Dünyanın Bittiği Yerde Oturan Adam/ Stefan Zweig

 

Auschwitz‘ten sonra şiir yazmak da barbarlıktır ve barbarlığın ne olduğunu söylemeyi kemirir; öyle ki, bugün onunla ilgili şiir yazmanın neden olanaksız olabiliyorunun varlığını, gerçeğini anlamak içindi. Çünkü kültürün kimliği ve kritiği, kültür diyalektiğinin en son basamağında barbarlığın karşısında durmaktadır.”

                                                                                                                                                                                                       Adorno

 

Adına virüsle mücadele dediğimiz; sonu belirsiz, soyut bir savaşın içinde kapana kıstırılmış fareler gibi yaşadığımız bu günlerde edebiyat yapmaya çabalamak bizim gibilere tüm uygarlık tarihiyle yeniden hemhal olmanın da kapılarını aralıyor sanırım…

Zweig da tıpkı bizimkiler gibi, sonsuza kadar güven içinde yaşamaya devam edecek gibi görünen bin yıllık bir imparatorluğun içinde dünyaya gelmiştir. Fakat ansızın patlak veren bir dünya savaşı ile tüm yaşam çizgisi temelden sarsılmış, hem kişisel hem edebi yaşamında pek çok iniş çıkışlar, kazanımlar ve kaybedişler yaşamış; insan, uygarlık, yaşam ve özgürlük meselesine çokça kafa yormuş ender bir yazardır.

 

Anlattıklarım aslında benim kendi yazgım olmayacak, aksine bütün bir kuşağın, tarih boyunca hiçbir kuşağın çekmediği kadar büyük acılar çeken bir kuşağın yazgısı olacak. Hepimizin, hatta en küçük ve en önemsiz olanımızın bile iç dünyası, Avrupa kıtamız da sürekli yaşanan, yanardağ patlamaları kadar şiddetli sarsıntılarla altüst edildi. Ben bütün bu sayısız patlama ve sarsıntıların arasında kendimde tek bir üstünlük görüyorum, o da yer sarsıntılarını en şiddetli derin olduğu yerde bir Avusturyalı, bir Yahudi, bir yazar, bir hümanist ve barışsever olarak bulunmuş olmaktan kaynaklanan üstünlüktür.”1

 

Zweig 1881 yılında, yedi yüzyıllık görkemli Hasburg İmparatorluğu’nun başkenti Viyana’da; uluslarüstü bir anlayışın hüküm sürdüğü, iki bin yıllık bir metropolde dünyaya gelir. Tüm şehir halkı dünyada eşi benzeri görülmemiş bir kültür, sanat ortamının içinde yaşamaktadır. Sarayın en büyük hazinesi ve bin yıllık geleneğin koruyucusu olan başkent, eski ihtişamını aynen sürdürmektedir…

Kuşaklardır, günümüzde Çek Cumhuriyeti sınırlarında bulunan Moravya’nın Prossnıtz köyünde yaşayan Zweig ailesi, Viyana’ya göç ettikten sonra şehrin yüksek kültür ve burjuva yaşamına hızla uyum sağlar. Manifaturacılıkla işiyle uğraşan dede Herman Zweig’a karşın baba Moritz Zweig çağın hızlı teknolojik gelişimine uyum sağlayarak Kuzey Bohemya’da küçük bir dokuma atölyesi kurar. Atölye zamanla gelişir, yıllar içinde büyük ve saygın bir işletme halini alır.

Anne İda Brettauer, Güney İtalya’da, Ancona’da dünyaya gelir. İda evde Almanca kadar İtalyanca konuşmayı ve İtalyan yemekleri yapmayı, kendi kültürünün izlerini yeni yuvasına taşımayı ihmal etmediği için, Zweig İtalya’ya her gidişinde kendini evinde gibi hisseder.  Annesinin yemekleri ve sıcaklığı İtalya’da onu yeniden sarıp sarmalayacaktır. Çocukluğundan beri hissettiği yersiz, yurtsuzluk ya da yeni yerler gezip görme arzusu belki de annesinden miras, arkaik bir duygudur…

Zweig’ın eğitim hayatı onun gibi zeki ve meraklı bir öğrenci için hiç de tatmin edici bir süreç değildir; Hasburg İmparatorluğunun başkentinde eğitim program çok ağır ve oldukça sıkıcıdır. Üstelik Viyana gibi soğuk bir kentte ışıksız ve soğuk bu mekânlar, Zweig benzeri çelimsiz oğlanların sağlıkları için birer tehdit unsurudur.

Ama farkında olmadan bizi kızdıran şey, okulun insan sevgisinden ve kişisellikten yoksun soğuk bir yer olması ve askeri kışlalardakine benzeyen katı disiplin anlayışıydı.”2

Fakat onun yaş grubundaki tüm burjuva çocuklarının ebeveynleri için, sert Alman disiplini ile kuşatılmış bu okulda okumalarında herhangi bir beis yoktur. Zweig bu katı, soğuk ve duygusuz eğitimden hiçbir zaman hoşlanmamış, ölene dek okul denen kavramdan nefretle bahsetmiştir.

“ Hayatımın en güzel ve en özgür dönemini bütünüyle zehir eden o monoton, can sıkıcı ve ruhsuz okulda ne ‘neşeli’  ne de ‘mutlu’ olabildiğimi anımsıyorum… o lanet olası binadan içeri girer girmez, alnımızı görünmez bir boyunduruğa çarpmamak için hemen sinmek zorunda kalırdık…”3

Okula borçlu olduğu olduğum ve beni gerçekten de en çok mutlu eden tek anım, bir daha ayak basmamak üzere kapısını arkamdan çekip çıktığım gündür.”4

Zweig, bir süre sonra, çocuklarına ve gençlerine bu derece acımasız davrananların sadece ebeveynleri ve öğretmenleri olmadığını, dönemin Avusturya’sında tüm toplumun bir güvenlik fetişizmine tutulduğunu, esas sorunun buradan kaynaklandığını keşfeder. Bu hastalık öylesine yaygındır ki gençlere güven sıfırdır. Bir insanın güvenilecek mertebeye erişmesi için otuz beşine hatta kırkına ulaşmış olması gerekmektedir.

Bütün düşüncelerini yalnızca güvenlik fetişinin şekillendirdiği bizden önceki ya da bizim üstümüzdeki dünya, gençliği sevmiyordu ya da daha ziyade, gençliğe karşı sürekli bir güvensizlik duygusu besliyordu… Bizi geliştirmek ve ileriye götürmek için acele etmeye gerek yoktu. Avusturya ak saçlı bir imparatorun hükümdarlık ettiği, yaşlı bakanları yönettiği yaşlı bir devletti…”5

Gustav Mahler otuz sekiz yaşında Saray Operası Direktörlüğüne atanınca, bu yüce sanat kurumunun başına bu kadar genç bir adamın getirilmesine tüm Viyana halkı çok şaşırmış ve dehşet içinde kalarak epey homurdanmıştı.”6

Zweig, daha sonra böylesi insan psikolojisine ters baskıcı bir eğitimin bireyde yol açacağı aşağılık kompleksinin ve bunun toplumun geleceğinde yol açacağı olumsuzlukların altını çizerek, ilerleyen yıllarda psikanalizin, Avusturya okullarında eğitim alan Sigmund Freud tarafından keşfedilmesinin de tesadüf olmadığını söyler. Ve kendisindeki özgür olma tutkusunu da bu okullardaki baskıcı ve sıkıcı eğitime bağlar ve o günden sonra otoriter olan her şeye, yukarıdan konuşmanın her çeşidine karşı hayatı boyunca nefret duyar.

Hasburg İmparatorluğu’nun bu eşsiz başkentinde eğitim ne kadar sıkıcı ve sevimsiz ise kentteki kültür, sanat ortamı o kadar hareketli, eğlenceli, çeşitli ve doyumsuzdur.  Zweig ve arkadaşları kültürel açıdan ütopik bir cennetin içinde yaşamaktaydılar. Tiyatroları, operaları, müzeleri, kitabevleri, üniversiteleri ile her gün yeni sürprizlere açık heyecan dolu, capcanlı bir kent…

On yedi yaşına geldiklerinde -yaklaşık on iki kişiydiler- tüm boş vakitlerinde, deliler gibi okumak, üzerine kafa yormak, tartışmak, oyun izlemek, operalara gitmek, müzeleri ziyaret vazgeçilemez bir yaşam şekline dönüşmüştü. Okulda artık ders kitaplarının içinde Nietszche, Strindberg okuyor, Walt Withman ve Baudelaire şiirlerini ezber ediyorlardı. Öğleden sonraları üniversite öğrencilerinin arasına karışarak otopsi izlemek için anatomi derslerine katılıyorlardı. Yıllar geçtikçe bu okuma ve öğrenme merakı öylesine artmıştı ki artık aralarından bazıları gazete ve dergilere eleştiri yazılara yazacak duruma gelmiş, dönemin eleştirmenlerine taş çıkartacak hale gelmişti. Öğrencilerinin adını bile öğrenmekten aciz öğretmenleri ise tüm bu olan bitenden habersiz, hala kompozisyon sınavlarında kâğıtlarındaki dil bilgisi hatalarının üzerlerini kırmızı mürekkeple çizmekle meşgullerdi. Oysa onlar çoktan mahlas isimlerle ün yapmış birer eleştirmen, şair olmuşlardı…

Örneğin o yıllarda henüz tanınmamış Nietzsche’yi tartışırken içimizden biri ukala bir bilgiçlikle ‘Ama bencillik düşüncesinde Kirkegegaard daha önce gelir’ demiş ve bunun üzerine hepimiz telaşlanmıştık. İçimizden falanca birinin tanıdığı ve bizim tanımadığımız Kirkegegaard da kimdi? Ertesi gün hemen kütüphaneye koşmuş ve bu adı sanı duyulmamış Danimarkalı filozofun kitaplarını bulup karıştırmıştık. Çünkü bir başkasının tanıdığını biz bilmiyorsak, kendimizi küçük düşmüş hissederdik; hep yeniyi, en son çıkanı, en olağanüstü olanı henüz hiç kimsenin -ve özellikle de bizim saygın günlük gazetelerin kadrolu eleştirmenlerinin- görmediği yeni ve farklı şeyleri bulup ortaya koymak bizlerin en büyük tutkusuydu. Henüz herkesçe tanınmamış olanı tanıma isteği, yani ulaşılması zor, çizgi dışı, yeni ve radikal olan her şey, bu sevgimizi adeta kamçılıyordu; bu yüzden hiçbir şey bizim birlikte olduğumuz aşırı hırslı yüklü merakımızdan kurtulup kenarda köşede gizli kalamazdı.” 63

Hatta işi öylesine ileri götürmüşlerdi ki kıyıda köşede kalmış, en duyulmamış dergi ve gazeteleri de arayıp buluyor, kamuoyunun adını ancak on yıl sonra duyacağı Rilke, Valery gibi eşsiz şairleri herkesten çok önce biliyorlardı. Yıllar sonra tanıştığı Valery’e, otuz yıldır onun şiirlerini hayranlıkla takip ettiğini söylemiş, Velery’i inandırmakta zorlanmıştı;

“Beni kandırmaya çalışmayınız sevgili dostum! Şiirlerim kitap olarak 1916 yılında yayımlandı,” demiştir.  Zweig ise 1898 yılında Viyana’daki küçük bir edebiyat dergisinde şiirlerini okuduğunu söyleyince Valery hayretler içinde kalmıştı…

Ancak babaların muhafaza etmeye epeyce direndiği bu güvenli ülke, sanayi devriminin ardından tüm alanlara hızla yayılan makineleşme, burjuvanın gittikçe zenginleşmesi ve emekçi halkın bu zenginlikten hak ettiği payı alamaması bu huzur ortamını zedeleyecek işaretler vermeye başlar. Gittikçe alevlenen bu sınıfsal hareket ne yazık ki içinde bulundukları güven ortamını temelden sarsacak bir değişimin ayak sesleridir. Dr. Victor Adler önderliğinde Avusturya’daki ilk sosyalist parti kurulur.

Yine o dönemler, Sosyalist bir partinin yükselişini engellemek için, burjuvanın desteğiyle, Karl Lueger tarafından, Yahudi karşıtı, Hristiyan Sosyal Demokrat parti kurulur. Bu parti daha sonra Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti’yi kuracak olan Adolf Hitler’e esin kaynağı ve gerçekleştireceği Yahudi kıyımı için de bir ön hazırlık olur. Tuhaf olansa, Karl Lueger’in partisine destek veren, küçük burjuva dediğimiz, küçük işletmelerin patronlarının arasında Yahudilerin de olmasıdır. Uzun yıllar emek verdikleri ve büyüttükleri bu işletmeleri yüksek karla ayakta tutmak arzusu onları, Yahudi düşmanlığını görmezden gelmeye, iyimser bakışla, önemsemeye itmiştir…

Zweig böylesi bir ortamda liseden mezun olur ve üniversiteye kayıt macerası başlar. Kendisinden büyük bir abisi olması onun için büyük şanstır, çünkü abisi liseyi bitirmiş ve babasının büyüttüğü işletmenin başına geçmiştir. Bu durumda onun üniversite okumasının önünde hiçbir engel yoktur. Ancak bu burjuva aileler, aristokrasiden de uzak durmamaya, her evden hangi dalda olursa olsun bir doktor yetiştirmeye gayret edilmektedir. Neticede Zweig ne isterse onu okuyacak, fakat doktor unvanı almadan dönülmeyecektir. Zweig hayatında ilk kez kendini bu derece özgür hisseder. Fazla uzun uzadıya düşünmeye gerek yoktur. O zaten ömrünü edebiyata vakfetmeye karar vermiştir. Tek arzusu onu bu hayalinden alıkoymayacak kolay bir bölüm bulmak ve o alanda doktora yapmak.

Böylece ona göre en kolay bölüm olan, felsefe bölümünü seçer. Bu, günün yirmi dört saatinin kendisine ait olması, sonsuz özgürlüğün kapılarının aralanması demekti.

İlk iş olarak o güne dek yazdığı şiirleri gözden geçirerek bir şiir kitabı yayımlamak olacaktı. Hazırladığı şiir dosyasını arkadaşlarının da heveslendirmesiyle, hayran olduğu genç kuşak şairler Hofmannsthal ve Rilke’nin şiirlerini basan, Alman şiirinin en etkili yayınevine, Schuster&Löffler yayınevine gönderir.

Kısa bir süre sonra gelen, yayınevinin mührünü taşıyan mektubu, elleri titreyerek açar. Gelen cevap Zweig için sonsuz sevinç kaynağıdır. Mektupta, yayınevinin kitabını yayımlamaya karar verdiği bundan sonraki tüm eserlerini de kendilerinin yayımlayacağı açık bir şekilde yazmaktadır. Zweig, bu haber karşısında mutluluktan deliye döner. Ömrü boyunca bu kadar mutlu olacağı başka bir an belki de yaşamayacaktır. Ve yayınevi verdiği sözü sonuna dek tutar. Zweig Nazilerin baskısıyla ülkesinde yasaklanana dek, otuz yıl boyunca yazdığı tüm kitaplar bu yayınevi tarafından yayımlanır. Kitabın yayımlanmasının ardından gelen eleştiriler çok olumludur. Dönemin ünlü şairlerinden övgü dolu sözler, Rilke’den ilk şiirlerinin özel baskısı hediye olarak gelir. En değerli hediye ise dönemin ünlü bestecisi Max Reger’den gelir, Reger kitaptaki altı şiiri bestelemek üzere Zweig’dan izin ister…

Ardından, yine delice bir cesaretle Nue Freie Presse  gazetesine gönderdiği edebiyat yazıları üzerine dönemin en saygın eleştirmeni ve gazetenin kültür sanat yönetmeni Teodor Hertzl tarafından kabul edilmesi on dokuz yaşındaki bir gencin başına döndürmeye yetecek düzeydedir.

Çok genç yaşta elde ettiği bu başarı Zweig’in gelecekte yazın alanında ulaşacağı düzeyin de işaretidir. Bundan sonraki hayatında maruz kalacağı tüm olumsuzluklara karşın ömrünün sonuna dek eşsiz bir yazar, eşsiz bir edebiyat emekçisi olmaya devam edecektir. Tuhaf olansa hiçbir zaman kendi metinlerini öncülleyen bir yazar değil, kendinden önce gelen kadim edebiyatı, deyim yerindeyse baş tacı eden bir mizaca sahiptir. En çok değer verdiği yazar olan Goethe’ye ait bir mürekkep kalemi bulduğunda ona yıllarca dokunamayacak, kendi parmaklarını bu kaleme dokunmaya layık bulmayacak denli aşkın bir tutkuyla edebiyata gönül vermiş bir yazardır.

Kayıt olduktan sonra sadece sınav günleri için gittiği felsefe bölümünün ilk yılını geleneksel kültürün ve toplum yapısının baskın olduğu Viyana’da daha sonraki yıllarını ise daha özgür olacağını, farklı kültürleri tanıma fırsatı bulabileceğini umut ettiği Berlin’de geçirir. Berlin’de de aynı Viyana’daki gibi yapar, okula kaydolur ancak sadece bitirme sınavlarına girer.  Burada niyeti günün yirmi dört saatine özgürce kendisine; edebiyatına ayırabilmektir. Viyana’dan gelirken dostlarından aldığı tavsiye mektuplarının hiç birini kullanmadı çünkü niyeti burada yeniden burjuvaya dahi olmak değil, çeşitli yerlerde okuyup merak ettiği Bohem hayatı, sokağı, sıradan insanı tanımaktır.  Belki bir daha hiç olamayacağı kadar sosyal bir çevre edinmeye girişir. Ne kadar çok insan ve kültür tanırsa edebiyatını o derece geliştirme şansına sahip olacaktır. Kendisinin de yazdığı bir gazetedeki şair bir arkadaşının yoluyla dahil olduğu Die Komenden; Gelenler isimli derneğe üye oldu. Burada her ırktan gençler, her alandan sanatçılar, gazeteciler bulunuyordu. Zweig burada tanıdığı insanlar ve yaşayışlar yoluyla Viyana’da tanık olduğu ve deneyimlediği yaşamın çok dışında bir şeyler tanıma ve deneyimleme şansını elde etmiştir.

Bu yeni dünyanın yeni insanları, en yukarıdan en alttakine kadar tamamen farklı kesimlerden geliyorlardı. Kimisi Prusyalı aristokrattı, kimisi Hamburglu armatör oğluydu, kimisi de Vestefyalı köylü çocuğuydu. Ben kendim yırtık pırtık elbiselerin ve eskimiş ayakkabıların giyildiği yoksul bir çevrede, Viyana’da semtine bile uğramadığım bir çevrede yaşamaya başlamıştım. Zil zurna  sarhoşlar, eşcinseller ve morfin bağımlılarıyla aynı masada oturuyor, neredeyse herkesin tanıdığı cezaya çarptırılmış bir dolandırıcının elini- hem de gururla- sıkıyordum.”7

Zweig’ın daha evvel romanlarda okuyup gerçek olduğuna inanmakta zorlandığı tüm insanları ve yaşantılar burada karşısına çıkar. Birisinin adı ne kadar kötüye çıkmışsa Zweig’ın onu tanıma arzusu o denli artıyordu. Berlin’de edindiği bu eşsiz tecrübeler gün geçtikçe onu eserlerini beğenmemeye doğru itti. Daha üç dört ay evvel yayımlanan şiir kitabını bir daha yayımlatmamaya, Berlin’deki yayınevine teslim edilmek üzere yanında getirdiği novellasını da yakmaya karar verir. Şaşkındır, eğer gerçek hayat buysa o bu tecrübesizlikle hangi gerçeği yazmış olabilirdi ki.  Bu travmanın etkisi birkaç yıl sürecek ilk düzyazısını ancak üç dört yıl sonra yayımlayabilecek, ikinci şiir kitabını yayımlatmak içinse altı yıl bekleyecektir.

Şair dostu Dehmel’in öğüdüyle yabancı dillerden çeviri yapmaya başlar. Bauddelaire, Verlaine, Keats, William Moris çevirileri yapar.

Sonra Belçika’ya geçti, o günler Avrupa’sının en ilginç şairlerinden Emil Verhaeren’le tanıştı. İleriki yıllarda bu Belçikalı şairin eserlerini Almancaya çevirdi.

Ardından daha evvel kısa sürelerle iki kez ziyaret ettiği Paris’e gider ve bir yıl kadar orada kalır. Paris onun için büyük bir hediye, sonsuz özgürlükler şehridir.

 

“Paris’ten başka hiçbir yerde böyle naif ve aynı zamanda kaygısı ve mutlu bir yaşam hissedilemezdi… Biz gençlerden her birimiz, o rahat yaşamın bir kısmını içimizde yaşıyor ve ona bir şeyler katıyorduk. Çinliler ve İskandinavlar, İspanyollar ve Yunanlar, Brezilyalılar ve Kanadalılar kendilerini Sein Nehri kıyısında evlerinde gibi hissediyorlardı. Hiçbir baskı yoktu. Herkes istediği gibi konuşabilir, düşünebilir, gülebilir ve küfredebilirdi…”160

“Herkes dilediğiyle, dolaşır, dilediğiyle konuşur, dilediğiyle yatardı ve bu hiç kimsenin umurunda olmazdı… Bir garson çalıştığı kafeye gelen üniformalı bir generalin elini bir meslektaşı gibi sıkardı; çalışkan dürüst ve temiz küçük burjuva kadınları yolda karşılaştıkları orospulara burun kıvırmazlar, merdiven başlarında onlarla çene çalar, çocuklar onlara çiçek verirdi.” 162

Ve burada yaşadığı kimi sıra dışı tecrübeler daha sonra öykü ve novellalarına konu olacaktı. Kaldığı otelden valizinin çalınma ve bulunma macerası ise, Zweig henüz üzerine bir şeyler yazmaya fırsat bulamadan gazetelerde çarpıcı bir haber olarak yerini almıştı…

Sabaha karşı odasına giren hırsız valizini kapıp götürmüş, durumu fark eden Zweig, kapıcıyı durumdan haberdar edince, hırsızın yerini bulan ve valizi alan kapıcı meseleyi bir saatte çözmüştür.  Hırsıza acıyan ve ondan şikâyetçi olmayan Zweig meselenin kapandığını düşünse de olaylar hiç de beklediği gibi gelişmez. Durumdan hoşnut kalmayan kapıcı ve emniyet amiri hikayeyi Zweig’ın yazmasına fırsat vermeden yeniden yazarlar. Ertesi gün arkadaşı Verharen tarafından eline tutuşturulan gazetede haber şöyle yer almaktadır;

Kent merkezindeki bir otelde kalan saygın bir yabancının valizinin nasıl çalındığı, valizin içinde bir sürü değerli şeyin, bunların arsında yirmi bin franklık bir kredi mektubu- İki bin frank gecede on katı artmıştı- ve değer biçilmez daha başka pek çok eşya(gerçekte sadece bir gömlek ve kravat vardı)bulunduğu…. Ama bölgenin emniyet amiri mösyö un tel herkesin bildiği çevikliği ve kavrayış yeteneğiyle… bir saat içinde Paris’teki bütün oteller ve pansiyonlar tek etek araştırılmış… suçlunun kısa sürede yakalanması sağlanmıştır. Polis müdürü olağanüstü başarısından dolayı bu fevkalade emniyet amirine takdirlerini sunmuştur…” 190

Böylesine sıra dışı, eğlenceli, hüzünlü, öğretici yüzlerce macera yaşayan Zweig’ın Paris’e ve o yıllarda orada edindiği sıcak dostluklara olan bağlılığı ömür boyu devam edecektir. Verharen, Rilke, Rodin, Bazalgette, Roland…

Yaptığı seyahatler ve kurduğu dostluklar çoğaldıkça edebiyata olan tutkusu daha da artar, aşkın duygularla bağlı olduğu dehalarının imzalarını toplamak onu için yetersizdir. Daha lise yıllarındayken başladığı koleksiyon merakı gittikçe artarak vazgeçilemez bir sevdaya dönüşür. Artık eserlerin, metinlerin, bestelerin taslaklarına ya da orijinallerine kavuşmaya çabalıyor. Bu uğurda kılı kırk yarıyor, sahaf, müzayede, koleksiyonerler, antikacılar, eskiciler ne bulursa dolaşıyordu. Kazandığı paranın epeyce bir kısmını bu özel koleksiyonlara yatırdığı açıktı.

“Mozart’ın küçük bir el yazmasını satın aldım ama buna pek sevinemedim; çünkü notaların yer aldığı sayfanın bir kısmı kesilmişti. Elli ya da yüz yıl öne sevimli bir Vandal tarafından kesilip alınan o eksik sayfa, bir gün Stockholm’deki bir müzayedede ortaya çıkıveriyor ve arya, Mozart’ın elli yıl önce bıraktığı biçimiyle yeniden birleştirilmiş oluyor. O zamanlar edebi eserlerimden elde ettiğim gelir, çok pahalı parçalar satın almak için yeterli değildi ama bir parçayı satın almak için insanın başka bir zevkinden vazgeçmesinin bu parçaya duyduğu sevgiyi nasıl arttırdığını her koleksiyoncu bilir.”199

Burada bir okur olarak ister istemez araya girmek ve Zweig’ın da hayran olduğu yazar, Dostoyevski’yi ve kumar bağımlılığını anımsamamak mümkün değildir. Ve ister istemez sormadan edemez insan, Zweig bir kolleksiyoner olmasaydı, kumarla ilişkisi nasıl olurdu. Hatta Dostoyevski’nin Kumarbaz romanına atıfta bulunurcasına kaleme aldığı, Bir Kadının Yirmi Dört Saati isimli novellasını yazarken hangi hislerle yazdığını düşünmeden edemiyor…

Zweig, 1907-1914 yıllarında Seylan, Gwalior, Kalküta, Varanasi, Yangon ve Kuzey Hindistan, New York, Kanada, Panama, Küba ve Porto Riko’ya seyahatler yaptı. Hem Avrupa’dan hem Amerika’dan hem de diğer yerlerden topladığı el yazmalarını, resimleri ve diğer değerli parçaları toparlayarak oldukça geniş ve değerli bir koleksiyonun sahibi olmuştu. Ve nihayet göçebe yaşamdan yorulup Viyana’ya döndüğünde, kenar semtlerden birinde, küçük bir daire kiralar kendisine.  Artık koleksiyonunu güvenle koruyabilecektir. Ve Tanrının hediyesi gibi; aynı binanın üst katında yaşayan seksen yaşındaki yarı kör kadının Goethe’nin huzurunda vaftiz edilmiş biri olduğunu öğrenir. Goethe, Zweig’in yaşamındaki en büyük kutsalıdır. Böylesi bir tesadüf onun için paha biçilmezdir. Bayan Demelius’la tanışmak için izin ister. Kendisinden yirmi iki basamak yukarıda yaşayan bu kör kadın ve Goethe’nin kimi eşyalarının da olduğu bu ev, onun için artık kutsal bir mekândır.

 

Yıl 1913 olduğunda dostu Romain Rolland, savaşın çıkacağına dair kanaati güçlenmiş, ufukta görünen savaş için bir şeyler yapmak gerektiğini, bunun sanatçının asli görevi olduğunu söylüyordu.  Zweig ve arkadaşı Verharen ile birlikte çağdaşları tüm sanatçıları Avrupa barışı için harekete geçirmek, savaşa karşı durmaktı.  Aslına bakılırsa Zweig tüm işaretlere karşın yine de savaşın çıkacağına, insanlığın böylesine bir çılgınlığı göze alabileceğine inanmakta zorlanıyordu. Ancak gizli servisin başındaki Albay Redl’in bir ajan olduğu, Rus Genelkurmayı’na parayla bilgi sattığı açığa çıkınca ortalık birden karıştı. O an savaş çıkmış olsaydı milyonlarca insanın hayatına sebep olabilecekti.  Zweig ilk defa boğazına bir şeylerin düğümlendiğini hissetti. O güne dek ne Fransızların, ne Avusturyalılardan ne de İtalyanların birbirlerine düşman olabileceğine inanamamıştı. Ona göre Avrupa oldukça naifti ve refah içinde yaşamaktaydı. Böylesi bir huzuru bozmaya hangi halk razı gelebilirdi ki? Oysa Rolland “Bir ulus ne kadar naif olursa, kandırmak da o kadar kolay olur,” diyordu. Ve Zweig bir süre sonra Fransa’daki bir sinemada seyircinin Alman imparatoru,  II: Wilhelm’i perdede görmesiyle verdiği aşırı tepki Roland’ın ne kadar haklı olduğunu ortaya koyuyordu.

1914 yazı aslına bakılırsa muhteşem bir yazdı, Zweig önce, pırıl pırıl bir havası olan ve yemyeşil bir doğası olan Baden’d ardından Belçika’da küçük bir çiftlik evinde geçirecekti.

“Kaplıca parkına kurulan müzik pavyonu önünde açık renk yazlık elbiselerini giyinmiş neşeli ve kaygısız bir kalabalık toplanmıştı. Çok güzle bir gündü. Kocaman kestane ağaçları üzerinden yükselen gökyüzü açık ve bulutsuzdu. Gerçekten de insanın insanın mutlu olacağı bir gündü … herkes bu yaz sezonun ilk resmi tatil gününde, doğanın mutluluk veren havası, yemyeşil görüntüsü eşliğinde … yazın keyfini şimdiden yaşamaya başlamıştı.”256

Bir köşede mevsimin tadına vararak ağaçların arsından esen rüzgârın, parktan gelen müziğin ritmine kulak vererek kitap okuyan Zweig, müziğin ansızın kesilmesiyle irkilir. Kafasını kaldırdığında az önceki kalabalığın dağılmakta olduğunu fark eder. Bir şeyler olmuştur ama ne?  Az sonara bir grubun gelip duvara yapıştırdığı duyuruda veliaht prens Franz Ferdinand’ın Bosna’da siyasi bir cinayete kurban gittiği yazmaktadır.

Lahite konulmuş bir arşidükün benim hayatımda ne işi olabilirdi? Yaz hiç olmadığı kadar güzeldi ve daha da güzel olacağa benziyordu… Baden’deki son günümde bir arkadaşımla üzüm bağlarını dolaşırken, yaşlı bir bağcının bize yaklaşıp, ‘… Havalar böyle giderse, hiç görmediğimiz kadar bol şarap üretiriz. İnsanlar bu yazı hiç unutmayacaklar! Dediğini anımsıyorum.” 260

Kendini ilk andan beri dünya vatandaşı sayan, tek bir ülkenin vatandaşıymış gibi bir tavır sergileyemezdim diyen Zweig, 20. Yüzyılda cinayet silahlarını kullanmayı da anakronizm sayacaktır. Ona göre savaşta takınılacak en insani tavır vicdani retçi olmaktı… Buna karşın hiçbir şey yapmadan kenarda oturup kalmak da ona göre bir şey değildi. Savaş arşivinde çalışan yüksek rütbeli bir subay dostunun yardımıyla işe alındı. Kütüphanede çalışacak, dağıtacak bildirilerin dil bakımından  üsluba uygun olup olmadığını gözden geçirecekti.

Zweig, Roland, Rilke ve birkaç arkadaşıyla bu süreçte ne kadar savaşa karşı durarak taraftar toplamaya çabaladıysa, anlayamadığı bir şekilde yakın arkadaşı olan ve daha düne kadar insan hakları, demokrasi, sosyalizm üzerine kafa yoran yazar, şair dostları birden bire milliyetçi zırha bürünmüş, savaşı destekleyen, cepheye gidecek askerleri öven dizeler yazmaya girişmişlerdi.

Yıl sonuna doğru bu tehlikeli toplum psikolojisiyle savaşmaktan yorulan Zweig, Banliyöye taşındı. Uzaktan da olsa bir şeyler yapabilmeliydi; ‘Yabancı Ülkedeki Dostlarıma’ isimli bir makale yazdı ve makaleyi Berliner Tagebaltt isimli gazeteye gönderdi. Makale tüm dünyada yankı buldu ve savaş karşıtı pek çok yazar ve şair için bir birleşim metni kabul edildi. O sırada İsviçre’de olan Rolland ona dostlarını hiçbir zaman yalnız bırakmayacağını söyleyen bir mektup yazdı. Zweig’ı fazlasıyla mutlu eden bu mektuptan sonra, Rolland ’la aralarında yirmi beş sürecek mektuplaşma macerası da başlamış oldu.  Zweig yine de böyle küçük protestolarla yükü üzerinden atamayacağının farkındaydı, bir eser yazmalıydı. Bu eserde içinde yaşadığı zamana, halka, felakete ve savaşa karşı tüm tutumunu da ortaya koymalıydı. İçindeki güç harekete geçmişti; ‘Savaşa karşı savaşmak gerekiyordu’.

Mitolojiden ve dini metinlerden esinlenerek Jeremiah adlı ikinci oyununu yazdı. Yazılan metin bir tiyatro eseri olmasına karşın, basılır basılmaz yirmi bin sattı, herkes şaşkındı. İki buçuk yıldır devam etmekte olan savaş herkesi yormuş, ilk anda herkesi saran zafer kazanma heyecanı sönümlenmiş, nelerin kaybedildiği yavaş yavaş açığa çıkmaya başlamıştı. Böylesi bir ortamda ortaya çıkan savaş karşıtı bir eser herkese umut olmuştu.

Eserinin gösterimi için davetle gittiği Zürih’de bir yıl kalır, bu vesileyle özgürlüğün tadını yeniden alan Zweig, bir süreliğine de olsa militarizmden uzak olan dünyanın neye benzediğini anımsayan. Fakat ülkeye dönüş yolunda onu büyük bir sürpriz beklemektedir. Tren Avusturya’nın sınır istasyonu Fedkirchen’e gelince yavaşlar ve durur. Kısa bir süre sonra Avusturya yönünden bir tren geldiği fark edilir. Zweig birden vagonun görkemli penceresinin ardından, İmparator Karl’ı ve İmparatoriçe Zita’yı görür. Yedi yüz yıl ülkeyi yönetmiş olan Hasburg Hanedanlığının son varisi ülkeyi terk ediyordu. Savaşı ve tahtı kaybetmiş bir varisti o artık… Çevredeki herkes o dramatik anın tarihsel anlamının farkındadır; jandarmalar, polisler, askerler susuyor, kimse utancından devrik imparatorun suratına bakamıyordu. Okul hayatı boyunca haykırarak onun marşlar ve methiyeler okuyan Zweig gibi diğerleri de şaşkın ve üzgündür. Dönüşü olmayan ana tanıklık etmenin yaydığı ürperti istasyonun her yanını sarmıştı. Zweig’ı artık bir imparatorluk değil, mağlup olmuş, dağılmış, sahipsiz kalmış bir Avusturya karşılıyordu. Yoksulluk, yokluk ve açlık tüm ülkede iliklerine dek hissediliyordu. Trende oturduğu deri koltuğun döşemelerini bile parça parça edip ayakkabısına yama yapmak için çalacak kadar perişan durumda olan halk savaşın bedelini en ağır biçimde ödüyordu. Tren o kadar bakımsız ve harap olmuş haldeydi ki normal şartlarda birkaç saatte varacakları Salzburg’a ancak on yedi saatte varabilmişti.

Zweig savaş sırasında bundan böyle kentte yaşamayacağını anlayarak, münzevi bir hayat yaşayabilme arzusuyla Salzburg’dan bir ev almıştı. Savaş bitince de evine dönerek yazma macerasına kaldığı yerden devam etme arzusundaydı.  Fakat esas mesele bu dokuz odalı, saray yavrusu evin nasıl ısınacağıydı.  Savaştan yeni çıkıldığı için evi ne evi tamir edecek bir usta, ne de satılık bir kova kömür bulmak mümkündü. Tek çare bahçedeki yaş ağaçları keserek ısınmaya çalışmaktı. Onunda verdiği sonuç ortadaydı; bütün kışı kat kat giyinerek, battaniyelerin altında geçirdiler. Ki Zweig az evvel tanıştığı Frederice ile evlenmiş, onun bir önceki eşinden olma iki kızını da yanına almıştı. Mutlu bir yuva hayaliyle yerleşilen bu evde yazık ki birkaç yıl boyunca gerçek anlamda karın doyuracak bir yiyecek ve ısınacak kömür bulmak pek de mümkün olamayacaktı.

“O yıllarda şehre her iniş, çok üzücü olaylarla karşılaşmak demekti. Açlığın neden olduğu sıkıntıyı ilk defa o sarı ve tehlikeli bakışlarda görüyordum. Ekmekler kararmış, parçalara bölünüyordu; zift ve tutkal karışımı bir tadı vardı. Kahve yanmış arpa suyu, bira sapsarı bir su ve çikolata renklendirilmiş kum gibiydi. Patatesler donmuştu. Birçok insan etin tadını tamamen unutmamak için tavşan yiyordu …  Eski çuvallardan yapılmış pantolon giyenlerin sayısı da az değildi. Vitrinlerin yağmalanmış gibi bomboş olduğu, yıkılmış evlerin sıvalarının dökülüp ufalandığı ve işe gitmek için güçlük çeken yarı aç insanların doldurduğu sokaklarda yürümek, insanın ruh dünyasını alt üst ediyordu.”

Bu kaos ve yokluk ortamında bile Zweig asla yazmaktan vazgeçmedi; Balzac, Dickens ve Dostoyevski/ Üç Büyük Usta üzerine yazdığı biyografileri, Bilinmeyen Bir Kadına Mektuplar, Amok Koşucusu’nu böyle bir ortamda yazdı.

1922 yılında, ortalık bir nebze toparlandığında içindeki gezgin yeniden baş vermeye başladı. Çok uzağa gidemezdi ama İtalya neden olmasındı. Yeni bir cesaretle toparlanıp Milano’ya, eski dostlarını görmeye gitti. Orada hiç ummadığı kadar iyi karşılandı, mutluydu, yeniden evinde gibiydi… Fakat mutluluğu kısa sürdü. Siyah gömlekleriyle, Mussolini adında yeni bir liderin Faşist taraftarları sokaklarda gruplar halinde dolanıyor, marşlar okuyor, afiş yapıştırıyor, sloganlar atıyor, ellerindeki sopalarla sokaklara korku salıyorlardı.  Zweig o güne dek ona efsane gibi gelen faşizmin ne olduğunu, kimilerinin, önemsiz, kiralık çeteler diye adlandırdığı bu grupların hafife alınmayacak denli organize bir grup olduklarını derinden sezmişti.

Tüm bunlara karşın 1924-1933 yılları Zweig için edebi alanda sonsuz başarı yıllarıydı. Daha evvel basılan kitapları tüm Avrupa’da ve Amerika’da on binlerce satıyordu. İnsel Yayınevi tarafından yayımlanan Yıldızının Parladığı Anlar 250.000 adet basılmıştı. Gazete ve dergiler sürekli yazı istiyor, oyunları pek çok ülkede sahneleniyordu. Her şey büyülü bir rüya gibiydi. Sonunda hak ettiği başarıyı ve değeri yakalamıştı.  Bu süreçte Salzburg’daki, Kapuziner yokuşu 5 numaralı villasında, eşi  Friderike ile birlikte pek çok ünlü dostunu konuk etti. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hugo van Haffmannsthal, James Joyce Franz Werfel, Paul Valery Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini ve Richard Strauss…

Yine o yıllarda içinde büyüttüğü gerçek bir düş için, farklı ülkelerde çeşitli konferanslara katılıyor; Avrupa düşünsel birliği için, azimle çalışıyordu. Ona göre tüm Avrupa kardeşti, düşünsel olarak birdi. Birinci dünya savaşında o saçmalıklara bir daha müsaade edilmemeli, düşünsel birliği pekiştirerek, her türden ayrımcılığa son verilmeliydi. Bu konferanslar yoluyla pek çok dost edinmiş, pek çok da taraftar toplamıştı. Niyeti hiçbir zaman siyaset yapmak değildi, ömrü boyunca tüm siyasi yaklaşımlara mesafeli durmayı seçmiş. Her zaman barıştan yana olmuştu.

Tam o sırada 1928 yılında Tolstoy’un yüzüncü yıl kutlamaları için Moskova’ya davet edildi. Bu davet, Bolşevik devrimini açıktan destekliyor gibi görünmemek için uzun zamandır gitmek istediği Rusya’yı ziyaret etmek için bulunmaz bir fırsattı. Sevinçle kabul etti. ‘Bütün ülkelerin emekçileri, birleşiniz’ pankartıyla başlayan bu macera, onun için unutulmaz zamanların yaşandığı bir deneyimdi. Her şeyden evvel Rus insanının sıcaklığı ve samimiyetinden çok etkilenmişti. Bunun yanında yıllardır okuduğu ve hayran olduğu o eşsiz eserlerde okuduğu, şehirleri, caddeleri, köprüleri, Petersburg’u, beyaz geceleri görmek onda tarifsiz bir sevinç yaratmıştı.  Ancak en güzel sürpriz hayran olduğu yazarlardan biri olan Gorki ile tanışmış olmasıydı. Her ne kadar İkisi de birbirinin dilini anlamıyorlarsa da bir çevirmen aracılığıyla çok sıkı dost olmuşlar, Zweig’ın yazara olan hayranlığı daha da artmıştı. Daha sonraki yıllarda da birkaç kez görüşme fırsatı bulacaklardı.

Yazar ellinci yaş gününde halen Salzburg, Kapuziner Yokuşu’ndaki evinde yaşamaktaydı. Yazın çalışmaları, yolculuklar, öğrenmeler, koleksiyonculuk ve yaşamın tadına varmak, bu on yıllık sürede vazgeçilmezleri olmuştu. 1931 yılının o Kasım sabahı, postacı,  mektup ve tebrik dolu koca çuvalı, tepenin aşağısından yukarı uzanan merdivenlerden sürükleyerek çıkarmıştı. Zweig, armağan gibi gelen onca mektubu, on yıldır sahip olduğu başarıyı, mutluluğu düşündüğünde içi minnettarlıkla doldu… Bundan sonara başına ne kötülük gelebilirdi ki… Tüm dünyada tanınan ve saygın bir yazardı artık, teliflerden elde ettiği gelirse artık azımsanacak bir gelir değildi, bundan sonra tek satır bile yazmasa kitaplarının geliri onu ve ailesini ömür boyu hayatta tutmaya yeterdi. Başka ne isteyebilirdi ki…

Ancak sınırın öbür yanına geçtiği günlerden birinde- Salzburg, Alman sınırındadır- Miesbach köyünde, Nasyonal sosyalistlerin bastığı bir gazete geçer eline, daha sonra yıllar evvel İtalya’da gördüğü siyah gömlekli gruba benzer gruplar görmeye başladı. Bunlar mavi gömlek giyen, kollarına gamalı haç bandı takan küçük gruplardı. Sırf bu işaretler bile Zweig’ın huzurunu kaçırmaya yetmişti. Bir önceki savaşın üzerinden on üç yıl geçmiş ve tüm dünya, sanki böyle bir şey hiç yaşanmamış gibi yaşamaya devam etmekteydi.  Derken, 1933 yılında Hitler tüm Avrupa’nın şaşkın bakışları arasında iktidara geldi. Bir süre sonra Zweig’ın oturduğu Salzburg sınırında yavaş yavaş sığınmacılar görülmeye başlandı. Hitler zulmünün varacağı korkunç noktayı sezen Yahudiler ve farklı ırkçılığa katlanamayan kimi Alman vatandaşları ülkeden kaçmaya başlamıştı. Tuhaf olanıysa Zweig’ın oturduğu Kapunizer tepesinden Hitlerin oturduğu Berchtesgaden Tepesini görebiliyor olmasıydı, bu oldukça tedirgin edici bir komşuluktu. Viyana’da yaşayanlar henüz durumunun ciddiyetinden habersiz kafeleri, konser salonlarını doldurmaya devam ediyorlardı ama Zweig her şeyin farkındaydı.  Ve 1934’de Viyana ayaklanması yaşanırken kentlerde yaşayan çoğu halk durumdan habersizdi. Ayaklanma ordunun olaylara müdahalesiyle son buldu, anayasa değiştirilerek, Mussolini’nin anayasasına benzer bir anayasa kabul edildi. Tüm bunlar aslında sonun başlangıcıydı. Huzuru kaçan Zweig ne yağacağını bilemiyordu, ancak bir gece vakti evine yapılan polis baskını kararını vermesini kolaylaştırdı.  Bu kadar saygın ve kıymetli bir yazarın evi, hiçbir gerekçe olmaksızın sadece Yahudi olması sebebiyle sahte bir ihbarla basılmış, sözüm ona sakladığı silahların yeri sorulmuştu. Zweig gibi vicdani retçi, her zaman militarizmin karşısında durmuş bir kişinin evinde silahın ne işi olabilirdi ki… Kararını vermişti artık Avusturya’da kalamazdı. Bavulunu topladı, yıllardır bin bir emek ve aşkla bir araya getirdiği, değerli koleksiyonunun bir kısmını Viyana Müzesi’ne, bir kısmını eşe dosta, bir kısmını da kiralık bir kasaya teslim etti. O daha ülkesinden ayrılmadan kitapları hem Almanya hem Avusturya’da yasaklanmaya ve yakılmaya başlanmıştı bile.

Çareyi Londra’ya taşınmakta bulmuştu. O artık sürgündeydi ve artık ruhuyla değil, mekânsal olarak yaşıyordu. Yine de bu süreçte tüm Amerika kıtasını; kuzey ve güney Amerika’yı baştan sona dolaşarak onlarca konferans verdi. Ülkesinin çektiği acılardan uzak kalmaya çabalıyor, Avrupa birliği fikrini yaymaya, dünyayı savaşa değil barışa yürümeye davet ediyordu. 1937 yılında eşi Frederice’den ayrıldı ve yaşlı annesini görebilmek için Viyana’ya son kez gitti.

“Viyana’da geçirdiğim o son iki gün içerisinde, bildiğim her caddeye, kiliseye, her bahçeye, içinde doğup büyüdüğüm bu kentin her bir köşesine çaresizce, ‘Artık bir daha göremeyeceğim,’ diye baktım hep.  Anneme de, ‘Bu son görüşüm,” diye sarıldım sessizce …  çünkü bunun bir veda, sonsuzca bir ayrılış olduğuna biliyordum.”465

“ Kutsal Kitap’ta adı geçen Lut Peygamber’in öyküsündeki gibi arkamda toz ve kül bulutu bıraktığımı ve geçmişin acı bir tuz direğine dönüştüğünü biliyordum.”466

1938 yılında yakınlarının yardım çığlıklarına ve gördükleri işkencelerden haberdar olmak, tarifi imkânsız acılar ve kapanmayacak yaralar bırakacaktır Zweig’da. Tüm halkı, tüm dünyanın gözü önünde korkunç işkenceler görüyor, gaz odalarında yok edilirken tüm dünya susuyordu. Bu inanılması mümkün olmayan, korkunç bir tanıklıktı. O yıllarda ruhunu iyi gelen tek şey; Prenses Marie Bonaparte tarafından Viyana’dan kaçırılarak Londra’ya getirilen eski dostu Sigmund Freud idi. Usta ne kadar yaşlanmış ve hasta olsa da onunla yaptığı sohbetler, çölde serap gibi iyi gelecekti bu yaralı ve umudu tükenmiş ruha.

Bir süre sonra daha önce sekreterliğini yapan Lotte ile aralarında duygusal bir ilişki başladı. Bu zorlu zamanlarda bir yol arkadaşına belki de eskisinden daha çok ihtiyaç duyuyordu. Üstelik Lotte de astım hastasıydı ve onun da desteğe ihtiyacı vardı. Evlenmeye karar verdiler. Fakat ikisinin de pasaportları iptal edilmişti. Vatansızdılar… Bu durumda ancak özel bir izinle nikâhları kıyılabilirdi. Büyükelçilik başvuruyu önce kabul ettiyse de o sırada patlak veren savaş haberleri yüzünden resmi işlemler askıya alındı ve nikâh ertelendi. Ancak 6 Eylül 1939’da, Portekiz’e gittiklerinde evlenebildiler. İngiliz vatandaşlığa kabul edilmeleri ise 1940 yılını buldu. Ancak Hitler’in ordularının batıya doğru ilerleyişi üzerine tekrar paniğe kapılan Zweig, Avrupa’dan kalamayacaklarını anladı. Irkçılık ve Yahudi düşmanlığı yaşam alanlarını yok ediyor, onlara huzurla yaşayabilecekleri bir gelecek vadetmiyordu.

Önce New York’a oradan Arjantine, Paraguay’a ve Brezilya’ya gittiler Aralık’ta Newyork’a geri dönerek “Amerigo-Tarihi Bir Hatanın Öyküsü” adlı kitabı yazmaya başlayan Zweig, 1941’de “Brezilya-Geleceğin Ülkesi” isimli kitabı yayımladı. Bu kitabın yayımlanmasından sonra da Brezilya’ya yerleşme karar verir.

Brezilya ilk zamanlar onun için adeta cennettir. Kimse kimsenin ırkıyla ilgilenmemekte, tüm toplumda saygı gören, hayranlıkla okunan, konferansların gözdesi bir yazardır. İkisi de gördükleri bu iltifattan çok mutluydular. Ancak kitabını okuyan kimi entelektüeller kitaptaki bazı bölümleri; Brezilyadaki modernleşme ve sanayileşmeden bahsetmediğini hatta kimi yerlerde diktatör Vargas’ı övdüğünü düşünerek, sert eleştirilerde bulunurlar. Hümanist ve barış yanlısı Zweig için bu suçlamalar çok ağırdır.

Yerleştikleri Petropolis kasabasında gittikçe inzivaya çekilir. O sırada son novellası, Satranç’ı ve otobiyografik eseri Dünün Dünyası’nı yazmaktadır. Artık onu mutlu eden tek şey, yavaş yavaş sona doğru geldiğinin farkında olmasıdır.  En önem verdiği ve yıllardır üzerinde çalıştığı Balzac eserinin müsveddeleri Londra’dan Lotte’nin ailesi tarafından bulunup gönderilince artık huzura kavuşmuştur. Eserin son düzeltmeleri ve ilaveleri yapılarak, tamamlanır. Yayıma hazırdır.

Talihsiz bir tesadüf olarak, bu ormanlık bölge, Lotte’nin astım nöbetleri arttırmış, günün çoğunu uyuyarak geçirmektedir. Zweig ise o günlerde bir araya geldiği bir arkadaşına Nazilerin Güney Amerika’yı işgal edip etmeyeceği konusundaki düşüncelerini sorar. Kadın çok da düşünmeden, evet, edecekler, dediğinde tüm ruhu allak bullak olur. Arkadaşı onun bu halini görünce bunun öylesine verilmiş bir cevap olduğu konusunda diretse de, ikna edemez.  Zweig geri dönülmez dönemece girmiş, büyük bir karamsarlığa düşmüştür…

Şubat ayı Rio Karnavalı zamanıdır.  Hava alabildiğince sıcak ve güneşlidir. Karı koca festivali izlemeye giderler.  Karnaval dönüşü sırayla tüm dostlarına veda mektupları yazarlar. Kitaplarını Petropolis kitaplığına yollarlar, giysilerini hizmetçilerine hediye ederler. 20 Şubat Cuma günü bahçede büyük bir ateş yakarak yok olmasını istediği tüm evrakları yakarlar. Ertesi gün dostu Ernst Feder ve eşini yemeğe davet ederler. Pazar günü tüm gün yürüyüş yaparak geçirirler.

22 Şubat Pazartesi günü, saat 16:30’a dek kapıları açılmayan çifti merak eden hizmetçiler daha fazla dayanamayarak odanın kapısını açarlar.   O gece arkadaşı Feder’i uğurladıktan sonra, 61 yaşındaki Zweig, henüz 33 yaşında olan karısı Lotte’yle birlikte zehir içerek intihar etmişlerdir. Geride bıraktığı mektubun son cümlelerinde şöyle yazmaktadır;

 

“Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın ışığını görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”

 

Dünyanın neresine giderse gitsin savaşın korkunçluğundan kaçamayan Zweig, yaşadıkları dünyanın bir daha asla güvenli bir yer olamaycağını, Nazilerin Rio’yu da işgal edeceğini düşünerek hayatını doğru zamanda, doğru yerde tamamlamaya karar vermiştir.

 

Hizmetçi kız şaşkınlık içinde koşarak, ‘Gelin, onlar öldü!’ diye haykırarak haber verdiği kişi Nobel ödüllü şair Gabriela Mistral’dir. Gördüğü manzara yürek burkucudur;

 

Hizmetçi kız: ‘Onlar, onlar öldü!’ diye bağırdı yeniden. Sokağa fırlayıp Zweigların evine koştum ve onları birbirlerine sımsıkı sarılmış yatar buldum. Zweiglar birbirlerine öyle sımsıkı sarılmışlardı ki bu durumda soğumuş olan vücutları birbirlerinden ayırmak için bazı uzuvlarını kırmak gerekti.”*

 

 

 

  1. Dünün Dünyası, Stefan Zweig, Can Yayınları, İstanbul 2019, sayfa 13
  2. g.e sayfa 51
  3. g.e sayfa 52
  4. g.e sayfa 55

*Stefan Zweig-Hayatı ve Eserleri, Burhan Arpad, Ak Yayınları, İstanbul 1967, sayfa 32-33.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir