YERALTI’NDAN SAMSA’YA GİDEN YOL/ VAROLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

 

İnsanı ve yaşamı anlayabilme çabamız, suya atılan taşın geride bıraktığı hareler misali evrene dağıldıkça; kulağımda Heidegger’in sözleri yankılanıyor;  “Hiçbir çağ bilgiyi bu kadar hızla ve kolaylıkla elde etmemiştir. Bununla birlikte hiçbir çağda insanın ne olduğu hakkındaki bilgi bizimki kadar yetersiz olmamıştır.”

Elbette bir şeyin tanımlanamaması o şeyin olmadığını göstermez, ancak yolculuğumuzun hiç de kolay olamayacağını sezdirir.

Sözünü edeceğimiz kahramanlarımız, belki de anti kahraman demeliyiz onlara; Dostoyevski, Kafka, Camus ve Melville, yaşam denen karanlık ve acımasız sularda defalarca yıkanmış, uzun ve çileli yolculuklarla sınanmışlardır.  Anti kahramanlarımız hayatın saçmalığına ve anlamsızlığını çok genç yaşlarda keşfetmiş, sistemin ve toplumun ve ailenin onlara dayattığı rolleri reddederek tüm yaşamlarını insanı anlama ve Dostoyevski’nin deyişiyle üstün anlayışlı insanı yaratma çabasıyla geçirmişlerdir. Edebiyatın azizi, bir arkadaşına yazdığı mektupta “İnsanı anlamak istiyorum. Tüm bir hayat boyunca bunu anlamak için çabalamak zorunda kalsam bile bil ki buna değer” derken yolculuğunun anahtarını elimize verir.

            Dostoyevski ve Kafka altmış iki yıl arayla doğmalarına karşın yaşam hikâyeleri ve mücadeleleri pek çok noktada kesişmektedir. Her iki yazarın da burjuva sınıfından ailelerde dünyaya gelmesi, baskıcı otoriter baba modelleri, istemedikleri okullarda okutulmaları, istemedikleri işlerde çalışmak zorunda bırakılmaları, içinde yaşadıkları toplumun kurallarına, geleneklerine ve dayatılan rollere başkaldırma çabaları… Bu kesişmeler ister istemez yarattıkları evrenlere de sızmıştır. Hatta, Dostoyevski’nin bıraktığı bayrağı, Kafka bir daha indirmemek üzere devralmış izlenimi uyandırmaktadır. Pek çok kaynakta Kafka’nın, Flabuert, Neitszche’ den oldukça etkilendiği yazılsa da Dostoyevski etkisini görmezden gelmek her iki yazarı tanıma ve yorumlamada eksik parçalar oluşmasına yol açacaktır.

Yüz yıl arayla basılan iki kitap: Yeraltından Notlar ve  Dönüşüm, özbenlerine kavuşabilmek, dönüşebilmek,  özgürleşebilmek uğruna büyük bedeller ödemeyi göze almış anti kahramanların öyküsü anlatır.

Her şeyden çok insanı anlamayı arzulayan Dostoyevski, önce içine dönmek, otopsi yapan bir cerrah gibi kendisini deşmek zorundadır. Bu nedenle romanlarında bol bol kendinden izler bulunur. Aldığı hapis cezası ve on yıl süren sürgünün ardından,  karısını ve üç ay sonra da abisini kaybedince, 1814 yılında ‘yeraltı’na iner. Orada hasta, yalnız, kendisiyle sürekli çatışan yeraltı adamını bulur. Kitabın birinci bölümü bu anti kahramanın, itirafları, serzenişleri, hakaretleri, hayıflanmaları kısaca iç dünyası üzerine bir monologdur. Çevresindeki insanlardan tiksinen, onları nefretle anan ve onları hiç sevmemiş gibi görünen kapalı bir karakterin fazlasıyla açık ifadeleri vardır. İkinci bölümde ise Yeraltı Adamı’nın yirmi dört yaşındayken başından geçen ve yeraltına çok daha yakınlaşmasına sebep olan olayları anlatır.

 Kitap “Ben hasta bir adamım… Kötü bir adamım, suratsız bir adamım ben… Doğrusu hastalığımın ne olduğunun da farkında değilim… Belki yirmi yıldır bu haldeyim. Kırk yaşıma geldim. Eskiden çalışırdım, şimdi işi bıraktım. Fena bir memurdum. Kabaydım; kaba olmaktan zevk alırdım… Demin sert bir memur olduğumu söyledim ya, yalan. Hırsımdan yalan söyledim… Ama öyle bile olsa, inanın hiç umurumda değil…”1 cümleleriyle başlar.

Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir; yazar bu üç dört cümlede aslında tüm roman boyunca anlatacaklarını özetlemiştir.

Bu durum yıllar sonra Camus’ye şu cümleyi yazdıracaktır. “Bir kitabın son sayfaları daha ilk sayfalarındadır”2

Ve devam eder Yeraltı Adamı; “ Kötü  biri olmak bir yana, herhangi bir şey olmayı da beceremedim. Ne kötü ne iyi, ne alçak ne namuslu, ne kahraman ne de haşerenin  biriyim. Şimdi bir yandan köşemde pinekliyor, bir yandan da acı, faydasız bir teselliyle avunuyorum…”3 “Dinlemek isteseniz de istemeseniz de şimdi size niçin bir haşere bile olamadığımı anlatmak istiyorum baylar. Tamamıyla ciddi olarak söyleyeyim ki, böcek olmayı çoğu zaman arzuladım. Yazı ki buna bile layık olamadım.”4

Dostoyevski kendini böcek olmaya bile layık göremezken Kafka’nın Dönüşümü buradan başlar;

Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulduNe olmuş bana böyle?” diye düşündü. Gördüğü düş değildi…”5

Ancak Samsa omuzundaki sorumluluklar yüzünden yeraltı adamı kadar cesur olamazdı.

Annemle babam yüzünden kendimi tutuyor olmasaydım eğer işimden çoktan ayrılırdım, patrona çıkar ne düşündüğümü olduğu gibi söylerdim.6 der fakat sabah uyandığında kendini böcek olarak bulması onu işinden, ailesinden ve yaşamdan ayırmaya yeter.  Kafka, böcek metaforunu  uyanışın ve başkalaşmanın simgesi olarak düşünmüş, hayatın saçmalığı anlamsızlığına düş gücüyle çelme takmıştır.

 

Yeraltı Adamı yazdığı satırlar hakkında şu yorumu yapar;

“…boş gururum yüzünden yaşayan âlemle her türlü bağı keserek nasıl yer altına çekildiğimi uzun bir öykü gibi anlatmanın hiçbir ilginç yanı yok elbette; hem romanda bir kahraman olmalıdır, hâlbuki benimkinde bir kahramanın tersi olan ne kadar özellik varsa kasten bir anti kahramanda toplanmış.”7tır.

Dönüşümden önceki Samsa gün ağarmadan uyanmak, saat beşteki terene yetişmek,  eline tutuşturulan kumaşları satmak zorundaydı. Evin kirası, hizmetçinin parası, Anne baba ve kız kardeşin ihtiyaçları. O bunların hiç birini arzulamaz. Belki odasında asılı olan resimdeki kadınla aşk yaşamak, belki dünyayı dolaşmak, belki de yapayalnız bir böcek gibi yaşayıp ölmek istiyordu. Ancak yapamıyordu.

Bu erken kalkma yok mu insanı aptala çeviriyor. insanın uykusunu alması gerekir…  Ama şimdilik yataktan çıkmak zorundayım çünkü trenim saat beşte kalkıyor… Aman tanrım,  diye düşündü, ne kadar da zor bir uğraş seçmişim meğer! Günlerim hep yolculuk etmekle geçiyor… Üstelik yolculuğun benim için bir de aktarma trenlerin peşinde koşmak, düzensiz ve kötü yemeklere yargılı olmak, insanlarla sürekli değişen, asla süreklilik kazanmayan, içtenlikten uzak ilişkiler kurma zorunluluğu gibi sıkıntıları da var. Şeytan alsın bütün bunları!”8

Böylece modern hayatın monoton ve ezici ritminden sıkılan insanın uyanma ve başkaldırma hakkını kullanmaya başladığının işaretlerini verir.

Camus bu konuyu şöyle açıklar; “ Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, on dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde Salı Çarşamba Perşembe Cuma Cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün “neden?” sorusu yükselir  ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar… Bıkkınlık makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar…”9

Yeraltı adamı ise içinde bulunduğu şartlar sebebiyle daha şanslıdır çünkü şimdiye dek kimsenin sorumluluğunu omuzlamamış, kırk yaşına gelince de işinden ayrılıvermiştir. Ve ruhundaki başkaldırıyı şöyle dillendirir; “Hey tanrım, ya herhangi bir sebeple bu kanunlardan hoşlanmıyorsam ve iki kere ikinin dört etmesinden hoşlanmıyorsam, tabiat kanunlarından, iki kere ikinin dört etmesinden bana ne…  ama karşımda gücümün yetmediği bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye razı olamam.” 10 “ Medeniyet neyimizi yumuşatmış? Medeniyetin insan duygu çeşitlerini arttırmaktan başka işe yaradığı yok”11

Ancak Sartre’ın dediği gibi “ Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak, yavaş yavaş kendini belirle” me çabasındaki insan için uyanmak merdivenin birinci basmağıdır. Yolculuk uzun ve sonsuz seçeneklidir. Bu sonsuz seçenekli yolda ise pek çok çukur, uçurum ve dikenli tel mevcuttur.

Kafka bu durumu şöyle tarif eder. Hiçbir zaman ele geçirilemeyecek olan doğru yol; yerden bir karış yüksekte bulunan gergin bir ip gibidir. Fakat bu ip, üstünde yürümek için değil de insanın ayağının takılıp tökezlemesi için vardır.

Uyanmanın ardından başkaldırarak ve başkalaşarak var olacak olan kahramanlarımızı şimdi de yalnızlaşma, büyük acılar, umutsuzluklar ve bunalım beklemektedir.

Yeraltı adamı bu durumu şöyle arif ediyor;  “O sıralar ancak 24 yaşındaydım. Hayatım o zaman bile sönüktü, derbederdi; yabani sayılacak derecede bir başınaydım. Kimseyle arkadaşlık etmiyor, konuşmaktan kaçıyor, gitgide daha çok kabuğuma çekiliyordum… meslektaşlarımın bana yalnız acayip bir adam olarak değil aynı zamanda tiksintiyle baktığını da gayet iyi görüyordum. Bazen neden benden başka hiç kimse kendisine tiksintiyle bakıldığını hissetmiyor?“ diye bir soru geliyordu aklıma…”12

Bu küçülmenizi olanca şiddetiyle idrak etmenizin verdiği zevktir. O kötü halinize rağmen başka türlü olamayacağını, tek bir kurtuluş çaresi bulunmadığını, artık değişemeyeceğinizi, hatta bunun için zamanınız, inancınız olsa bile kendinizin istemeyeceğinizi anlamanın zevkidir.

Samsa’nın yalnızlaşması ve ötekileşmesi ise böceğe dönüşmesiyle başlar daha evvel aile bireyler tarafından koşullu olsa da sevilen ve saygı duyulan samsa hayvanlaşarak kendi olabilme sürecinde horlanan, tiksinti duyulan, utanılan hatta unutulan bir varlığa dönüşür. Babasının kendisine fırlattığı elma ile sırtından yaralanmış ve çektiği acıyla bayılmıştır, elma yiyerek günah işleyen ve cennetten kovulan baba; günahlarından kurtulmak için elmayı oğluna fırlatmıştır. Ve roman boyunca kimse elmayı samsanın sırtından çekip almaya cesaret edememiştir.

“Gregor baygınlığı andıran ağır uykusundan ancak akşam karanlığında uyandı… Uzun akşam boyunca iki yandaki kapılardan önce biri, daha sonra da öteki bir parmak açıldı, ardından hemen yine kapandı… Ve Gregor boşuna bekledi. Sabahları kapılar kilitliyken herkes yanına gelmeyi isterdi. Şimdi yani Gregor kapılardan birini açtıktan sonra…Gelen giden yoktu ve anahtarlar kilitlere dışarıdan sokulmuştu.”13

Böylesi çaresiz ve yalnız kalan kahramanlarımızın imdadına Sartre yetişir;

 

“ Gerçi özgürlüğün açtığı uçurum önünde bunaltılı bir baş dönmesi duyar, ama hayatının anlamı da bu özgürlükten gelir. Bir şeye karşı koyuyorsak onun verdiği coşkuyla koyuyoruz. Öyleyse kağıtları açalım artık; hayat umutsuzluğun öbür yanında başlar

Tüm çocukluğu boyunca kendisini “hiçbir şey” gibi hisseden Kafka, sadece kara saplanmış bir odun parçası olmak istediğini söyler. Çok genç yaşta hayatın anlamsızlığı ve saçmalığı altında ezilen yazar, çıkış yolunu ölümden bile daha derin bir uykuya benzettiği yazma eyleminde bulur.

Samsa karakteri ise yaşadığı bunaltının son dakikalarını ve özgürleşme anını şöyle anlatır; “Gregor son bakışını uyumakta olan annesinin üzerinde gezdirdi… “peki şimdi ne olacak? diye söylenerek karanlıkta çevresine bakındı. Kısa zamanda, artık hiç kımıldayamayacağını anladı… Kendini bir ölçüde rahat hissediyordu. Gerçi tüm gövdesi ağrılar içindeydi ama Gregor’a bu ağrılar gittikçe hafifliyormuş ve sonunda tamamen geçecekmiş gibi geliyordu. Sırtındaki çürümüş elmayla …, iltihaplanmış bölgeyi artık neredeyse hiç hissetmiyordu… ortadan kaybolması gerektiğini belki kız kardeşinden bile daha ciddi düşünmekteydi. Saat kulesi sabahın üçü vurulana değin bu bomboş ve huzur verici düşünceler içerisinde kaldı. Pencerelerin dışındaki dünyanın aydınlanmaya başladığını görebildi. Sonra başı, elinde olmaksızın tamamen düştü ve zayıf soluğu, burun deliklerinden son kez çıktı.”14

Yeraltı adamı ise Dostoyevski gibi sanrılar içindeydi; “ Bırakmıyorlar… iyi… iyi olamıyorum… Fakat bu buhran ne kadar sürse de bitecekti. Nihayet kendimi zorlayarak  başımı kaldırdım, bunu nasıl olsa yapacaktım… Bana bunların imkansız olduğunu, bu derece kötü, bu derece aptal olamayacağımı söyleyecekler, biliyorum… Şimdi kendi kendime şu lüzumsuz suali soruyorum; kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir?”15

Yeraltı adamı sahneden, özgürleşmenin sarhoşluğuyla Shakespeare vari bir tiratla, insanlık yazgısına göndermeler yaparak çekilir;

“Müsaade buyurun baylar, ben bu hepimizlikle kendimi haklı çıkarmak peşinde değilim… Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağına eminim, zira hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta yaşamdan öylesine kopuğuz ki, gerçek “canlı hayata” karşı adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz… Üstelik siz tabansızlığınıza sağduyu diyor, böylece kendi kendinizi aldatarak avunuyorsunuz. … Ben kendi hayatımda, sizin cesaret edemeyip yarıda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürdüm, o kadar… Buna göre ben sizden daha “canlı”yım… Biz bugün canlının nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını bile bilmiyoruz… İnsan olmak, yani gerçek, kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç geliyor; bundan utanıyor, ayıp sayıyor, bildik, genel anlamda insan olmaya çabalıyoruz hep. Aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz ve bundan gittikçe daha çok hoşlanıyoruz… Yakında bir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri olarak dünyaya geleceğiz…” 16

AYSEL KARACA

 

 

1 F.Mihayloviç Dstoyevski, Yeraltından Notlar, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s. 3

2 Albert Camus, Sisifs Söyleni, İstanbul, Can Yayınları, 2013,s. 30

3 F.Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s. 5

4 F.Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s. 7

5 Franz Kafka, Dönüşüm, İstanbul, Can Yayınları, 2012, s. 19

6 Franz Kafka, Dönüşüm, İstanbul, Can Yayınları, 2012, s. 21

7 F.Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s. 138

8 Franz Kafka, Dönüşüm, İstanbul, Can Yayınları, 2012, s. 20

9 2 Albert Camus, Sisifs Söyleni, İstanbul, Can Yayınları, 2013,s. 31

10 F.Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s. 14

11 F.Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s. 25

12 F.Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s. 47

13 Franz Kafka, Dönüşüm, İstanbul, Can Yayınları, 2012, s.40,41,42

14 Franz Kafka, Dönüşüm, İstanbul, Can Yayınları, 2012, s. 78,79

15 F.Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s.132,133,134

16 F.Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, s. 138,139

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2 thoughts on “YERALTI’NDAN SAMSA’YA GİDEN YOL/ VAROLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI/ Aysel Karaca

  1. oresay dedi ki:

    Sayfamda bir fotoğrafın altına yorum olarak: “Yüzler ve kimlikler, her sefer sormadan durmuyorum; insan nedir?” diye yazarak sormuştun. Bir yanıt vermek istemedim o soruya. Zordur bu tür soruların yanıtı.

    Ama biliyorum ki: Yanıt, o fotoğrafta ve senin sorunun içinde gizlenmiştir, hep insana varmak için…

    İnsanı, insan-insan ve insan-doğa çelişkisi içinde arayan bir gezintiye çıkaran “Yeraltı’ndan Samsa’ya Giden Yol/ Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı” ndaki gibi ışıldayarak. Aklına, kalemine sağlık.

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Canım şairim, anlıyorum insan hepimizin içinde gizli. Onu deşelemek, beslemek, havalandırmaya çıkarmak gerek. Samsa hiç değilse arada bir salona çıkabilseydi, insan ırkı içine sakladığı o tiksindirici şeyi görebilseydi hayat belki bambaşka bir şey olacaktı. Işıltılı ve ferahlatıcı yorumun sonsuz teşekkürler…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir