Bu Kardan Adam Olmaz

 Bir karınca hikâyesidir belki de ömür, fasit bir alyansın içinde döner durur. Oysa yazarın söylediğine göre karınca boyunu çoktan aşmıştır.

Sevgili arkadaşım Hasibe Özdemir’in öykü kitabı Bu Kardan Adam Olmaz evimin kapısını iki kez çalan kargo görevlisinin paketinden yere düşeli neredeyse on beş gün oldu. Heyecandan mı, aylaklıktan mı, sön dönemin kıdemli misafiri Corona’nın bilinçaltımıza kazıdığı endişeden mi bilinmez, bu günlerde pek çok şey elimden kayıp düşeyazıyor. Telaşla eğilip aldım elbette, ayağımın önüne kapaklanan Bu Kardan Adam Olmaz’ı ve özür diledim,  hem yazarından hem Kardan Adam’dan…

Kapağı elimle okşarken, laf aramızda ağaçları ve kitap ciltlerin okşamayı çok severim, kitabın kapağındaki bir sapanın belki de ağaç dirseğinin ucundaki salıncakta salınan uzun saçlı kıza takıldı gözüm. Salındığı ip kopmuştu, Sait Faik’in Kayıp Aranıyor romanındaki uçurtmanın ipini koparan kadın gibi; ipin ucunu kaçırmış, boşlukta salınıyordu.  Kitabın ismini meydana getiren harfler de tıpkı bu kız gibi boşluğa saçılmış, birbirinden bağımsız bir halde boşlukta asılı duruyorlardı. Ah! Diyorum şimdi, tıpkı yirmi adet hikâyenin içinde, boşluğa hapsedilen yalıncak kahramanlar gibi…

 

Yazar, belki karakterlerine kahraman dememi doğru bulmayacak, onlara kahraman dememiz doğru değil, Ayselciğim diyecek, kendi gibi kahramanlarından da tevazuuyla bahsedecek. Ben yine de kahraman diyeceğim onlara ama yalıncak kahramanlar… Yani sahipsiz, korumasız, garip kahramanlar…

Hasibe’nin hikâyelerindeki bu yalıncak kahramanlar çoğunlukla kadınlar ve çocuklar. Son dönemlerde hemen her gün haberlerde önümüze düşen, kimi zaman fiziksel çoğu zaman ruhsal şiddete maruz bırakılan; üstelik sadece kocası tarafından değil; kimi zaman öz annesi, kızı, kayın validesi, kız arkadaşı kimi zaman komşusu, oğlu ya da babası tarafından baskılanan, hor görülen, taciz edilen, sömürülen kadınlar ve çocuklar…

 

Kadın meselesinin daha uzun yıllar gündemde kalacağı aşikârken, her şeyden önce, kadın kadının kurdudur, melesini çözmemiz gerekiyor sanırım. Hasibe de bu eski yaraya birkaç öyküde değinmeden edememiş.  Küstüm Yemeği’nde  “Anneme göre ise ‘Gitmek’ fiili benimle cümle içinde geçmez. Yakıştıramıyor kadın gitmeyi bana. Kabul en hazır halim bile, bakkallık mesafeyi aşamazmış gibi…  Oysa sadece ‘Bunca yıldır işten eve evden işe, git tabi kızım, senin de hakkın elbet, ara ama otobüsten inince, olur mu?’ dese kımıldamayacağım belki. Onlarla birlikte yapışacağım bu evin duvarlarına.” diyor annesi tarafından fasit daireye hapsedilen kahraman.

Bir başka öykü, Çok Bile’de; “Kalkıp yerleşeceğine, dikmiş gözlerini duvara, sanırsın tünel açıp gidecek, Belçika’ya anasının yanına. Benim bile aklım bastı, senin anan adamdan adama atlarken mola bile vermiyor a kızım!…

Kafayı tekrar koridora uzatıp, yandan görünüşünü beğenmediği torununu şöyle cepheden bir kez daha yakalamak istiyor. ‘Allah günah yazmasın, bizim tarafta böyle çirkini yok… Kime çekmiş bu?

Neden sonra kalkıp tencerenin altını yeniden yakıyor. “Makarna neyine yetmez, diyor paketi açmak için çekmeceyi açarken. ‘çok bile’ diyor içindeki nemrut ses. ‘çok bile!’” diye söyleniyor, görmüş geçirmiş babaanne.

Olacak şey mi demeyin, oluyor. Hem de her gün her saat, yanı başımızda, duvarımızın arkasında olup bitiyor bunlar. Ama bu mahzun, çaresiz, yalıncak kahramanlar, sömürülmeye, öldürülmeye, taciz edilmeye, aşağılanmaya, işkence edilmeye devam ediyor.  Yolda yürürken gördüğümüz bir karınca yavrusuna gösterdiğimiz hassasiyeti, yan duvarımızda çığlıklarını duyduğumuz kadınlara, çocuklara göstermediğimiz için, devam ediyor. Yazar da bir kadın olarak, belki de bin yıllardır devam eden bu insanların duyulmayan çığlığını duyurmak istiyor.

Aslında abi,  kimse bulaşmasa yaşayıp giderdik öyle, iyi mi! Evin etrafında ıslık çalan o itler olamasa. Ne dayaklar yediği hala gözümün önünde. Her sopadan sonra koparırdı ipi, daha uzaklara kaçardı. Ama dönerdi hep … dedem kol kanat kırmakla baş edemeyince, evin kapısını temelli kapatmıştı yüzüne… Ağzını açan olmadı abi. Olduysa da ben duymadım.”

“Bunca yıl Hanife teyzenin feryatlarını duymamak için radyoların sesini açan kadınların tersine, dayağın gürültüsü sokağa taştığında, Selma eli bir şeye uzanmadan donup kalırdı…

 Hanife Teyze yediği dayaklardan önce ya da sonara bir kaza çıkmasın diye makası bıçağı kaldırdı orta yerden.

En sonunda inadımızı cebimize koyup annelerimize sığındık. Herkese hakkını veren ama kendi yaşamlarında adalet yüzü görmemiş bu kadınlarla beraber, yukarıda sabrı nihayet tükenen bir Tanrı’nın “Dur artık be adam!” diye gürleyip, elinin tersiyle Kemal amcayı olduğu yere çivilemesini, ağzını burnunu dağıtmasını, altına kaçıran bir bitkiye çevirmesini beklemeye başladık… Kemal amca yaşamaya devam etti hepimize inat. Dileğimiz kurumayan çamaşır gibi dilimizde asılı kaldı öylece.”

Sevgili Hasibe, yukarıda yazılan paragrafta da görüldüğü üzere kurmacada gösterdiği başarıyı dilde de gösteriyor. Yalın, çıplak ama bir o kadar da çarpıcı, sarsıcı anlatımıyla okurun ruhuna süzülmeyi, onu derinden sarsmayı beceriyor. Hiçbir işvesi, cilvesi, ağdası olmadan da iz bırakan metinler yazmayı başarıyor. Pırıl pırıl değil, yalınkat hikâyelerle yola diziliyor.

Metni metaforlara boğmasa da eğretilemeler layıkıyla kullanıyor, okurun dudağını titretmeyi başarıyor.

Arabasında yer açmayanın evine nasıl sığarsın Ayfer? dedi Hanife teyze, sitemsiz.

Ev gezmelerine giydiği otuz yedi numara terliklerin ucu, sokağı keşfetmeye çıkan köpek yavrularının burnu gibi havada, gidenin arkasından bakıyordu…”

 

Kapı önlerine denk gelen uçları, geniş basenlerle parlatılmış otuz dört basamaklı kirli merdivenden yukarı çıkıyorlar. Onlarla birlikte tırmanan, birbirine yapışmış sıvasız evlerin hepsi yanlış kaynamış kemikler gibi yamuk yumuk.”

“İki çocuk ibret dersi almaları için oturtuldukları köşede, gözlerini kırpmadan, eti dişe dokunmayan zavallı bir serçeye benzeyen ağabeylerinin duvarlara vuruluşunu izlediler. Hangi evde ne piştiğini öğrenmek için sokağa çıkmaktan erinmeyen meraklı komşulardan biri dahi uğramadı. Zili kilitlendi, kapı batık bir tırnak gibi gömüldü duvara.”

İşte bu ince işçilik Hasibe’yi has edebiyatın sınırlarına taşıyor, okurun dilinde, dimağında unutulmayacak bir lezzet bırakıyor.

Dileğimiz, fasit dairenin içine sıkışmış nereye gideceğini bilemeyen yalıncak kahramanların en az o mini minnacık karınca kadar cesur ve atak olmaları.

Yazacak daha çok şey var belki fakat şimdilik bitirmeliyim; az evvel mutfaktan bir koşu alıp geldiğim çayı yudumlamak ve bir sigara tüttürmek için çıktığım balkonda kulağıma gelen iniltilerin kaynağını bulmam gerekiyor. Yaşamla ve edebiyatla kalın…

 

Aysel Karaca

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir