DÜŞÜNÜYORUM AMA VAR MIYIM?
“Hep denedin, hep yenildin. Olsun! Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil.”
Beckett bu sözü “Murphy” adlı eseri yayıncılar tarafından yayına değer bulunmadığında mı söylemişti, bilmiyorum. Öyle böyle değil, tam kırk iki yayıncıdan söz ediliyor biyografi yazılarında. İyi bilirim bu duyguyu. O kadar yayıncıya ulaşamasam da reddedilmenin ne demek olduğunu bilirim. Düşününce, “İyi ki reddetmişler” diyorum, yoksa asla pes etmemeyi öğrenemezdim! Bazen bir şeyleri başarmak için daha iyi yenilmeyi öğrenmek gerekiyor. Ve umudu asla kaybetmemek… 20. yüzyıl deneysel edebiyatın en güçlü kalemlerinden ve Absürd Tiyatronun önde gelen isimlerinden biri olan Samuel Beckett için umut her zaman vardır. Onca karamsarlığına, kötümserliğine, nihilistliğine, umutsuzluğuna rağmen… Öyle ki, hiçbir anlamı olmayan bu dünyada, kendi varoluşumuzu anlamlı kılma çabalarımız, içimizdeki o küçücük umudun sayesinde değil midir? Her şeyin anlamsız olduğunu kabul edersek bu saçma varoluş durumuna nasıl katlanabiliriz?Burada altını çizmemiz gereken nokta var oluşumuzu anlamlı kılma çabası. Camus insanın kurtuluşunu bu anlamda bulur. Beckett içinse kurtuluş düşüncesi yoktur. Beckett’in felsefesini, yazarlığını, dünyaya bakışını en güzel yansıtan eseri kuşkusuz “Godot’yu Beklerken” dir. Gülünçlük ve tekrar üzerine temellenen ve Absürd tiyatronun şaheserlerinden biri olarak kabul edilen oyun, 1953 de Paris’te sahnelendiğinden beri hala güncelliğini korumakta ve çeşitli ülkelerde sahnelenmeye devam etmektedir. Oyun, Absürd Tiyatronun bir özelliği olan giriş-gelişme-sonuç gibi bir olay örgüsüne sahip değildir. Karakter ve mekan analizi yoktur. Sürekli tekrarlardan oluşması, başladığı yere geri dönmesi de oyunda zamanın doğrusal değil, döngüsel ilerlediğini gösterir. Eleştirmen Vivian Mercier, “Beckett teorik olarak imkansız bir şeyi, hiçbir olayın geçmediği ama yine de seyircinin koltuğuna yapışıp kaldığı bir oyun yazmayı başardı. Dahası 2. Perdede 1. Perdenin kurnazca tekrarlandığı düşünülürse, hiçbir olayın geçmediği bir oyun yazmayı iki defa başardı” derken, aynı zamanda Absürd Tiyatronun temeli hakkında bize gerekli bilgiyi de veriyor. Eser, eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ne olduğu, hatta var olup olmadığı bilinmeyen bir kimseyi – ya da “şey”i- beklemelerini konu alır. Oyunda çarpıcı bir biçimde varoluş felsefesinin işlendiği söylense de Beckett bunu reddeder. Zira Varoluşcular insan durumunun akıl dışılığını son derece mantıki bir akıl yürütme ile ortaya sererken, Absüsd Tiyatro, insan durumunun anlamsızlığını ve bu duruma akılcı yoldan yaklaşımın yetersizliğini, akılcı yöntemleri bir kenara iterek göstermeye çalışır. Oyun aynı şekilde başlar ve biter. Beckett’in burada yaptığı, Vladimir ve Estragon karakterleriyle, anlamsız bir varoluşun sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen sürecinden bir kesit sunmaktır. Bu karakterler, saygınlıklarını ve özsaygılarını kaybetmiş, toplumdan kopuk, kafası karışık, şaşkın kişilerdir. Beckett onların kişiliklerinde “Niçin varım?” sorusuna değil, “Acaba var mıyım?” sorusuna yanıt arar. Karakterler kendilerini bir türlü anlam veremedikleri bir dünyada hissederler. Bildikleri tek şey Godot’yu bekliyor olmaktır. Bu iki ana karakter bekleyişlerini olmayan zamanın alabildiğine yavaş akışı içinde ve “hiçbir yer” özelliği taşıyan sahnede geçirirler. Beklerken birbirleriyle sürekli konuşur, tartışır, darılır, barışırlar. Susarlarsa varlıklarından şüpheye düşecekleri için konuşurlar ama bu aralarında bir iletişim sağlamaz. Çoğu cümleye başlayıp yarım bırakmaları, yaşamın tek düze ve monotonluğuna olan vurgudur. Godot, Vladimir ve Estragon’un bekleyişine son verecek bir olgu olsa da aslında geleceğinden emin değillerdir. Neticede her birey ve toplumun onu kendi kimliğine göre yorumladığı bir Godot’su vardır. O umutsuzluğun içindeki umuttur! Beklenen Godot değil umuttur. “Düşünüyorum, ama var mıyım?” anlayışı oyun sonuna kadar devam ederken, yaşama dayanabilmemizin tek yolu; insanın durumu ne denli anlamsız olursa olsun, yaşamın bir anlamı olması gerektiğidir. Beckett, oyunlarında olduğu gibi romanlarında da Kafka’nın Dava ve Şato’sunda olduğu gibi anlaşılmaz bir bekleyiş ve arayış tedirginliğini büyük bir ustalıkla sergilemiş, eserlerinin güç anlaşılırlığına karşın insan gerçeğini ve yoksunluğunu büyük bir tutarlılıkla işlediği için 1969 da Nobel Edebiyat Ödülünü almıştır. İnsan varoluşunun hüznünü ele almasına rağmen güldüren bir yazardır da. Onun kapkara gülmecesi çağdaş trajik komedinin salt mutlaklaşmış halidir. Dolayısıyla oyunları Modern Tiyatroyu derinden etkiler. İnsan hayatının aldatıcı ve boş olduğunu anlatırken, anlaşılamaz ve akıl erdirilemez bir dünya karşısında hissedilen umutsuzluk ve bu umutsuzluğa rağmen yaşamda kalma isteğini vurgular. Sözcükleri her zaman kırılgan ve belirsizdir. Neyi ifade ettiklerinden asla emin olunamaz. Kurgusu her zaman kendinden şüphe eder ve metinsel bir şaşkınlık içerisindedir. Beckett, hayata lanet okuyan bir insan olarak gösterişi ve kalabalık arasında yaşamayı sevmez. Nobel ödülünü kazandığında bile bu yüzden ödül törenine katılmaz. Ödül parasını da ihtiyacı olanlara dağıtır. Sessiz, takıntılı ve yalnızdır. 2. Dünya savaşının hemen sonrasında yazmaya başlaması, bunalım ve umutsuzluk duygularının yazarın hayatının bir parçası olmasına sebep olmuştur. Resmi biyografi yazarı James Knowlson’a göre ise aslında çok eğlenceli, şakacı olabilen, müthiş bir mizah duygusuna sahip, çok iyi bir dosttur Beckett. 1989 yılında eşinin ölümüyle çok sarsılan Beckett, aynı yılın Aralık ayında bir bakımevinin soğuk duvarları arasında tek başına ama son güne kadar yazarak yaşama veda eder.
|
|
|