Taşların ruhu yok

sanıyorsunuz. Dalgalar döverek

incitince köşelerinden vazgeçip

şarkılarını söylerler.

Gecenin ıssızlığında

duyduğumuz şarkılar,

taşın sertliğini alan

dalgaların değil taşların ritmidir.

 

DENİZDE BİR KADIN

Bozkırın ortasında kuru ot kokan yaz gecelerinde en sevdiğim zamanlar anannemle dama çıkma zamanlarıydı. Kışa hazırlanan erzakın konduğu, damdaki ‘bastırık’ üzerindeki serginin açılması gerekirdi. Yağ küpleri, peynir tenekeleri ve hazırlanmış diğer gıdalar gündüz üstlerine örtülen kat kat kilim yaygı gibi parçalarla örtülerek sıcaktan korunur, gece olunca bozkırın serinliğinde açılarak havalandırılırdı. Toprak dam yatak olur yıldızların sırrını arardım. Bu seremoni çok uzun sürmedi, köye elektrik gelince buzdolabı yiyecekleri korumaya yetmişti. Zamanla ‘bastırık’ işini kimse hatırlamaz oldu, Google’da bile ismini bulamadım. Eminim, köyün göçmen halkı, Kafkasya’da dağların en tepesindeki yurtlarında kışlık yiyeceklerini farklı saklıyordu. Büyük olasılıkla, alışık olmadıkları bozkırda çevre köylerden gördüklerini uygulamışlardı.

Şimdi gecenin karanlığında sularda sırtüstü uzanmışken, çocukluk damının yıldızları içindeyim. Işık kirliliğinin olmadığı gecede yıldızlara bakıp isimlerini hatırlamaya çalışıyorum. Komşumuz Atiy’in bana gösterdiği Çolpan Yıldızı, şu en parlayanı olmalı. O yıldız mı acaba? O sırada yaşlı sandığım, her şeyi bilen Atiy’in yaşında olmalıyım çünkü benim gençliğimde ve sonraları da hep yaşlıydı. Ülkeden çok uzakta bu ada denizinde, eteğimi bırakmayan çocuk; büyük ayıyı buluyor, işte orada çok yakınmış gibi bana bakıyor.  Yazları bozkırın kuru sıcağında deniz özlemiyle komşunun süs havuzunda yüzmeye çalışan çocuk, şimdi sakin berrak denizde bütün yükleri taşıyarak yıldızlarla konuşuyor.

Her akşam televizyon Türkiye haberleriyle açılıyor, savaş sesleriyle insanlar korkuyor. Salgın haberlerini bastıran savaş korkusu… Gündüz komikliklerle savuşturduğum kaygıları suya bırakamıyorum. Bu gün Facebook’da yaptığım şakalar şirinlikler Güler’in ölüm haberiyle kederimi gizleme, tuhaf isimli virüs gerçeğini unutma hevesiydi. Şimdi üzülmenin zamanı, sarı-sıcak ovada bıraktığım çocukluğumun ablası için suçluluk duyma zamanı. Çok uzun süre geçmişti görmeyeli, en son telefonda “gel, geldiğinde ben de kal demişti.” Taçlı virüs on günde bedeni ele geçirmiş, ben çok uzaktayım.

Uzakta kalmış zamanlarda kötü insanların büyüsünden bahsedilirdi; çaresi, bulunan büyünün suya bırakılmasıydı. Su her şeyi yıkarmış, büyünün bedduasını bile. Sessizce yüzerken geçmişi ve kaygılarımı yıkayamayan sularda taşların şarkısını duyuyorum, bu sessizlikte sahilde duyulamayan şarkı denize ses veriyor. Belki gündüz hep saklı tuttuğum kederleri paylaşma yeriydi denizin karanlığı.

Yine yıldızlara dönerek suyun yüzüne bırakıyorum taşıdığım ağırlığı. Büyük sarsıntıda herkes dışarı fırlamışken komşumuzun sözünü hatırlıyorum, “milyonlarca parlak yıldız var, depremin olacağı belliydi.” İstanbullu komşum, ışık selinin yuttuğu koca şehirde yıldızların sadece lambalar sönüp karanlıkta kendilerini belli ettiklerinden habersizdi.

Zaman durmuş, saatler dingin. Bir yıldız kayıyor. Meteor yağmurunu kaçırmış geç kalmış bir göktaşı, ondan uzaktaki sevdiklerim içim iyilikler diliyorum… Beni deniziyle kucaklayan Yunan ülkesini unutuyorum, ona olan dileğimi bir dahaki kayan yıldıza saklıyorum. Annemin kokusunu denizin tuzuna bırakıyorum, çok özlüyorum. Özlemleri tuz koruyor.

Kıyıda telefonun ışığı görünüyor…

 

SAHİLDE BİR ADAM

Arkada ışıklar parlarken deniz niye bu kadar karanlık? Kadın, yüzerek karanlıkta kayboldu. Ne kadar uzun zaman geçti. Uykum da geldi. Telefonun ışığı sığ bölgeden ileriye gidemiyor.

Boğulmuş olabilir mi? Adada arayacağım yardımcı ekip de yoktur. Bir Avrupa ülkesi olan memleketimde işler Avrupa usulü değil ki! Herkes bizi diğerleri gibi donanımlı sanıyor, hem yoksul hem keyif düşkünüyüz. Bu saatte yardımcı olacak kişiyi ara ki bulasın! Baktım denizden çıkan yok, gider yatarım, uyku bastı kaygıdan.

Gündüz Nikolas Port’ta biraz hüzünlenmiş miydi? Limanda denize bakan tavernaya oturduğumuzda sahibi olan kadın birkaç kere yanımıza uğrayıp, “memnun musunuz? Bir isteğiniz var mı?” diye sorar olmuştu. Derdi başkaymış, en sonunda “Türkçe konuşuyorsunuz” dedi. Anastasia’nın annesinin ailesi Antalyalıymış, Yayası ve dedesi onunla hep Türkçe konuşurmuş; şimdi, o zamanlar Türkçe öğrenmek istememesine pişman olmuş. Anastasia kız kardeşi ile Antalya’ya anne ailesinin geçmişi bulmaya gitmişler ama hayal kırıklığı yaşamışlar, işte o zaman benim kadının dalgınlığından hüznünü sakladığını anlamıştım. İnsanların kendi kararları dışında oradan oraya savrulmaları ne büyük kötülüktü. Yine de en ücra adalardan birinde Anastasia’yı bulmak sürprizdi, Atina’da görüşeceklerdi. Görüşebilirler elbette denizden çıkabilirse.

Yarın olduğunda sorarlar mı bir de “ne oldu bu kadına? Öldürdün denize mi attın?” Bir sürü sorgu sual, işin yoksa uğraş dur. Onlara, Büyükada’da Aya Yorgi’ye dua ettikten sonra bana hediye edildiğini söylesem, bana inanırlar mı?

Belki “ha, Türk müydü? Üzülme, dünyadan bir Türk eksildi,” derler. Kimi ırkçılar içinden kimi sesli “en iyi Türk ölü Türk’tür!” demiyor mu?

Ne vardı ki bu kadar açılacak, su delisi!

Belki, bana kızacaklar “zaten derdimiz var, niye esirgemedin sudan!” diyecekler. İki ülke arasında krize neden olacak, farkında değil. Al başına belayı, zaten Doğu Akdeniz’de iki tarafta bahane arıyor. İster misin savaş nedeni olsun. Tatilimiz de haram olacak.

Gece denize gireceğini söylediğinde, şakalaşmıştım. Onu bir ‘neraida’’ya benzetmiştim. Mitolojideki su perilerden, bahsetmiştim. Niye geçmiş zamanla konuşuyorum. Gidip uyusam mı?

Sanki suda bir kıpırdanma oldu. En iyisi sahilde uyuyayım, “sabaha kadar bekledim,” derim.

 

Onsun Meryem

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir