çok sevmişlerdi. O zamanlar henüz yirmi iki yaşında olan bir yazarın, olgun bir kadının duygularını nasıl anlatabildiğine hayret etmiş, nasıl oluyor da bunları bilebiliyor diye aramızda konuşmuştuk. Halbuki hayret edecek bir şey yok belki, edebiyat tarihi genç yaşında büyük eserler veren yazarlarla dolu. Az bilinen bir tanesini buraya not düşeyim: İspanyol yazar Carmen Laforet’in yirmi üç yaşında iken 1944 yılında yazdığı Hiç isimli romanı.
Gidemeyenler’i keyifle okudum, sizin de okumanızı ve y kuşağı dünyasına konuk olmanızı isterim. Ben zaten o kuşaktayım diyorsanız o halde daha da güzel…
Gidemeyenler, Sia Kitap Yayınları, 1. Basım, Aralık 2020