KARANLIK İLAH POE
Polisiyenin atası olarak anılan Edgar Allan Poe’nun yaşam öyküsü, yazdığı talihsiz karakterlerin hikayelerini aratmayacak düzeydedir: “… ömrünü sığınacak bir kovuk arayarak geçirmiş, sığındığı her kovuğu teker teker yitirince, korkularının karanlığına sığınmış, lanetlenmiş bir kahraman. Acılarla başa çıkamayan, anlam arayan, neticede çoğu insan gibi içkiye, kumara en çok da edebiyata tutunarak kırk yaşına dek hayatta kalabilmiş bir giz; Edgar Allen Poe…”1
Oyuncu bir anne – baba ve iki kardeş ile yaşam yolculuğuna Boston’da başlayan Poe; bir yaşında babasının ortadan kaybolması, üç yaşında annesinin tüberkülozdan gözünün önünde eriyip tükenmesi, sığındığı evde anne bellediği Francis Allan’ın birkaç yıl sonra yine tüberkülozdan vefat etmesi, ilk aşkı ve ilk nişanlısı komşu kızı Sarah Elmira’yla yaşadığı mutsuz deneyimden sonra, belki de çocukluğunun kokusunu bularak sığındığı kuzeni ve karısı Virgina’nın büyük kaybı ile tüm yaşamını filmlerde bile eşine zor rastlanır; talihsiz, acı ve ızdırap içinde geçirmiştir.
Yaşadığı bunca ızdırabın içinde şansının yaver gittiği tek konu belki de eğitim meselesi olmuştur. Allan’lar tarafından evlat edinildikten sonra gönderildiği okullarda aldığı eğitim onun dünya dillerine ve pek çok bilim dalına ilgi duymasına yol açmış, bir yandan şiir ve dil bilimle ilgilenirken diğer yandan tarih, mitoloji, fizik, kozmoloji, kriptoloji, matematik, frenoloji, entomoloji, fizyonomi gibi dallarda okumayı sürdürmüştür. Bu alanlardaki birikimini ileride özellikle bilim kurgu ve polisiye dallarında yazacağı hikayelerinde bolca kullanmıştır:
“Galler Prensi, o zavallı küçük hovarda, beni akşam yemeğine davet etti. Hepimiz aslanlardık ve recherches idik. Modern bir Platoncu vardı. Porphyry’den, lamblicus’tan, Plotinus’tan, Proclus’tan, Hierocles’ten, Maximus Tyrius’tan ve Syrianus’tan alıntılar yaptı(…) Sör Pozitif Paradoks vardı. Tüm budalaların felsefeci olduğunu ve tüm felsefecilerin budala olduğunu gözlemlemişti. Sonra Aestheticus Ethix vardı. Ateşten, birlikten ve atomlardan; ikiye bölünmüş ve önce-var olan ruhtan; benzeşme ve uyumsuzluktan; ilkel zekadan ve homoömeria’dan söz etti(…) Fum-Fudge Üniversitesi Rektörü vardı. Ayın Trakya’da Bendis, Mısır’da Bubastis, Roma’da Dian ve Yunanistan’da Artemis olarak adlandırıldığı görüşündeydi. İstanbul’dan gelen bir padişah vardı. Meleklerin atlar, horozlar ve boğalar olduklarını; göğün altıncı katındaki birinin yetmiş bin kafası olduğunu; ve dünyanın sayısız yeşil boynuzu olan, gök mavisi bir inek tarafından taşındığını düşünmeden edemiyordu(…)shakespeare Ferdinand Fitz-Fossillus Feltspar vardı. Bize dünyanın içindeki ateşler ve üçüncü zamana ait oluşumlar; gaz, sıvı ve katı haldeki maddeler; kuvars ve marn; şist ve siyah turmalin; jips ve trep; talk ve kalk; blent ve hornblent; mika arduvazı ve konglomera; siyanür ve lepidolit; hematit ve tremolit; antimon ve kalseduan; manganez ve daha bir sürü şey üstüne her şeyi anlattı…”2
Çocukluğundan itibaren hiçbir vakit normların içine sığamayan Poe, belki yukarıda saydığımız travmatik yaşantılar sebebiyle belki de tanrının ona bağışladığı olağanüstü yeteneklerden ötürü çoğu kez sıra dışı, isyankar, başına buyruk biri olarak tanındı. Buna daha sonraki yıllarda yaşadığı hayal kırıklıkları ve yoksulluk neticesinde kapıldığı içki ve kumar bağımlılığı da eklenince bulunduğu çevrelerce sevilmeyen ve istenmeyen bir kişiye dönüştü. Çocukluğundan beri hayran olduğu ve kendisinin de zaman zaman içine dahil olduğu, ürünler verdiği romantizm ve lirizmin izleri yavaş yavaş silinmeye; ölüm korkusu, endişe ve paranoyanın dahil olduğu fantastik ve korku türleri yüzeye vurmaya başladı. Bu dönemlerde Poe, sokaktaki insan için bir deli, meczup ya da zavallıdan farksızdı. Tüm Avrupa’da ve Amerika’da büyük ses getiren Kuzgun şiirinden bile sadece on dört dolar kazanan yazar, tıpkı ardılı Dostoyevski gibi, yaşamak için yazmak zorundaydı.
Kendisinden yıllar sonra polisiye yazarı bir roman kahramanına dönüşecek, bölünmüş karakter William Wilson’ın öyküsünü belki de ruhundaki bölünmeyi, ötekinin özüne verdiği ızdırabı tarif edebilmek, içindeki yabancıdan ve korkaktan ne kadar yorulduğunu anlatabilmek için yazmıştı;
“İnsanoğlunun takatini aşan hadiselerin kurbanı olduğuma âdeta inanılmasını istiyorum…
İnsanı fenalığa sürükleyen sebepler her zaman mevcutsa da hiçbir insanın şimdiye kadar bu şekilde yoldan çıkartılmamış ve böyle sükût etmemiş olduğunu kabul etsinler. Bunun için de hiçbir kimse bu derece ıstırap çekmemiştir diyebilirim. Ben hakikaten bir rüya içinde yaşamadım mı?
Son senelerimde kötülükte o kadar ileri gitmiştim ki, bunun hakikî sebeplerini belirtmekten kendimi alamıyorum. İnsanlar çok defa derece derece alçalır. Fakat fazilet benden tıpkı bir pelerin gibi, bir anda sıyrılıp düştü. En küçük kötülüklerden en korkunç Elah-Gabalus’vari olanlarına bir tek dev adımıyla geçtim…
Şen, samimî, alicenap William Wilson’un böyle bir yolda yürüdüğünü arkadaşlarımdan hiçbiri aklından geçirmezdi; bilâkis onun temiz hislerinden bahseder dururlardı. O William Wilson ki, Oxford’un en asıl, en hür arkadaşı idi – onun çılgınlıkları (o bunlara dalkavukları derdi) gençliğin ve serbest bir muhayyilenin çılgınlıklarından ibaretti. Ancak benzeri olmayan hatalara heves ederdi. En koyu fenalıkları bile, dikkatsiz ve acele ile yapılan taşkınlıklardan başka bir şey değildi…”3
Poe korkularını ve paranoyalarını deştikçe olağanüstü, o güne dek eşi benzeri görülmemiş eserler vermeye devam etti. Bu eserler sanat dünyasında kendisinden sonra gelen hemen tüm sanatçılara ama en çok; fantastik, korku, bilim kurgu ve polisiye dallarında ürün verenlere yolu açtı. Yazık ki o, gördüğü sanrılarla hayal gücünü birleştirerek yazdığı bu metinlerin ardılları için birer kutsal kitaba dönüşeceğinden habersizdi.
“Tek yapabildiğim tüm Paris’e katılıp bunun çözülemez bir gizem olduğunu söylemekti. Katili bulmanın yolunu göremiyordum.
“Yolları,” dedi Dupin, “bu yetersiz incelemeye göre değerlendirmemeliyiz. Paris polisi, yerinde ve doğru kararlar verme konusunda göklere çıkarılsa da yaptıkları sadece kurnazlık, ama hepsi bu. Hareket tarzlarında sadece ana yönelik bir yöntem var, o kadar. Yöntemleriyle epey hava atıyorlar, ama bunlar genellikle ellerindeki vakaya öyle uygunsuz ki insana Mösyö Jourdain’in robdöşambrını isteyişini hatırlatıyor…
Belki bir iki noktayı sıra dışı bir netlikle görebiliyor, ama bunu yapmakla genele ilişkin netliğini yitiriyordu. Yani fazla derin olmak diye bir şey vardır. Gerçek her zaman bir kuyuda bulunmaz. Aslında bence gerçek kesinlikle yüzeydedir. Gerçek onu aradığımız vadilerde değil, dağ zirvelerinde bulunur. Bu türden bir hatanın biçimleri ve kaynakları gök cisimlerinin ele alınmasında tipik olarak görülebilir. Bir yıldıza yan gözle, retinanın dış kısımlarıyla baktığımızda (bu kısımlar zayıf ışıklara daha duyarlıdır) yıldızı net olarak görürüz – ışığını en iyi şekilde algılarız. Bu ışık gözümüzü tamamen ona çevirdikçe belirsizleşir. Bu sonuncusunda gözümüze vuran ışık miktarı daha çoktur, ama ilkinde netlik kapasitesi daha fazladır. Aşırı derinlik düşünce kapasitemizi karıştırır ve zayıflatır.”4
Günümüzde Poe’yu anmadan Polisiye’den ve Gotik sanattan bahsetmek mümkün değildir. Yıllar sonra Paul Auster’in roman kahramanı olarak bir kez daha dünyaya gelen bölünmüş karakter, William Wilson (Quinn) polisiyeyi neden sevdiğini, iyi bir polisiyenin neye benzediğini en az atası Poe kadar iyi tarif ediyordu.
“Bu kitaplarda hoşuna giden, onlardaki bolluk ve ölçülülük duygusuydu. İyi bir polisiyede gereksiz hiçbir şey olmaz; önemsiz ne bir cümle ne de bir sözcük vardır. Önemli olmasa bile önemli olma olasılığı vardır ki bu da aynı kapıya çıkar. Kitabın dünyası canlanır, olasılıklar, sırlar ve çelişkiler kaynaşır bu dünyanın içinde. Görülen ya da söylenen her şey, hatta en ufak, en sıradan şey bile hikâyenin sonucuyla bağlantılı olabileceği için hiçbir şey göz ardı edilmemelidir. Her şey öze dönüşür; kitabın merkezi, kendisini ileriye iten her olayla birlikte yer değiştirir. Demek ki merkez her yerdedir ve kitabın sonuna gelmeden o merkeze dayanarak hiçbir daire çizilemez.
Dedektif, nesneleri ve olayları bir araya getirip bir anlam çıkaracak düşünceyi ararken onların oluşturduğu engelin içinden geçen, kulak veren, bakan kişidir. Aslında yazar ve dedektif birbirinin yerini alabilir.
Okur, dünyayı dedektifin gözlerinden görürken dünyadaki ayrıntıların ne kadar çok olduğunun sanki ilk kez farkına varır. Çevresindeki şeyler dikkatini çeker, sanki onlar kendisiyle konuşabileceklerdir, şimdi onlara büyük bir dikkatle baktığı için, sanki varoluşlarının basit gerçeğinden farklı bir anlam taşımaya başlayabileceklerdir.”5
Yaşadığı talihsizliklere paralel yine talihsiz bir ölümle kırk yaşında hayata veda eden Poe, ruhunda ya da özel hayatında her ne yaşadıysa yazın sanatı elbette hepsine minnettardır çünkü o belki de Shakespeare’den sonra yaşamış en parlak kalem, daha da önemlisi günümüz yazın ve diğer sanat dallarının karanlık ilahıdır.
1 Aysel Karaca, Poe Sen Daha Ölmedin mi? Gamlı Baykuş Dergisi, 2. Sayı Mart 2017
2 Edgar Allen Poe, Bütün Hikayeleri, Bir Aslanın Hayatından Pasajlar, İthaki Yayınları, 2002
3 Edgar Allen Poe, Bütün Öyküleri, William Wilson, Dost Kitabevi, 2009
4 Edgar Allen Poe, Bütün Öyküleri, Morque Sokağı Cinayeti, Dost Kitabevi, 2009
5 Paul Auster, Newyork Üçlemesi, Cam Kent, Can Yayınları, 2004