DİRENİŞİN KADIN KALEMİ
‘’Şimdi ya da daha sonra, burada ya da orada zamanı nasıl geçirmem gerektiğini kendime sorup duruyordum. Çünkü zamanın baskı yapan bir şiddeti vardı. Bana henüz daha küçükken zamana kendimizi çaresizce teslim etmek yerine onu yönetmemiz gerektiği öğretilmişti. Birden aklıma öğretmenimin okul gezimizi itinalı bir şekilde anlatmamızı istediği ödev geldi. Hemen yarın hatta o akşam yorgunluğum geçer geçmez “emredilen’’ ödevi hazırlama isteği duydum.’’
Anna Seghers tek otobiyografik anlatısı olan, Christa Wolf’un modern Alman edebiyatının en güzel öyküsü olarak tanımladığı ‘’Ölü Kızların Gezisi’’ndeki bu cümlelerle ‘’zamanı’’ geçirilmesi gereken bir kavram yerine, onu aktif bir şekilde dönüştürerek yönetmek olarak algıladığını anlatmak istemektedir. Zaten hayatı boyunca da buna sadık yaşayacaktır.
Netty Reiling 19 Kasım 1900’de Almanya’nın Mainz kentinde zengin bir ailenin tek çocuğu olarak hayata başlar. Baba İsidor şehrin tarihi merkezinde erkek kardeşi ile birlikte sanat eserleri antikacılığı yapmaktadır. Anne Hedwig Frankfurtlu tüccar bir ailenin kızıdır. Ailesinin içinde yaşadığı burjuva kalıplara göre süre giden yaşamı, bir süre sonra onun kişisel ve siyasi özgürlüğüne yönlendirecek itekleyici güç olacaktır.
Nette Reiling liseyi bitirdikten sonra Heidelberg’de Sanat Tarihi eğitimine başlar, bu tercihte kuşkusuz ailenin sanatla olan iç içeliğinin etkisi büyüktür. Heidelberg’e gitmek üzere evden ayrılması ile birlikte başlayan yeni hayatı onun doğup büyüdüğü, çocukluk ve gençliğini geçirdiği şehirden uzaklaştırır, müstakbel eşini ailesine takdim etmek gibi zorunlu durumlar dışında Mainz’a pek gelmez. Uzun yıllar sonra ileri yaşlarında artık Doğu Almanya’da yaşarken doğduğu bu şehre kısa ziyaretler yapmış, fakat Mainz’da sürekli yaşamak gibi bir tercihi hiç bir zaman olmamıştır. Hatta bu konuda yapılan bir sohbette ‘gençken Mainz’daki kafeste kalmaktan o kadar korkuyordum ki sadece bu yüzden bile bir an önce yüksek öğrenime başlamak istiyordum.’’der.
Seghers yüksek öğrenim görmek üzere ailesinin yanından ayrıldıktan sonra özlediği özgürlüğün aynı zamanda solda olduğunu görür, çünkü ortaya çıkan siyasi tepki sağdan gelmeye başlamıştır. Anna Seghers sol edebi yolculuğunu, ateşli bir inançla ‘’Santa Barbaralı Balıkçıların Ayaklanması’’nı yazarak başlatır.
‘Balıkçılar Limana doğru ilerlediler, öteden keskin bir ses bağırdı ‚‘Durun!’’ durdular. Ama ardından balıkçılar yığını bir araya kapandı ve ağır ağır ilerlemeye devam etti. Ne olursa olsun ‚‘Marie Farere’’ nin kalkmasına engel olmaya karar vermişlerdi. Aslında bambaşka planları vardı – rıhtımdan doğru, sandallarla-, şimdi yaptıkları saçmaydı. Marie Farere’nin iskelesi daha yukarı alınmamıştı, güvertede bitmemiş bir iş vardı daha. İskelenin tam önünde iki asker duruyordu, ikisi de aynı boyda. İkisi de dimdik, kardeş gibi. Onların sağında ve solunda aşağı yukarı geminin boyunca artarda bir çoğunu tanıyordu balıkçılar, Margaret Adası’ndan, meyhanelerden. Yüzleri donup kalmıştı, yabancıydı. Belki hiç bir şey gerçek ve doğru değildi. Belki balıkçılar bu askerlerle hiç kafayı çekmemişlerdi, ama onların karşılarında durduğu bir gerçekti, doğruydu. Bir daha ‚‘Durun’’ Şimdi yığın olduğu yerde durdu. Aralarında Kedennek de vardı. Tam o sırada tüfeğini omuzlayan şu iskelenin oradaki askerlerden gözünü ayıramamıştı. Tanıyordu onu muhakkak. O Kedennek, bu kumral taze yüzü daha önce bir kere gördüğünü de iyice biliyordu. Kedennek, kararlaştırdıkları gibi ağır ağır değil, garip, küçük hafif adımlarla yürüdü. İlerlerken içinde bambaşka çıplak bir şey duydu, anladı, ötekilerin geride kaldığını, kendisinin tek başına gittiğini, askerin üstüne ateş edeceğini de anladı. Askerlerle balıkçıların orta yerinde, balıkçıların aşağı yukarı sekiz metre ötesinde devrildi. Bütün ömrünce yalnız yelken ve motor, balık avı ve tarife düşünmüştü. Kedennek, ama sonunda bu sekiz metre boyunca ne varsa hepsini düşünmeye zaman bulmuştu. Onları alsın diye insanın kafasının yaratıldığı bütün düşünceler geçti kafasından. Tanrıyı da düşündü, olmayan bir şeyi düşünür gibi değil, yok, insanı orta yerde bir başına bırakmış her şeyi düşünür gibi…’’
Seghers takma adını kullarak yazdığı Santa Barbaralı Balıkçıların Ayaklanması adlı novellasi ile 1928 yılında Almanya’nın prestijli edebiyat ödüllerinden olan Kleist Ödülünü kazanır.
Böylece Seghers ‘’Alman’’ ‘’Yahudi’’ ‘’Kadın’’ olarak adımını attığı edebiyat dünyasında gençlik yıllarından itibaren, tarihin suskun kurbanı olmayı reddeder. 1930 yılında Alman Proleter Yazarlar Birliği’nin kurucu üyeleri arasında yer alır, aynı yıl Sovyetler Birliğine de ilk ziyaretini yapar. Bu arada Almanya’da sağ şiddet artmış, 1933 yılında nasyonal sosyalistler iktidarı ele geçirmişlerdir. Anna Seghers, Gestapo tarafından bir süre tutuklanır, iki ay sonra salıverildiğinde iki çocuğunu annesine bırakarak eşi ile birlikte önce İsviçre’ye, oradan da Fransa’ya geçmek zorunda kalır. Nasyonal sosyalistler kitaplarını yasaklamış ve yakmışlardır.
Annesi çocuklarını Fransa sınırına getirerek kızına teslim eder. 1940 yılında Fransa’nın
Hitler orduları tarafından işgali ile ailenin bu ülkede kalma koşulları ortadan kalkar.
Avrupa’dan ayrılarak Meksika’ya ulaşırlar. Başlangıçta her şey Seghers’e yabancı gelse de onu misafir olarak ağırlayan bu ülkede kendisini bir süre sonra güvende hissedecektir. Meksika’da yaratıcı ve üretken olacağı bir ortam yakalamıştır.
Anna Seghers ve ailesi Latin Amerika’nın bu ülkesinde sürgün bir hayatın içindeyken, dünya bir savaşın içinde boğulmaktadır. Nasyonal Sosyalistlerin soykırım kurbanları arasında toplama kampına gönderilen Anna Seghers’in annesi de vardır. Tam da o günlerde, Anna Seghers bugüne kadar aydınlatılmamış olan bir araba kazasının kurbanı olacaktır. Gezinti yaptığı bir gün bir otomobil kendisine çarpar ve fail bulunamaz. Seghers üç ay kendinde olmaksızın yatağa bağlı yaşar.
Anna Seghers ve eşi Laszlo Radvanyi kendileri ile aynı dünya görüşünü paylaşan insanlardan oluşan bir çevrede hayatlarını sürdürmeye devam ederler. Kendileri gibi düşünen sosyalist-komünist arkadaşlarının yanı sıra, Diego Rivera gibi yerli sanatçılardan oluşan dostlar edinirler.
Savaş sonrası Doğu Berlin’e dönen Seghers 1952’den 1978 yılına kadar Doğu Almanya Yazarlar Birliği’nin başkanlığını yapar. 1981 yılında uzun tartışmalardan sonra Mainzşehrinin onursal hemşerisi seçilir.
Nasıl ki biz okuyucular Tolstoy ve Dostoyevski eserlerinde kırsal küçük burjuvazinin psikolojik ve sosyolojik dile gelişini buluyorsak, Lukacs teorileri bizim için Brecht ile edebi dile ulaşıyorsa, Anna Seghers kalemini deneysel yenilikçi provakasyonlara izin vermeyen gerçekçi geleneksel edebiyat içinde sınıflandırmamız mümkündür. Onun eserlerinde negatif ütopyaya yer yoktur.
‘’Transit’’ gibi kafkaesk bir atmosferde geçen bütün bu roman boyunca karamsarlığı işaret etmez Seghers bize.. Anna Seghers sürekli ve sürekli karamsarlığın karşısına umudu yerleştirir, o iflah olmaz bir ‘’pozitifin’’ yazarıdır. Antifaşist bu romanların kahramanları cinayet makinalarına karşı koyan mücadelecilerdir. Yedinci Haç ya da Santa Barbaralı Balıkçıların Ayaklanması’’ndaki o kara cahil okuma yazma bilmeyen insanlar, insani bir erdemle içgüdüsel olarak birbirlerine tutunurlar, örneğin Yedinci Haç’ta kahramanımız Georg Heisler toplama kampından kaçtığında, kaçısı boyunca ona zincirleme olarak yardım elleri uzanır ve bu insani dayanışmanın ‚‘antifaşist halk cephesine‘’ giden yolun güdüsel bedene gelişidir, kahramanların düşerken birlikte ayağa kalkmalarıdır.
Antifaşizm Anna Seghers için hayatın içinde yaşanan insani bir durumdur, yanlış yaşanan tarihin düzeltilebileceğinin umududur.
Bu eşsiz yazarın kitapları hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Yazar Anna Seghers hakkında daha fazla bilgi edinmek için bu linke tıklayabilirsiniz.
Yazarlarımızdan farklı analiz yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
Bihterinciğim,
Anna Segers’i hiç tanımıyordum. Sayende tanımış oldum ne güzel anlatmışsın eline sağlık sevgiler
Güzel bir yazı olmuş, kaleminize kuvvet. Sindirerek defalarca okuyacağım. Alt satırlara hayran kaldım.
Emeğinize sağlık.
Öğrenilmesi, hatırlanması gereken yazarlardan birini daha bizlere tanıttığın için teşekkürler Bihterin. Kalemine, emeğine sağlık.
Sayende tanıma fırsatı buldum katkın için teşekkür ler..Emeğine sağlık arkadaşım.
Büyük çoğunluk konforu seçerken, 20. yüzyılın başında Yahudi kökenli burjuva bir aileden gelen genç kadının tarafını seçerken hiç tereddüt yaşamaması çok ilginç.
Yazarı da eserlerini de bilmiyordum. Bizlere bu özel kadını tanıttığınız ve romanlarını okuma arzusu uyandırdığınız için teşekkür ediyorum.
Christian Petzold’un Transit filmi ile tanıştım Seghers’le çok sevdim. Ulaşabildiğim bütün kitaplarını aldım. Seghers’i bilen okuyan biti olarak yazınızı keyifle okudum. Emeğinize kaleminize sağlık.