ELMAS

Ekrem telefon açıp, geç geleceğini söyleyip ardından kızlarını sormuş, proje ödevi için arkadaşında olduğunu öğrenince de sen hiç çıkma ben gelirken alırım onu demişti. Ne kadar çok ödev veriyorlardı çocuklara. Daha altıncı sınıf öğrencisi… Neyse ev en az bir saat daha onundu. Bütün gün toplantıdan toplantıya koşmuş, yorucu bir gün geçirmişti zaten…Bir şeyler atıştırıp ardından kendine bol köpüklü bir kahve yapıp televizyonun karşısına geçti. Arada böyle yalnız kalmak da fena olmuyordu. Kahvesinden bir yudum aldı, kutsal kumandayı eline alıp mevzi kazanmış komutan edasıyla kanallar arasında gezinmeye başladı. Bir antilop sürüsüne denk geldi, oradan başka bir kanala geçip pasta yapan yakışıklı şefi izledi, derken bir yarışma programına rastladı ,oradan hop başka bir kanal…Tanıdık bir ses onu ekrana mıhlayıverdi. Elindeki fincanı sehpaya bıraktı. Boğazından tuhaf bir haykırış çıktı.

Aaa… Elmas bu, Elmas! Elmas cumartesi annesi olmuş… Elmas bu…

Pendik’te oturduğu günlerde, daha bekârken, sabahları aynı trene bindiği Elmas… Televizyonun sesini açtı. Elmas, saçlarında beyaz tülbent, anlında siyah bir bant , çatık kaşlarıyla , kanlı canlı karşısındaydı. Muhabirin uzattığı mikrofona konuşuyor, daha doğrusu öfkeli bir ses tonuyla haykırıyordu. Yaşlanmış, çökmüş, son gördüğü Elmas’a hiç benzemeyen…Yüzü sapsarıydı, gözbebeklerinde öfke, acı, umutsuzluk, sesinde yaralı bir hayvanın çığlığı vardı. Bana oğlun dağa çıkmıştır diyorlar. Tam yedi yıl oldu, haber yok !Ölü mü, diri mi, aç mı, susuz mu bilen yok. Sağ elinin işaret parmağını muhabire doğru sallayıp, gözlerini kıstı. Dağa çıkacak çocuk değildi o, dağı ne bilsin küçücük çocuk. Üniversite sınavından çıkınca otobüse atlayıp doğru köye gitmişler. Amcasının oğlu karakoldan  ateş açıldığını, Sabri’nin ayağından vurulup yere düştüğünü görmüş. Eve, dedesine haber vermeye gitmiş, hemen koşup gelmişler, ev de iki adım ötede .Geldiklerinde vurulduğu yerde yokmuş, kan izleri duruyormuş ama kendi yokmuş. Biz geldik, jandarma karakoluna gittik ,emniyete gittik yok. Sanki kuş olup uçmuştur oğlum. Kaybettiler oğlumu. Kaybettikleri gibi bulsunlar .Ellerini iki yana indirdi ses tonu yumuşadı. Daha on yedi yaşındaydı hayalleri vardı, okuyup mühendis olacaktı. Ne yapmış benim oğlum anasının, babasının, dedesinin köyünü merak etmiş. Yüzü karardı gene ellerini havaya doğru kaldırıp bağırmaya başladı. Suçu bu mu, ineğin peşinden koşmuş, suç mu? Çocuklar bize deselerdi gideceğiz , göndermezdik. Köyün boşaldığının ne manaya geldiğini biz biliyorduk, onlar bilmiyordu. Bilselerdi giderler miydi hiç? Oğlum bulunsun, yetkililere sesleniyorum oğlumu bulun bana!. Siz kaybettiniz onu. Geri verin! Onu bulana kadar buradayım ben. Ölene kadar buradayım ,bütün kayıp yakınları buradayız artık!.

Muhabir, mikrofonu başka bir anneye uzattığında, elinde oğlunun fotoğrafıyla, duvar dibine sıralanmış kendi gibi beyaz tülbentli, siyah bantlı, sarı benizli, gözlerinin ışığı ölgün kadınların yanına çöküverdi.

Aylin panik halinde telefona sarıldı, kızı hemen yanında olsun istiyordu, gözünün önünde. “Ekrem neredesiniz, Elif’i aldın mı?”Ohh… Elif ‘i şimdi almış, yarım saate gelirler. Kokusunu bile özledim kızımın, onun başına bir şey gelse, dayanamam. Ekrem de şaşırdı telaşıma. Telefonundan bir şarkı bulup dinlemeye başladı. Kötü şeyler düşünmek istemiyordu. Bir kadın şarkıcı insanın içine dokunan duru bir sesle Ülfetim var nice yıldan beridir gamla benim diyordu. Keder, hüzün her yerdeydi. Elinde fincanla mutfağa doğru ilerlerken, aklı hâlâ Elmas’taydı. Düşünüyordu kaç yıl önceydi son görüşmeleri. On beş yıl olmuş muydu? Belki daha da fazla…

İki yıl sabahın köründe, neredeyse onlardan başka kadının olmadığı o saatlerde, aynı trene binip işlerine gitmişler, yağmurda, çamurda, karda çoğu kez geciken treni beklemişler, birbirlerine yoldaşlık etmişlerdi. Elmas’ın genç bir kadından çok, ergen erkek çocuklarına benzeyen halini, başlarda yadırgasa da sonraları alışmıştı. İki yıl boyunca, son gün hariç üzerinde, kot pantolon kareli gömlek dışında bir şey görmemişti. Göğüslerini ilk iş yerindeki şefinin tacizlerinden sonra, bezlerle sıkı sıkıya sardığını anlatmış, gülerek böyle erkeğe benzeyince kimse ilişemiyor demişti. Çok konuşkan biri değildi. Utangaç, sessiz, saygılı, kendi halinde. Kısa kesilmiş saçlarının çevrelediği köşeli yüzünde güneş yanığına benzer lekeler vardı. Sadece oğlundan bahsederken, kahverengi hüzünlü gözlerinde sarı, yeşil ışıklar oynaşır, yüzü  berraklaşır, aydınlanır, işte o zaman güzelleşirdi.

Mutfakta boş gözlerle sağa sola baktı, eli hiçbir işe gitmedi. Canı bir şey yemek istemese de dalgınlıkla buzdolabından bir portakalla elma çıkardı. Göğsünün üstüne bir taş gelip oturmuştu sanki. Ahhhh. Elmas ne çok çile çektin sen. Çilen bitecek sanmıştık. İzmir’e giderken nasıl umutlu, nasıl huzurlu, nasıl güzeldin. O sabah plili etekliğin, lacivert triko bluzun, her zamankinin aksine topuklu şık, ayakkabıların, hafif makyajlı halinle çok şaşırtmıştın beni. Saçlarına fön bile çektirmiştin. Güzel olmuş muyum? derken utangaç, mahcup  gülümseyişin bugünkü gibi aklımda. Güzel ne kelime, şahane olmuşsun da. Hayırdır ne var? demiştim çekinerek. Bir an gökyüzüne doğru bakmış, seninle az konuşmamız lazım anlatacağım şeyler var deyip peronun en sonundaki banka doğru çekiştirmiştin beni. Sonra pat diye eklemiştin Hasan’dan boşanıyorum, Gülbahar hamile. Hasan’ın kocan olduğunu anlamıştım da, daha Gülbahar kim diye soramadan anlatmaya başlamıştın.

Aylin’in yüzünden hüzün bulutları geçti, gözleri doldu. Düşünmek hatırlamak onu yorsa da zihnini durduramıyordu.

Nemli, umut veren, kırlangıçların tepelerinde uçuştuğu bahar sabahında merak ve ilgiyle dinlemişti onu. Kah gülümseyerek kah ağlamaklı tane tane, usul usul her zamanki sakinliğiyle anlatmıştı Elmas yaşadıklarını. O anlatırken alt yoldan geçen arabaların sesi, tepelerinde dolaşan martıların çığlıkları, tren düdükleri, insan fısıltıları hepsi kaybolmuştu.

Bir tabak aldı üst raftan, çekmeceden meyve bıçağını çıkardı, masaya oturup yavaşça elmayı soymaya başladı. Kafasının içinde dönüp duruyordu Elmasın anlattıkları.

Ahh bir insanın yüzü gülmemeye görsün genizden gelen sıcak sesi ve değişik şivesiyle konuşmasını sürdürmüştü. Badem ağaçlarıyla çevrili, kuzuların oğlakların koşuşturduğu, dağlardan gelen otların kokusunun evlere kadar ulaştığı köyünü anlatırken, onun bakışlarındaki özlemi görmüştü. Sonra gözleri dolu dolu anasının nasıl hastalanıp birden bire ölüverdiğini, daha on bir yaşında sahipsiz kaldığını söylemişti.

Aylin eline bir dilim elma alıp ısırdı, boğazından zor geçti, yarısı ısırılmış dilimi tabağa bıraktı. Mutfağın penceresini açtı, taze hava serin serin yüzüne çarptı. Bazı insanlar bahtsız doğuyordu demek. Önce öksüzlük ardından hırçın, sevgisiz üvey anne. Sonra da daha on altı yaşında halasının oğluyla evlilik…Benim hayatımdan ne kadar farklı, arada Ekrem’den şikayet ediyorum ya, ona haksızlık mı yapıyorum acaba? Telefonumu niye açmamış, hadi toplantıdaymış diyelim sonra uygun olduğunda niye aramamış bunun gibi ipe sapa gelmez bir sürü şeyle adamın başının etini yiyorum bazen. Elmas’ın dertlerinin yanında ne kadar basit şeyler. Talihsiz Elmas’a evlendikleri ilk gece dışında elini bile sürmemiş kocası, ne acı. Meğer başka sevdiği varmış adamın. Elmas O zaman niye günahıma girdin dediğinde, Birlikte olmasaydık, o kanlı bezi görmeselerdi, senin için iyi olmazdı. Hem fena mı oldu? Seni analığından da o dünyanın unuttuğu köyden de kurtardım demiş pişkin pişkin. Kimselere de anlatamamış derdini canım benim. Kime anlatacak ki… O sürekli iğneleyen  senden kadın olmaz, şu haline bir bak kadına bile benzemiyorsun, ne cilveden anlıyorsun ne işveden, diye söylenen, üstüne üstlük durmadan ev temizleten  gaddar halasına mı? Çamaşır sularından elleri parçalanmış garibimin. Sonra hamile olduğunu öğrenmiş. Anlayacağın oğlum tek gecelik kadınlığımın meyvesi. Dünya bir yana o bir yana derken, gözlerinden ışıklar saçarak gülümsemişti. Adam, doğumdan günler sonra uğramış yanlarına. Adı Sabri olsun deyip, gitmiş. Ölen kayınpederinin adı.

Aylin pencerenin önüne gidip karanlık sokağa baktı bir süre ne yapsa sıkıntısı geçmiyordu, içinden Elmas’ın kocasına daha çok kızdı. Bir de utanmadan kadına sormadan çocuğa isim koymuş. Nasıl bir insafsızlık bu. Evlenmeseydin o zaman. Bir insanın hayatıyla oynamak bu kadar kolay mı? Ah, erkek egemen dünya, bitiremediğimiz akraba evlilikleri. Allah bilir oğlan olmasaydı belki de çocuğun yüzüne bile bakmayacaktı. Nasıl olmuşsa beyefendi o günden sonra akşamları iş dönüşlerinde uğramaya başlamış yanlarına. Aile olacağız sonunda diye sevinmeye başlamış bizimki, ama kocası artık bana eskisi gibi abi de deyince de umudu tükenivermiş Ondan bana yar olmayacağına o an iyice emin oldum. Böyle söylerken, sesinde ne üzüntü ne kırgınlık derin bir keder vardı sadece. Aylin ne diyeceğini bilememişti. Bir süre susmuşlar sonra yine anlatmaya devam etmişti Elmas. Çocuk ele avuca gelince bir yemek fabrikasında bulaşıkçılık işi bulmuş, kaynanası itiraz eder zannetmiş ama kadın hiç ses etmemiş, üstelik  sen çalış yeter ki Sabri’ye ben bakarım diyerek şaşırtmış Elmas’ı. Canım benim. Tam ohh deyip iyi kötü bir düzen tutturmuşken, bir akşam işten döndüğünde eşyalarını alt kata taşınmış buluvermemiş mi? Tabii, sonra da üst katta tamirat başlamış. Tamirat bitince, bir kamyon dolusu yeni eşya gelmiş üst kata. Bir kaç gün sonra da kocasını süslü bir kadınla kol kola salınarak merdivenlerden yukarıya çıkarlarken görmüş. Gözünün önünde ne acımasızlık. Hemen sonraki gün de davullu zurnalı düğün …  Elmas’ın sesi nasıl da titriyordu tüm bunları ardı ardına sıralarken. O gece sabaha dek, çocuğuna sarılıp göz pınarları kuruyana kadar ağlamış. Ağlayamıyorum artık derken, öyle bir bakışı vardı ki içi paralanmıştı Aylin’in. Büyük eltisi, yeter artık çektiğin çile , bizimle İzmir’ e gel .Sana iş buluruz, çocuğunu huzurla büyütürsün demeseymiş canım Elmas kendini bu dünyada hep bir başına hissedecekmiş.

Aylin yeryüzünde neyse ki iyi insanlarda var diye düşünmüş, büyük eltiyi tanımadan sevmişti. Kendi kendine gülümsedi. İnsan birini görmeden de pekâlâ sevebilirdi. Ne yani? Severdi tabii… Elmas, yuva yapmaya çalışan kırlangıçlara bakıp iç geçirip anlatmaya devam etmişti. Ben de bıkmıştım, ayrılalım bitsin gitsin diyordum ama biryandan da biraz daha burunları sürtülsün istiyordum. Sonra geçen  akşam kapım çaldı, bir baktım ki Gülbahar…Ne yüzle gelmiş ?diye sormuştu Aylin. Onu dinleyince ona da hak verdim demişti. Elmas ah! O iyi yürekli kadın! Kendi derdini bırakmış bir de ona yanıyor. Aylin onun nasıl bu kadar çileye dayandığını anlayamıyordu. Hiç bir zamanda anlayamayacaktı. Onun doğduğu büyüdüğü güzelim Çanakkale’sinde hiçbir kadın ne dün ne de bugün böyle bir davranışa uğramamışlardı ki. Doğdukları andan itibaren kız çocuklar baş tacı edilir sevgiyle özenle büyütülür okumak isteyenler okutulurdu. Bir kız çocuğu öksüz kalsa bile mutlaka sahip çıkacak ablası teyzesi halası bulunur o da olmasa konu komşu sahip çıkardı. Aklı almıyordu bir türlü . Kadınlar…Tanıdığı bildiği ya da tanımadığı kadınlar… İstemedikleri biriyle bir de üstelik erken yaşta evliliğe zorlanacaklar. Olacak şey değil!. Annelerinin zamanından beri herkes gönlünün sevdiğiyle evliydi. Hele kumalık…O bölgede hiçbir zaman olmamıştı.

Gülbahar’a acıyan güzel Elmas gözlerinde neredeyse sevgiyle anlatmıştı o konuşmayı. Ben kimsenin yuvasını yıkmadım, kendimizi bildik bileli sevdalıyız biz, üç ay sonra bebemiz geliyor, oğlunu istersen bize bırakır yeniden evlenirsin, sen de daha gençsin. Dedi. Bahar yeşili gözlerin den ılık yaşlar damladı, ellerime. Oğlumu kimselere bırakmam dedim . Tamam bırakma ama elimiz üstünüzde olacak deyip çıktı gitti. Böyle söyleyip gülümsemiş, ardından eklemişti. Artık kendimi ve oğlumu düşüneceğim. O kara günler bitti. Eltimle konuşup geleceğimizi bildirdim dün sabah. Birazdan da avukata vekâlet vereceğim, seni göreyim diye erken geldim sonra da işyerindekilerle vedalaşacağım. Birkaç güne gideriz.

Nasıl da sımsıkı sarılıp iyi şanslar dilemişlerdi birbirlerine. Elmas’ın yüzünde hüzünle neşenin yer değiştirmesini görmüştü.

Aylin içinin sıkıntısını gidermek istercesine sehpanın çekmecesinde duran eski dekorasyon dergilerini çıkardı, kapağında yeşillikler içinde bir kır evi olanı alıp sayfalarını çevirmeye başladı. Koltuklar, sehpalar, abajurlar… Nereye bakarsa baksın gözünün önünden Elmas’ın yüzü gitmiyordu bir türlü. Dergiyi bıraktı telefonunu kurcalamaya başladı. Ekrem’le konuşalı yarım saati geçmiş, beş on dakikaya gelirler börekleri mikro dalgaya atsam mı? Bir tabağa kızının sevdiği patatesli börekten bir tabağa da kocasının bayıldığı ıspanaklı börekten koyup mikro dalgaya yerleştirdi. Düğmeye basıp çalıştırdı. Elmas acaba çok istediği, hep anlattığı gibi o küçük lokantasını açabilmiş miydi? Börekler saracak, içli köfteler yapacak, çiğ köfteler yoğuracaktı. İzmir’e her gittiğinde bir yerlerde karşılaşıvereceklerini düşünürdü. Şimdi… Çoktandır sigara içmiyordu, canı istedi birden, yatak odasına gitti, çekmeceyi açtı, bir süre aranıp, sonunda buldu, ocağın aleviyle yakıp balkona çıktı. Gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu artık. Yeni tanıştıkları zamanlardı. Küçük, siyah cüzdanından, yüzü gururla ışıldayarak, oğlunun resmini çıkartıp göstermiş çok akıllı, çok uslu benim oğlum, onu okuduğu yere kadar okutacağım demişti gülümseyerek. Fotoğraf gözlerinin önündeydi şimdi. Siyah saçlı, gözleri cin gibi parlayan altı yedi yaşlarında bir erkek çocuğu, herkesin çocuğu gibi güzel, akıllı, sevgili, eşsiz.…

Belgin Bıyıkoğlu kasım 2016

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir