DELİ İŞİ
– Berke’yle aynı şehri kazanırsak pavyona gideceğiz biz! dedi.
Üniversiteye hazırlanan iki delikanlının hayallerini ifşa ediyorum şu an. Biri benim oğlum. Henüz reşit değiller. Pavyonun ne olduğu hakkında fikirleri olduğunu sanmıyorum. Ya da fikirleri vardır da daha ötesi yoktur diyelim. Deli akan kanlarına mecra arayışındalar. Büyüdüklerini ve artık bunu yapabileceklerini düşünüyorlar. Bunu söylerken hem kendi sınırlarını hem de ebeveynlerinin sınırlarını deniyorlar. Öte yandan bizimle eğleniyor da olabilirler.
-Gidin tabii çocuğum, dedim ben de.
Henüz ortada kazanılan bir üniversite, başka şehir ve hangisi olacaksa o şehirde pavyon gerçekliği olmadığı için böyle konuşuyorum işte. Yoksa daha geçenlerde kış bitti diye montunu dolaba kaldırırken: “Bu mont o şehre az gelir. Oranın kışları fenadır. Üşür çocuğum. Kış başında daha kalınını almak lazım.” diye ufaktan endişelenmeye başlamış bir anneyim ben.
İlk üç ay bulantılardan pek anlamıyorsun da karnındakinin kendini belli etmeye başlamasıyla deliliğin başlaması tam olarak aynı zamana denk geliyor. Doktorunun gerek olmadığını söylemesine rağmen ille de Doppler ultrasonuna girip hem el hem de ayak parmaklarını tek tek sayıyorsun mesela. “On on toplam yirmi, değil mi?” diye yirmi kere doktora soruyorsun. Ense kalınlığının milim ölçüsünü ezberliyorsun. Doğmamış çocuğa don biçiyorsun. On parmaklı olduğuna şükrettiğin ayakları için aldığın minicik çoraplarına bakıp bakıp ağlıyorsun.
Doğduktan sonra gece gündüz nefesini dinliyorsun. Solukları düzenliyse senden mutlusu yok. “Bilemezdim şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin bu kadar kifayetsiz, emzirmenin bu kadar muhteşem olduğunu” diye çalıntı dizeler mırıldanıyorsun. İlk adımını attığında kalkıp koşasın geliyor ama sabırla sana doğru gelmesini bekliyorsun. Düştüğünde yüreğin ortadan ikiye ayrılıyor ama yine sabırla kendi kendine kalkmasını bekliyorsun. İşte tüm o beklemelerde sabır eşiğin yükseliyor.
Bende de öyle oldu. Benim sabırsız bünye sabretmeyi annelikle öğrendi. Hayır, bu çok iddialı oldu. Hâlâ öğreniyorum diyelim. Çocuk büyükçe değişik sınavlar çıkıyor karşına ve hep bilmediğin yerlerden geliyor sorular.
Memeden kesildiğinde sıkıntıyı çocuk yaşar, öyle yazıyor kitaplar. Bizde çocukta tık yok, anne üç gün ağladı. Anaokuluna başlayan çocuk doğumdan sonraki ilk ayrılış travmasındadır. Bizim çocuk arkasını dönüp oyuncaklara yürüdü. Anne eve dönünceye kadar ağladı. İlkokula başladığında çocuk artık bir adımını dışarı atmaktadır. Şöyle bir sıkılır gerilir, değil mi? Bizim oğlan tam gaz dersliğe daldı. Anne perişan. Ortaokul başlangıcında anne ağlamamayı başardı ama lise giriş sınavında çocuğunu bin bir duayla uğurladığında öyle ağladı ki diğer anneler kendi çocuklarını unutup bunu teselli ettiler.
Bunlar endişe göz yaşları değil. Anne çocuğuna çok inanıyor, güveniyor. Onun yüreğini çocuğun gittikçe büyüyen adımlarla evden gidiyor olması dağlıyor. Öte yandan bunu hakkıyla, başarıyla yapıyor olmasından dolayı da çok mutlu. Çocuk adımlarını sağlam ve güvenli atıyor. Aklını çok güzel kullanıyor. Deli ama mutlu anne yine ağlıyor.
Ayıptır söylemesi, bizim oğlanı bir konferans için Amerika’ya göndermişliğimiz var. Uçuş numarasıyla uçağın anlık takip edilebildiği bir aplikasyonu indirdik telefonumuza. İstanbul’dan kalkıp New York’a ininceye kadar biz de yerde uçtuk. Uçak okyanus üzerindeyken çok gergindim. Okyanus fena. Havada da olsa ayağını yere sağlam basacaksın. Grönland üzerine geldiklerinde azıcık rahatladım. On bin metrede artık karadaydılar. Bu sefer de “Şimdi soğuktur oralar!” diye endişelendim. Ne zaman ki sabaha karşı alana indiler, gidip yattım. Pasaport kontrol ritüelleri artık onların sorunuydu.
Tamam analar taş yer, yarımşardan beş yerler ama hiç yemeden de doyarlar, biliyor musunuz? Çocuğu toksa o anne açsa bile toktur. Hangi diyette böyle bir güzellik vardır, söyleyin bana. Ama bir de çocuk açsa, işte o zaman o anne dağları deler, Mars’a iki tur gider gelir, güneşe meydan okur da ocağa bir tencere koyar.
Bütün anneler delidir ve çok kuvvetlidir. İçeriden bildiriyorum, o derece doğru. “Deli kuvveti” tabirinin annelikten türemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Çocuğu söz konusu olunca her annenin gözü karadır. Arşimet iki bin küsur yıl önce “Bana bir dayanak ve yeterli uzunlukta bir kaldıraç verin, dünyayı yerinden oynatayım.” demiş. Ah be Arşimet! Sen hamamda yıkanmaya devam et. Anneler bunu insanlığın var oluşundan beri yapıyorlar. Üstelik kaldıraça falan da ihtiyaç duymuyorlar. Onlar var ya onlar, çocukları için dünyanın eksenini kaydırır, üzerine de sütlaç kaynatıp akşama hazır ederler.
Bu güce erişmek için fiilen doğurmak da gerekmiyor. İçinde iki kalp attırma gücü olan her kadın ister doğurur, çocuğunu sever ya da doğurmaz ama çoluğu çocuğu, kadını erkeği, kediyi köpeği, çiçeği böceği sever. Farkında olsun olmasın her kadının böyle bir gücü vardır. İşte dünyanın altını üstüne getiren de bu kadar sevebilme yetisidir. Kadınlardan çok korkulmasının sebebi de tam olarak budur Sevebilmelerine izin verilse her şey nasıl da farklı olacaktır. Dünya yerinden öyle bir oynayacaktır ki gezegenlerin sırası bile değişecektir. Sevginin gücü sınırsızdır. Sadece gölge edilmemesi gerekmektedir.
Ota çiçeğe ağlayan bendeniz rüyalarımda bile üniversite sınavına giriyorum bu aralar. Gidilebilecek o bozkır şehrini düşünüyorum. Bana bak, diyorum oğlana. Ne zaman ararsam o telefon açılacak, açılmasa da mutlaka geri dönüş yapılacak. Yoksa uçarak koşarak yanına gelirim. Diyorum. Dinlemiyor gibi ama ben onun beni dinleme olasılığını bile seviyorum.
Daha bunu üniversitesi, işe girişi, askerliği, kısmetse evliliği, inşallah torun torbası var. Annelik denen şey tam bir macera.
Pavyonlarda içkilere hâlâ kötü şeyler katılıyor mudur yahu? Bak şimdi aklıma geldi.
Daha mı fena?
Efendim?
Al işte, nur topu gibi yeni bir endişem oldu!