CAN CANA/ Berrin Yelkenbiçer

Beni duyuyor ya da görüyor musun, bilmiyorum. Bu duymaların görmelerin ne zaman başladığı konusunda hiçbir fikrim yok. Sağımda solumda konuşulduğu oldu ama sözcükler hep havada asılı kalmış da bana ulaşmamış demek. İlgilenmediğimden olsa gerek.

“Bir gün olur belki” fikri aklımın bir yerlerinde vardı tabii. Öyle büyütülüyoruz. Küçük bir kız çocuğuyken bile annenden duyduğun öfkeli bir “ Anne olduğunda anlarsın!” cümlesi zihninde başköşeye kuruluyor. Sözcüklere sinmiş o öfkeyi pek umursamıyorsun ama anlamı peşini bırakmıyor. Unuttuğun ya da unuttuğunu sandığın bir dönem oluyor. Çocukluğu geride bırakıp tuhaf bir heyecanla kadınlığa ilk adım attığın yaşlar mesela. Aklına pek gelmiyor. Yaş azıcık ilerleyip otuzuna yaklaştığında nedense zihninin kıvrımlarından bütün görkemiyle çıkıp tekrar parlamaya başlıyor. Kaçamıyorsun. Sağın solun, eşin dostun hiç durmadan konuşuyor. En fenası da kendi iç sesin. Hiç susmuyor. Bu gürültüde kafan şişiyor. Yönünü şaşırıyorsun.

Benim de biraz sessizliğe ihtiyacım var. Doğru kararlar almak için dışındakilerden çok içindekilerden uzaklaşman gerekir bazen. Asıl zor olan içindeki seslerdir. Tuhaf olan ise içindekilerin çoğu dışarının sesleridir zaten. Seninle her yere geliyor olmaları işleri daha da zorlaştırır. Kendi sesini bulman yıllarını alır ama yine de dışarıdan temizleyemezsin kendini.

Bazı kararlar için çok zamanın kalmamıştır. Karar alman gerektiğini fark ettiğin anla karar alman gereken an arasında fazla mesafe yoktur. O kısa arayı hızlıca koşup finişe ulaşman gerekir.  Bazen o mesafe sana bir maraton uzunluğunda gelir. Nefesin kesilir. Yanlış yola sapıp yönünü kaybetmekten ödün patlar.

Üçümüzün de fazla zamanı kalmadı; senin, benim bir de bedenimin.

Doğru yolda mıyım bilmiyorum. Bir yola girdim mi ondan da emin değilim. Ama koşuya başladım, onu biliyorum. Kalplerim bir süredir çok hızlı atıyor.  Bedenimde atan kalplerin çoğalmasının bir mucize olduğunun farkındayım ama tadını çıkaramıyorum, keyfine varamıyorum. Hatta öyle korkuyorum ki bütün rüyalarımı kâbuslar ele geçirdi.

Bu mucizeyi büyütebilecek koşullara sahip değilim. Düğün günüyle çocuğun doğduğu gün arasındaki sürenin hesaplandığı topraklardayım. Sadece hesaplamakla kalmıyorlar, çıkan sonuca göre yargılayıp mahkûm da ediyorlar. Düğün yoksa zaten baştan kaybediyorsun. O zaman çocuk da müebbet yiyor.

Benim bir düğünüm yok. Seni düğünsüz bir müebbete kendi ellerimle nasıl yollarım? Mecburi bir düğünü de kimselere dayatamam. Böyle olsun istemiyorum. O beyaz çubuktaki pembe iki çizgiyi gördüğümden beri yere göğe sığamıyorum. Koşsam ayaklarım başıma değecek. Midem bile hiç bulanmıyor, biliyor musun? Herkese söylemek isterken kimseciklere söyleyemiyorum. İçimdeki susmalarım dağ gibi oldu. Tepelerine karlar yağdı.

Senden vazgeçmek istemiyorum. Sana gel de diyemiyorum. Ben başka bir coğrafyada doğsaydım da sen orada bana gelseydin her şey farklı olabilirdi. Hesap kitap yapılmayan bir hayatta mecburiyetlerim değişebilirdi. Coğrafya ikimizin de kaderi işte. Öte yandan sana şimdi git dersem de düğünle taçlandırılmış ortamda arkandan bir başkası gelirse ben gönderilmiş senin yükünü nasıl kaldırırım? O ağırlıkla nasıl yaşarım? Kendi kendimin peşini bırakmam ki!

Bu anlattıklarım sana ulaşıyor mu bilmiyorum. Acele etmem gerekiyor ve acelenin çok ağır olduğu bir yol ağzındayım. Gecelerim gündüzüme karıştı. Senin kalbini susturursam benimki de bir daha düzenli atmayacak. Bir kadın otuzunu geçeli çok olmuş bedeniyle bu mucizeyi bir daha hiç yakalayamayabilir. İnsan neden mucizelerden vazgeçmek zorunda bırakılır ki? Bu hikâyeyi başkasından dinlesem de üzülürdüm ama ne yazık ki buradaki özne benim. Birileri yüzyıllar önce bizim adımıza kararlar almış. Bazıları değişmiş, bazıları da alınyazılarımıza mıh gibi çakılmış. Yıllar yollar sonra ikimize ulaşmış. Hiç tanımadığımız o birilerinin dayatmaları dönüp dolaşıp bizi bulmuş.

Aklım ermeye başladığından beri kendi kararlarımı kendim almanın can acıtıcı özgürlüğünü tercih ettim hep. Ama bak şimdi öyle yapamıyorum.

Sandığım kadar özgür değilmişim.

Seni bir ömür ödemek zorunda kalabileceğin bedellerin yükünden kurtarmak için kalbini susturmak zorunda kalmamın dehşetiyle yüzleşiyorum. Doktor bana çok hızlı, sanki nefes nefese atan kalbinin sesini dinlettiğinden beri bu durumdayım.

Bir dakika!

Bu işte bir gariplik var. Ben bu mucizeyi neden bir dehşet olarak yaşıyorum? Sandığım kadar özgür olmadığımı söyleyerek acıklı bir mağduriyete mi sığınıyorum?  Bu mağduriyetin kolaycılığına mı kaçıyorum? Coğrafyayı neden kendime kader olarak biçiyorum? Kadere inanmak hep bir yan yol gibi gelmedi mi bana? Hani sevmezdim yan yolları? Yüzyıllar önce alınan kararlar neden alın yazım oluyor?

Alınan ve verilen bütün kararların öyle ya da böyle bir bedeli yok mu zaten? O zaman bu bedeli niye senli değil de sensiz ödeyeyim? Neden senin cehennemin olayım? Ben tanrı mıyım ki senin kalbini susturma hakkını kendimde görüyorum? Sen bana doğru yola çıkarak bir karar vermişsin zaten. Birlikte ödeyeceğimiz bedelleri henüz bilmiyor olsan da çok hızlı atan kalbin bir şeylere hazır olduğunu söylüyor sanki.

El âlem denilen gizli örgütten çok çektiğimden yakınırdım hep. İsyan ederdim. Örgütün dallanıp budaklanıp dünya âleme dönüştüğü bu zamanlarda o asi sesim nereye gitti benim? Sen ışıklı yaşama doğru son hızla koşan kalbinin sesini yollayarak kararını bana bildiriyorken, ben dışarıdan içime sızan sesleri neden dinliyorum? Kendi hayatlarına hükmü geçmeyenler benim dünyama nasıl bu kadar girebiliyorlar? Ben buna neden izin veriyorum?

İnsanın hayatında kaç kez bedeninde iki kalp atar ki? Hiç tanımadığım, bilmediğim birileri neden bu mucizeyi gölgeliyorlar? Yüzlerce yılın onlara verdiği gücü nasıl böyle hoyratça kullanıyorlar? Aşk gibi meşk gibi kendi yaşayamadıkları tüm güzelliklerin bedelini neden sen ve ben ödeyelim?

Onlar kafeste beslenen hamsterlar gibi aynı tekerleğin içinde dönüp yol aldıklarını sanmaya devam etsinler. Onlar hamster. Sen değilsin. Elimden tut da ben de olmayayım.

Başkaları cehennemimiz olmasın!

Tamam! Sen hazırsan ben de hazırım. Ben bu mucizeyi büyüteceğim.

Çıkarın beni bu dışarıdan. Bu cümle bana ait değil. Bir yerlerde okumuştum ama yazılanlar okunduktan sonra bir parça da okura ait olurlarmış. Ben de aldım sahiplendim.

Gel birlikte çıkalım dışarıdan.

Ruhun üflendiyse eğer iki tekme at, üç öksür, ne bileyim işte, gözüm seğirsin, elim titresin. Ufacık bir mesaj bile yeter bana. Ben anlarım. Anneler anlar.

Seninle her şeye hazırım. Fokurdayan kalbinden aldım o cesareti. Düğün arayanlar avuçlarını yalasın. Hesap yapanların işini birlikte kolaylaştıralım. Yediyi dokuzu hesaplamalarına gerek olmasın. Sonucu nur topu gibi ellerine biz verelim, sonra da arkamıza bakmadan dönüp gidelim. Onlar sıfırlarıyla baş başa kalsınlar, üst üste koyup toplasınlar, bölsünler, çıkarsınlar. Sonra da boş ellerine bakakalsınlar.

Üç konuşurlar, beş konuşurlar, yorulurlar. Çeneleriyle peşimize düşerlerse daha uzağa gideriz biz de.

Bir canın nesi var, iki canın sesi var.

 

 

 

 

 

 

 

1 thoughts on “CAN CANA/ Berrin Yelkenbiçer

  1. cenk elmastaşoğlu dedi ki:

    Başka platformlarda da okuyorum hikayelerinizi Güler’in tavsiyesi ile. Bu bence en harikası olmuş. Kaleminize, yüreğinize sağlık…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir